14 Aralık 2013 Cumartesi

DUYGULARIN ETEK SESLERİ



Sırası şöyledir: Aşk, coşku, eteklerde heyecan zilleri, paylaşım, mutluluk, tanıdıkça sevinme, sevgi, coşku, paylaşım, yeni heyecanlar, eteklerde vuvuzela sesleri, mutluluk, kanıksama, alışma, sorgulama, eteklerde alarm zilleri, onaylama, reddetme, tekrar onaylama, tekrar reddetme, eteklerde kaygı çanları, mecburen onaylama, reddetmeyi unutmaya çalışma, şikayet etmeme, kabullenme, idare etme, buna alışmaya çalışma, genel alışkanlıktan kopamama, eteklerde hep aynı nakarat sesleri, bunu sorgulama, kafada kaçma isteği, endişe, telaş, eteklerde düdük sesleri, saçmaladığını düşünme, kafada geri dönme, doğruyu bulmaya duyulan sevinç, eteklerde ıslık sesleri.
Devamında, ya tekrarlayan olumsuz döngülerin kaçınılmaz sonu olarak, korkunun çaldırdığı siren ve üzüntünün çaldırdığı boru sesi gelir. Veya sular durulur, karşılıklı huzur yakalanır ve bir panflüt sesi eteklere eşlik eder.



20 Kasım 2013 Çarşamba

GÖBEK SAVAŞLARI (Tefrika No: 4/SON)

Art arda gelen metrobüslerden bana uygun olanını beklemeye koyuldum. Geçen seneden bu yana, araca binme konusundaki "Önce ben!" diyen vatandaş halleri hiç değişmemişti. Gelen ve kalkan araçların kapıları hangi hizada duruyor diye kontrol etmeye başladım. Bir baktım, şoförler her defasında aynı yere denk getiriyor. Vallahi hayret ve takdir ettim. E bu da demek oluyor ki, o noktalardan birini beğenip oraya çakılacağım ki, kapı tam önümde açılsın, ben de içine zıplayayım. Ama tek akıllı ben değilim herhalde. Adamlar zaten burada yaşıyor kızıımm... Sen şu an fark ettin de n'oldu yani? Herkes o noktalara, pisliğe konan sinek gibi üşüşüyor. Arada bundan haberdar olmadığı anlaşılan çömezler de yok değil. Yazık! İşte benim bir dakika önceki halim. Yalnız burada metro istasyonlarındaki gibi uyarılardan yok: Aracın kapısının açıldığı noktalarda, yere uyarı yazmışlar ve oklarla desteklemişler. Binecek olanların, inecek olanların önünü açık bırakması için. "Kenarlarda bekle, inenler ortadan dışarı çıkabilsinler ulan!" babında. E malum, biz, asansördeki inmeden bile binmeye çalışan bir milletiz. Metrobüs yönetimine bir e-posta yazıp, oraya da konmasını istemeli.
Bu sırada kendime dışarıdan bir bakış atayım dedim. Bedenimden yukarı bir tane daha ben yaratıp yükseltip kendimi izlemeye başladım. Kendimi gergin gördüm. Sanki olası bir tehlikeye karşı önlem almak ister gibi, ürkek bakışlarım vardı. Ayrıca hafif çaresizlik ve ardından "Hamama giren terler," tevekkülü. Bu üç duygunun yüzümde, bakışlarımda ve beden dilimde dolanıp durduğunu fark ettim. Aralarına da kendimi ikna çabalarım serpiştirilmişti. Toplamda ise, karman çorman bir huzursuzluk hali. "Atın beni denizlere, İstanbul da size kalsın," diye ağlaya ağlaya şarkı söyleme isteği. Şarkımı beğenip, halk jürisinden butona basıp dönmek isteyen olur mu bilmem, ama butona basıp metrobüsten inmek isteyen çok insan vardı. Yukarıdan, "beni izleyen ben" bir baktı, benim araç geliyor. Zaten kapı açılma noktasına çakmıştım aşağıdaki beni. Hemen yukarıdakini de elimle tuttuğum gibi kendime geri koydum. "Bir ben'in nesi var, iyi de iki ben'in de nesi var?" merakıyla ve "İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız" gazıyla, "İkinci Geleneksel Metrobüs Mücadelesi"ne daldım. Mezarlıkta şarkı söyleyerek korkusunu atmaya çalışan bir ödlekten, dolgusu yapılırken annesinin elini tutmak isteyen bir çocuktan ve gerilim sahnesinde gözünü kapayan bir insandan farkım yoktu. Hoppa içeri girdim. İtilip kakılmalara hiç yüz vermedim bu defa. Ayakta dikilmek için yer beğenme şansım gene yoktu; oturacak yer aramak için ise, gözlerimi hiç yormadım bile. Durduğum nokta, sürekli olarak devinim halinde bir yer idi. İnenlere "Güle güle, yine beklemeyiz", binenlere "Binmeniz çok mu lazımdı?" derken ellerine kolonya da dökebilirdim. Ya da o kolonya ile bileklerimi ovabilirdim.
Başımı bir kaldırdım. O da ne! Aman Allah'ım cennete mi düştüm? Tutangaç mıdır nedir, onlardan tam üç tanesi tepemde boştu! Tutun tutunabildiğin kadar. Tutunacak boru bile vardı. Boru başına düşen el sayısı hiç de o kadar çok değildi. Benim elime de yer olması yeterdi zaten. Öyle ki, tutangaça mı saldırayım, boruya mı sarılayım kararsızlığı bile yaşadıysam, metrobüs nefretimi/korkumu yenme aşamasına bile yükselebilirdim. Seçenek çokluğunda yaşanan kararsızlığın bu kadar güzelini yaşamamıştım. Melekler benimleydi. Yalnız metrobüs melekleri çok tembel, her zaman yardımcı olmuyorlar. Bunu da bir e-posta yazarak belirtmeli.

Önümde yirmi durak olduğunu görünce bir yutkundum. Ama geçen yıl altmış durak katederek, "Dağları deldim," hissiyle biten maceramdan sonra, bu hiç koymadı. O yüzden tükürüğümün sadece üçte birini yuttum. Yüzümde bir sırıtma peydahlanmadı da değil hani. Resmen mutluydum yahu! O sırada inen/binen trafiğinden tam da benim sırt ebatıma uygun bir yer de açıldı. Ohh! Sırtım da mutluydu artık. Her yolcuya bir düşman gibi bakmayı da bıraktım.
Az ötede iki kişilik koltukta cılız bir kızla oturan dibek gibi bir kadın dikkatimi çekti. Kızcağızın koltukta kapladığı alan zaten az olacakken, kadının "Çap x Pi sayısı" değerinin yüksek olması yüzünden, iyice azaldığı görülüyordu. Pi sayısı elinden geleni yapıp azıcık azalsa bile, çap yapacağını yapıyordu. Pi sayısı çaresizdi. Kız için değerini yükseltmeye bile hazırdı. Kadında öyle bir tip vardı ki, sanki o araca gözleme yapmak için binmişti. Gözleme derken, yemelik olanı hani. Yoksa teyzemin "gözlem" yapmak gibi bir niyeti hiç yoktu. Kadını bir anda kocaman bir hamur tahtasının başında, elinde oklava ile hamur açarken hayal ettim. Bir taraftan da yanındaki sacta kızartıyordu. Arada ağzına kocaman ısırıklarla gözleme tepiyordu ve cılız kıza yedirmekten de geri kalmıyordu. Yemeye direnince de oklavayla bir tane çakıyordu. Bu bir hayal olduğu için hepsini aynı anda yapmasında bir sakınca yoktu kanımca.

Burada gözleme yapılmıyor ama cüsse ve hamur tahtası tamamdır.

Ardından bir grup kadın bindi. Topluca bir bebek mevlüdüne gidiyorlarmış gibiydiler. Sanki "Kübragilin küçük gelini (yaşı da ancak yirmidir), Büşra doğum yaptı. Sen ne takıcan kız?" diyerek gelmişlerdi. Hepsinde bir neşe, bir muhabbet... Pozisyon aldıkları gibi, gözleri etrafta boş koltuk aramaya başladı. Genç olanlara pis pis baktılar. Aralarından biri göbek kütlesinin haşmetinden faydalanmak istedi. (Bilgi: Bir maddenin sahip olduğu madde miktarına kütle denir. Kütlesi büyük olan nesneye aynı kuvvet uygulandığında hızlanması daha düşük olur. Diğer bir deyişle kütlesi büyük olan, daha büyük eylemsizliğe sahiptir. Meali: Ağırsan yavaş hareket edersin arkadaş.) Bu teyzemiz, fizik yasalarını yerle bir edecek bir "eylemlilik" ile göbek kütlesini oturan bir gencin omuzuna, başına kakmaya başladı. Genç hiç tınmadı. Belli ki göbek dayağına alışkındı. O anda, gözleme yapan teyzemizin de benzer bir operasyonla o yeri kapmış olabileceğini düşündüm ama üzerinde durmadım. Bir arka koltuktan biri kalkmaya yeltendi; ha saygısından değil, ineceği yere gelmiş, düğmeye bastı. Bunu gören "Bebek Tebriği Komitesi"nden gençten biri hemen atıldı. Daha vatandaş yerinden kalkmadan, o yeri göbek dayakçısına rezerve etti: "Fatma yenge gel bi yol, bak burası boşalıyor," diyerek, o koltuğa sahip olma hayalleri kurmuş herkesin kursağına çomağı soktu. İkramda sınır yoktu.
Aynı gruptan, yaşı 35-40 arası bir kadın ise, bir eliyle tutunuyor, diğer eliyle cep telefonunda oyun oynuyordu. Hatta biner binmez başlamıştı. Ben bu tür oyunlardan anlamam ama bir şeyleri yakalamaya çalışıyordu ekranda (Yorum: Gerçek hayatta neleri kaçırdığını düşünüyorsa artık, bari ekranda hakimiyetin onda olmasına karşı koyulmaz bir tutkusu vardı.)
O arada 8-9 durak ilerlemiştik. Kübragillere giden ekip beni epey bir oyalamıştı. Başımı başka tarafa çevirdiğimde kaşları benimkilerden daha iyi alınmış, dip boyası itinayla yapılmış, sakal/bıyık nahiyesi pek bir gıcır, manikürleri taze bir transseksüeli gördüm. Ürkek gözlerle bakınıyordu. Ona dikilen gözlerden rahatsız olduğu o kadar belliydi ki, hemen başımı çevirdim. Hiç olmazsa bir çiftçik gözün yükünden kurtulsundu.
Öyle bir dalmışım ki izlemelere, hafif kaykıldığımı nasıl mı anladım?: Sırtımı pencereye, kolumu da yanımdaki koltuğun arka demirine dayamıştım. Meğer kolum kaymış ve oturan göbekli teyzenin başına dokunmuşum. Kafasıyla bir itti kolumu! Hemen çektim. Teyzemiz olağandışı yöntemlerle attığı dayaklarla, bebeğe götürdükleri tüm altınları hak ediyordu.
İneceğim yere yaklaştıkça yolcu sayısı azaldı. En arkada bir yerde boş bir yer mi gördüm ne!! İçim atıldı ama dışımı durdurdum. Zaten yakında inecektim. Başımı başka yöne çevirdim ama aklım boş yerde kaldı ve gitti oraya oturdu. El edip durdu, "gel hadi gel" diye. "I ıh" dedim ama arzular şelale olmuştu. İçimin gittiği yere ben de gitmek üzere iki adım attım. Bir baktım, sıkış tepiş ve birkaç basamakla çıkılabilen ezik bir koltuk. Niye boş kaldığı belli oldu. Elimdekilerle sığana kadar inme zamanım gelecekti. Yerime geri döneyim dedim. Olamaz kapılmış! E tabii güzel yerdi. Yedirmezlerdi, yar etmezlerdi onu bana. Tamah etmiştim, cezamı çekmeliydim. O anda, bu kabullenişimin ödülü olarak TAM ÖNÜMDE yer boşaldı. Ağzım kulaklarıma ulaşırken hemen oturdum, yerleştim. Ve metrobüs son durağa geldiğimiz için...  Durdu...




19 Kasım 2013 Salı

KISIRDÖNGÜ

Evden gidişine fikren hazırlanmak ve alışmak bir şekilde kolay da olsa, kalışına alışmak zormuş. O oraya giderken anlayamadığını, o orada kalınca anlıyormuşsun. Sanki geçici bir gidiş yanılgısına düşüyormuşsun.  Her an "Nasılsa hemen geri gelecek" gibi bir yalancı avuntuyla oyalanıyormuşsun. Eksik kaldığın gerçeğini zamanla fark ediyormuşsun. Bu eksikliğini dolduracak aynı değerde bir şeyi bir türlü bulamadığını fark ettikçe, o yokken yaptıklarının anlamsızlığına şaşıyormuşsun. Ama bu, sonucu değiştirmiyormuş. Mecburen her zamanki gibi yaşamaya devam ediyormuşsun.
Kalbinden sımsıcak, ruhundan özlem dolu duygular ona doğru giderken, kokusu geliyormuş burnuna. Aynı anda onun da aynı çaresizlik içinde olmamasını diliyormuşsun. Öte yandan onun da seni özlemesini bekliyormuşsun.
Ne sana muhtaç olmasını, zorluk çekmesini vs istiyormuşşsun, ne de tamamen kendi başını becermesini. Hâlâ senden fikir alan, yardımını isteyen küçük yavrun olarak kalmasını düşlerken, büyüyüp öğrettiklerini güzelce uygulayabilen taze bir yetişkin olmasını da istiyormuşsun.
Büyümesini hem alkışla hem de hüzünle izliyormuşsun. Ama değişen bir şey olmuyormuş, çünkü o da senin gibi/herkes gibi büyüyormuş. Bir zamanlar belki de annenin senin için düşündüklerini şimdi sen düşünüyormuşsun ve anneni bir kez daha ve ne kadar geç anlayabiliyormuşsun. Onun da seni anlayacağı zamanlar için çocuk sahibi olmasını beklemen gerektiğini yineliyormuşsun.
"Şimdi ne yapıyor acaba?" sorularının gün içinde defalarca aklından geçmesini kanıksıyormuşsun. Asla da yorulmadan bıkmadan buna devam ediyormuşsun. İşe güce dalıp düşünmediğin zamanların ardından kendini suçlu hissediyormuşsun.
Tekrar görüşeceğin zamanların hesabını yaparken buluyormuşsun kendini. Ya bir takvime bakarak ya da el hesabı ile günleri sayıyormuşsun. Üç haftayı geçecek gibi görününce bir telaş basıyormuş. Bir ayı bulacaksa hele, kendini o günlerdeki halini hayal ederken buluyormuşsun ve kendin için üzülüyormuşsun.
Hiç yemek yapasın gelmiyormuş.
Hep birlikte yaptığın şeyleri, artık yapmayı bile unutuyormuşsun.

En son ve her zaman, "Ne saçmalıyorsun! Sağlığı yerinde, keyfi yerinde, daha ne istiyorsun? Ya dönülmez yollarda olsaydı!!!!" diye kendini azarlıyormuşsun.
Susup, kendi kendine gülümsüyormuşsun. "Gene uçtun," deyip telefonda sesini duymak istiyormuşsun. Onun sesindeki genç enerji seni kendine getiriyormuş. Telefonu kapattıktan sonra yarım saat bile geçmeden "Acaba bilmem ne bilmem ne mi?" diye başa sarıyormuşsun.

Velhasıl "Annelik bir delilikmiş," diye kabullenmen gerektiğini öğreniyormuşsun.

(Not: Son noktayı koyduğum an telefonum çaldı.)
:)

13 Kasım 2013 Çarşamba

NEFES ÇALIŞMALARI BAŞLASIN (Tefrika No.3)

Söyleşi ve imzanın olacağı günün sabahında İzmir'den İstanbul'a doğru yola revan oldum. Beş ayrı vasıta ile Beylikdüzü mezrasına ulaştım. Haa öyle bir cümleyle bunu geçeceğimi sanıyorsanız, beni hiç tanımamışsınız demektir. Bence zaten sanmadınız da, çünkü benim "Köyden indim şehire" kafasındaki deneyim ve izlenimlerimi anlatmak için sabırsızlandığımı ve bunca tefrikayı aslında sadece bunu anlatmak için yazdığımı bilirsiniz. Sanki metrobüs ve muadillerinden ilk ve son ve tek musdarip vatandaş benim de, yaz yaz bitiremedim yahu. İtiraf etmeliyim ki, bu defa "Ne yazacağım ki artık? Geçen sene epey bir ötmüştüm zaten," diyordum. Yok anacım, bu metrobüs halkı kendini sürekli değiştiren ve yeni hikâyeler türeten çok verimli bir kaynak ya da bana öyle geliyor. Bilmiyorum o kadarını.

Uçaktan indikten sonra kitap fuarına nasıl gideceğim konusunda iki seçeneğim vardı. Biri aynen geçen sene de keşfettiğim yol olan, havaalanı servisine binip, Tüyap servisinin olduğu yere kadar gidip, onunla direkt fuara ulaşmak idi. Gerçi o zaman bir yazar arkadaşımın organize ettiği özel karşılama ve ulaşım hizmeti ile bu yolu kullanmama gerek kalmamıştı. Ama bu sene mecburdum buna ve zor bir süreç de değildi. İzmir'den ayrılmadan hemen önce yayıncımın ve başka İstanbulluların önerisi üzerine "metro + metrobüs" seçeneği de peydahlanmıştı. Kendimce, İstanbulluların geçen seneki muhteşem metrobüs (!) önerisi ile onları artık dinlememeye karar vermiştim. Servisler neyime yetmiyordu! Gel gelelim, alan servisinin kalkma saatini çok beklemem gerektiğini öğrendiğim zaman, oralarda volta atmaya başladım. Aklım git gel yapıyordu. "Diren Müge, isminde "metro" geçen şeylerden olabildiğince uzak durmalısın. Dönüşte zaten metrobüse muhtaçsın," ile "Servisi amma da bekleyeceğim, ya trafik tıkanır da söyleşiye geç kalırsam?" diye didişen kafa seslerim vardı.


İçimdeki cengâver, servisten vazgeçmeye karar verdiği an kanatlandım ve metroya doğru ilerledim. Metroya giden asansörden indiğim zaman sandım ki, şak diye bilet gişeleri göreceğim. Allah’ım ben İzmir’de nasıl da minik metrelerle yaşıyormuşum. Sağa dön sola dön, ben hâlâ önümde bitiverecek gişe beklentisindeyim. Nerdeee… Köşelerden birinden bir döndüm, önümde upuzun ve gepgeniş bir koridor çıkmasın mı? Ucu bucağı belli değil. Yürü yürü bitmez gibi. Sanki bir rüyadaymışım da, adımlarım en ufak bir yol alamıyormuş gibi. Yerimde sayıyormuşum gibi. Michael Jackson tarzı “moonwalk” yapıyormuşum gibi. Tamam, saçmalama Müge! Gide gide Bağdat bile bulunurken, metroya mı varamayacağım yani?
Sabah evden çıkarken, İzmir’de akşamdan sabaha 180 derece değişen havanın etkisiyle kat kat giyinmişliğim, elimde çekiştirip durduğum küçük valizim, sırtımda çantam ile terler basmaya da başlamıştı: Ama buradaki hava hiç açı değiştirmemiş ve maşallah pek bir ılıman. Kalın montumu elime alasım var ama eller meşgul. Kolumun altına sıkıştırasım var ama azıcık daha dayanayım hadi.
Sonunda ufukta gişeleri değil ama jeton makinelerini gördüm. Üç tek liramı içine yollayıp, heyecanla bastığım düğmelerin başarısı sonucu, minik yere tıngır mıngır diye düşen jetonuma kavuştum. Sarı çizgiyi asla geçmeden trenin gelmesini bekledim. Şirinevler’de ineceğimi ezberimde elli kere tekrar ettim. Su gibi akıp giden trende sakinleşme terapilerine başladım. İndiğim durakta da metrobüs kartı için epey bir sırada bekledim ama olsun, sakinim hâlâ. Üst geçitten, aşağıda gelip geçen araç trafiği ile metrobüs trafiğine sevgi ile bakmaya çalıştım. İstanbul yorgun göründü gözüme. Acıdım ona biraz. “N’apalım taşın toprağın altın demişler bir kez. Bunca insanı kendine çekmeseydin, senin de İzmir gibi dinlenmeye fırsatın olurdu. Ne halin varsa gör şimdi,” dedim. Derin bir nefes alıp merdivenlerden aşağı doğru beni alacak metrobüslere doğru ilerledim. Elimdeki gittikçe ağırlaşmaya, ter oranım gittikçe artmaya başlamıştı.

9 Kasım 2013 Cumartesi

GAZ İLE GAZSIZLIK ARASINDA (Tefrika No.2)

Söyleşiye gitme kararını almamın hemen ardından, bilet ve kalacak yer ayarları da çekildi. Çocuklara yakın coğrafyada kalma hayalim ile kitap fuarına yakın olma (Metrobüssüz İstanbul) isteği arasında (bak gene arada kaldım), sille tokat dayak yedim. Bu tepişmeyi tabii ki, çocuk bölümü kazandı. Bu ayarlar yapılıp da, yola çıkılana kadar geçen süre içinde, tümden vazgeçmeye kalkışlarımın sayısını unuttum. Değişik kıvam ve dozlardaki sızlanma ve ringi terk etme denemelerimin sayısını da unuttum. Ne imza ne de söyleşi gözümdeydi. Söyleşi davetinin geldiği ve hızla kabul ettiğim anlardaki dolduruş halim gitmişti. İshale iyi gelen gazı kaçmış kola kadar gazsızdım. Bardakla buzdolabına konulup, diğer şeylerin kokusunu almış süt kadar tatsızdım. Eskiden otobüslerde bilet kesen adamların sıkış tepişliğinden musdariptim. Dolmuşta en arkaya oturan ve parasını ödemeyen müşteriden müşteki bir şoför kadar gamlıydım. Gömük yirmilik dişi şişmiş bir hasta kadar ağrılıydım. Gir gir bitmeyen üniversite sınavlarını bekleyen liseli kadar sıkıntılıydım. Doğumhaneye girip, bir hafta boyunca doğuramayan kadın kadar ıkınıktım. Öldü sanılıp tabuta tepilen insan kadar tıkınıktım. Dolduğu halde, içine hâlâ giysi sokuşturulan bir valiz kadar sıkışıktım.
Bunların hepsi sol omzumdan konuşan şeytanın işleriydi tabii. Sağ taraftaki melek ise helâk olmuştu: "Müge bak, olumsuz bakma. İlle de aynısı olmayabilir. Belki sular seller gibi akar gidersin yollarda," diye diye bir hal oldu garibim. "Di mi ama melekcim."

Pilavdan dönüp de kaşığımın kırılmasındansa, "ya Allah" deyip yola çıkmalıydım. Kulaklığımdan dinlemem gereken tek şey Hasan Mutlucan'dan "Yine de şahlanıyor amman..." türküsü olmalıydı ki, arkama bakmadan meydanlara atlamalıydım. "Her yer metrobüs, her yer direnüş" (uyak yapmam gerekiyordu) demeliydim. Bağzı metrobüsler kahrolmalıydı. "Bu metrobüs çok güzel dostum," demeliydim. "Metrobüsle baş etmeyi sizden öğrenecek değilim!" diye ünlemeliydim. Kızlı erkekli olmaktan çekinmemeliydim. "Biz İzmir'de metrobüse 'gevrek' deriz," diye de şovenliğin dibine vurmalıydım. Her şey bir yana, birini 17 gündür, diğerini 20 gündür görmediğim çocuklarımın kokusunu hayal etmek yetmeliydi.

Bir tek o kokuyu düşünmek yetti mi, yetti! Çünkü bu defa erkenden özlemiştim onları. Çocuklarımı metrobüse yedirtmeyecektim. Benim fobimin, onlara kavuşmama engel olmasına izin vermeyecektim. Metrobüs yolunda gazi, hatta şehit olmaya hazırdım. Olmazsam da niyazi olurdum, ne olacak yani. "Korktu, gelmedi!" dedirtmeyecektim. "Müge, keşke gelseydin, çok güzel bir söyleşi oldu," dendiğinde kafamı duvarlara ve mümkünse taşlara vurmaya hazır beklemeyecektim. Keşke'nin pişmanlığında kahrolmayacaktım. İçsel ve çevresel motivasyonlarımı sonuna kadar kullanacaktım. Son ineceğim durakta "İşte bu kadarmış!" deme zaferini yaşamaktan kendimi alıkoymayacaktım.

Burnumda kokuları, dudaklarımda gıgıları, kollarımda sarıldığım bedenleri, gözlerimde cisimleri, zihnimde anıları, ruhumda huzurları, kalbimde sevgileriyle dönmek varken, çocuklarımın isteğini asla geri çevirmeyecektim.

Murat Kekili'ye cevaben: "Bu fuara giderim, beni kimse tutamaz. Sen bile tutamazsın, metrobüs tutamaz!"






İTİNAYLA TÜKÜRÜK YALANIR (Tefrika No.1)

Kasım 2012'de ilk kez katıldığım Tüyap İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili anı ve izlenimlerimi daha önce paylaşmıştım. Hem burada hem de ikinci kitabımda. O satırların ilerleyişinden ve sonundan anlaşılacağı üzere, "Daha da gelmem!" dedirten, metrobüslü bir dönüş trafiği yaşamıştım. Yoksa fuara ve orada yaşadıklarıma yönelik en ufak bir olumsuz düşüncem olmadı, olamazdı. Çünkü çok güzel geçmişti. Beylikdüzü'nden Erenköy'e ulaşma yollarında beni benden alan haller, tabii ki bir İstanbullu için "devede kulak", "vız gelip tırıs gider", "n'olacak yahu!" minvalinde yorumlara gayet açıktı. Benim gibi bir İzmirli için hepi topu sadece bir kez yaşanmış bir debelenme olacaktı. Olmalıydı, olmasına karar vermiştim. Te o kadar(dı)!

Beni bu seneki fuarda da imza gününe davet eden mail'i sadece okudum. Katılmak isteyenlerden gün ve saat rica eden mail'in benimle bir ilgisi yoktu. "Size hayırlı işleeer!" deyip kapadım, cevap da yazmadım ilk kez. Ki benim cevapsız sms ya da mail bıraktığım pek vaki değildir; ortamdan çatlarım. Bu defa hiç çatlamadım. Yolları bilen bir İzmirliydim ve kimse beni aksine ikna edemezdi. Ve fakat mail'den bir süre sonra telefonla arandım. Önüme konan yeme kayıtsız kalamayacakmışım gibi hissedip, telefonu hızla kapadım. Bunu bir de "kızlı erkekli" yurtlarda kalan kızıma ve oğluma sormalıydım. "Aaa ne güzel, gel tabii ki!" diyen emekli ergenlerim, beni, onları özleyen tarafımdan da vurunca, o dakika tükürdüklerimi afiyetle yalama safhasına geçtim. Aman da aman tükürüğüm ne lezzetliymişşş! Daha önce niye fark etmemişim?? Hiç mi tatmadım sanki. Tattım daa, ne bileyim çok nadir olduğundan olsa gerek, unutmuşum. Tamam tamam bu son yalamam olsun canıııım... Her Allah'ın günü hastalarımın tükürükleriyle uğraşmaktan, kendiminkine vakit ayırmamışım.

Yem de yemdi hani! İmza gününü geçtim, bir söyleşiye davet edilmiştim! Füzyon mutfağında son icat benden gelecekti: Tükürük sosuyla marine edilmiş, Beylikdüzü bağlarından toplanma yem ile yapılmış söyleşi tatlısı. Kreması da çocuklarım!

Karar ani olduğundan, hastalarımı ve ev işlerimi ayarlamak gerekirdi. Ayar yapamadığım işler yüzünden de az kalabilecektim. Olsun varsındı. Yayınevimizden (Yitik Ülke) kitabı çıkan ben dahil altı kadın yazar davetliydik. Konu "Yaşamakla Yazmak Arasında Türkiye'de Kadın Olmak". Her bir kelimesi için bol bol konuşabileceğim, katılacak olan yazar arkadaşlarımın da benden aşağı kalmayacağını çok iyi bildiğim bir konu. "Arada" kelimesine ise hepsinden daha fazla aşinaydım; ne de olsa diş ile düş arasında bile sıkışmaktan kurtulabilmiştim. Yaşamakla yazmak arasında kalmanın da altından kalkabiliyordum, söyleşirken mi kalkamayacaktım yani? Kim tutardı beni?! (Tükürük yalama olayına gazlı müdahale).

Demem o ki, siz siz olun, büyük lokma yiyin, büyük laf etmeyin a dostlar! Metrobüs kâbusundan yeni yeni kurtulmuşken, bir senedir hakkında ileri geri konuşmuşken, lânetleyip hatlarıyla birlikte tüm metrobüsleri İstanbullulara emanet etmişken, kendimi yine onun kollarına bırakmama neden olan yayıncıma, söyleşi konusuna ve çocuklarıma teşekkürü borç bilirim :)

Antika bir tükürük hokkası


1 Kasım 2013 Cuma

KADER... KİME ŞİKAYET EDEYİM SENİ?

Biz kaderin misafiri. Kader, misafirinden hiç bıkmayan bir ev sahibi. Ama ev sahibi de "o büyük ev"de kiracı. "O ev" ki, içi milyonlarca misafir ve bir o kadar da ev sahibi dolu.

Misafirini hep gözünün önünde tutup, sunduklarını yemesini ister. Misafir her zamanki gibi, umduğunu değil bulduğunu yer. Misafirin, isterse, istediğini yapma özgürlüğü vardır tabii ki.
Misafir azıcık dişli ise, ev sahibiyle samimiyeti veya önceye dayanan bir hukuku var ise, sevmediği ikramı reddetmeye de kalkabilir. Ev sahibi çaktırmadan disiplini sever; misafirine karışmaz ama görünmeyen iplerle kendine bağlı tutar.Yeri gelir misafirine anında itiraz eder, yeri gelir bıyık altı gülüşün eşlik ettiği olgun bir tavırla, içinden "Tamam, hadi biraz dilediğini ye ama mahkumsun benim sunduklarıma," diyerek sakince bekler. Misafir bu mahkumiyeti kırmaya çalışabilir. Evden çıkıp gidesi, üzerine yapışıp duran ev sahibini kendi başına bırakası gelebilir. Ev sahibi direnir, misafir direnir. "Her şey olacağına varır," teslimiyetinin bilgeliğini, misafirinin de anlamasını, idrak etmesini sabırla bekler. Bazen sertleşir, bazen gülümser. Misafirinin kalacak başka yeri olmadığını çok iyi bilir.
Misafirini her zaman rahat ettiremeyebilir. Misafir her zaman hoşnut kalmayabilir. Aslında ikisinin de elinden gelen bir şey yoktur. Evin asıl sahibi ikisini de bağlamıştır.
Kim bilir belki de bazen ona verilen görevin gerekleri, onu da üzer. Onun da isyan edesi gelir mi acaba? O da emir kulu mudur acaba? İşler karışınca kapıyı çarpıp çıkası ve misafirini acılardan kurtarmak isteyesi gelir mi acaba?

Zaman gelir, ikisi de birbirlerine sarılıp "Allah ne verdiyse" onu yerler. Misafir, ev sahibine saygıyla yaklaşır. Onun bu munis tavrı, ev sahibine de iyi geliyor olabilir; sonuçta çatışma olsun istemez o da.
Ketumdur ev sahibi. Ağzından laf almak imkânsızdır. Misafir ondan alamadığı lafları, fallarda yakalamaya çalışabilir. Bir fincanın içinde bulmaya ve görmeye çabalayabilir onu. Bir başka misafirin ağzından dökülecek kelimelerde, kendi ev sahibinin izlerini arar. Bulduğunu sanır, bulduğuna inanmak ister, bulduklarıyla ev sahibini kündeye getirdiğini düşünerek gözleri parlar. Halbuki ev sahibi o anda da, her zamanki koltuğunda oturmuş, kendi sunduğu kahvenin içilmesini bekliyordur. "Bir fincan kahvenin bir ömür hatrı vardır."
Ev sahibi öğretmendir de aynı zamanda. Öğrenmenin yaşının olmadığını er ya da geç öğretir misafirine. Kimi misafir erken öğrenir, kimi geç. Öğren(e)meyen, öğrenmek istemeyen hatta direnen misafirler bile son dakikada öğrenmenin acısını hissederler. Hâlbuki ev sahibiyle ve "o ev"deki misafirlerle iyi geçinmenin tek yolu vardır: Sevgi.

Bazı misafirler nankördür. Ev sahibi iyiyken sevecendir ona karşı ama kötüyken ağzına geleni sayar. Bazıları ise, kötüyken de sarılır ev sahibine; onun kollarında büyüdüğünü bilir. Bilir ki, kötü ikramlar da sonunda iyi bir lezzete hizmet edecektir. Bazen başka misafirler de bu ev sahibine bulaşırlar. Ve tüm ev sahipleri, aynı büyük sahibin hizmetkârları olarak güler geçerler bunlara.

Misafir aslında kukla bir olduğunu fark edene kadar çatışma sürebilir. Sonunda misafir geldiği yere geri döner, bazen kendi isteğiyle bazen zorla ama mutlaka ev sahibinin kontrolünde. Bu, en iyi anlaştıkları zaman olabilir. Birlikte ve elele çıkarlar "o ev"den.


27 Eylül 2013 Cuma

İSYAN GÜNLERİNDE SINAV

YGS ve muhtelif  sayıda LYS başlıklı sınavları sağlıkla atlatmış olmak bile bir nimettir sayın okur. Aylarca çalışmanın ve çalışan çocuğu görmenin sonunda insan "def-i belâ" kıvamına gelir. "Yetti gari!" demenin sınırlarında son sabırlar gün yüzüne çıkarılır. Klasik söylemle, "O birkaç saate sığdırılan sınavların hatasız kazasız bitmesi" dilenir. Çünkü onca zaman çalışmış olan çocuğun tam o gün, ya da bir akşam öncesinde vs başına bir iş gelip de sınavda gösterebileceği başarısı baltalanabilir de. Mazallahlarla tahtalara vurulur, tükürükler savrulur, kulak memeleri çekiştirilir. Özellikle mide barsak kökenli sorunlara maruz kalmamak için dua edilir. Kusmak ya da ishal olmak en korkulan engeldir. Bu yüzden çocuğun daha bir hafta önceden ne yiyip ne içeceğine dikkat ettiği görülür. Ayrıca yüksekten atlamamaya, kalabalık yollarda gezinmemeye, arkadaşlarla pek vakit geçirmemeye, yeni çıkmış kirazla fazla haşır neşir olmamaya, kayısının ayarını kaçırmamaya, soğuk su içmemeye, terlememeye, üşümemeye, geç yatmamaya, gazete okuyup sinirlenmemeye vs gayret edilir. Amma velâkin bu seneki gençlerin "sınav öncesi ve esnası" dönemi hiç olmadığı kadar hareketli geçti. İki sene önceki "şifre skandalı" bile yanında solda sıfır kaldı. Çünkü abla ve ağbileri olan Y kuşağı kazan kaldırdı. Gezi direnişi ile hepimiz sallandık. Şikayetçi miyim? Asla!

Nisan başında girilen YGS'den sonra, Haziran'daki LYS silsilesi öncesi "O ağaçları kesip AVM yapacağız. Olmadı müze yaparız..." diyen büyüklerimiz (ama sadece maddesel bir mevki olarak), gençlerin duyarlı damarına bastılar. Bizler de kâh meydanlarda sesimizle destek vererek, kâh televizyonlarda takip ederek bu sürece katıldık.

Olayların ilk çıktığı günden itibaren evde başka bir şey konuşamaz olduk. Kızım da kitap defterini salona taşıdı. Bir yandan çalışırken bir yandan da televizyonu takip ediyordu. Yani biz onu çalışıyor sandık; hatta o da kendini öyle sanmış. On gün geçtikten sonra bir gün, artık buna dayanamadığını, çok üzüldüğünü, etkilendiğini ve içeride çalışsa bile aklının burada kaldığını söyledi. Bizim de başka bir şeyler izlememizi rica etti. Hımmm... Tabii ki... Kusmasın ya da ishal olmasın diye mide ve barsağını koruduğumuz çocuğun ruhunu sıkmak olmazdı. Zaten yeterince sıkılıyordu. E biz de saygı duyduk ama penguen izlemeye de niyetimiz yoktu. Gizlice arka odadaki minik televizyonun dibine çöreklendik ama sırayla. Kim izlerse, diğerimize bilgi veriyordu. İnternetten de takip ediyorduk. Salonda ya da yemekte bir araya geldiğimizde "Hayat bayram olsa" kıvamına girmeye çalışıyorduk ama nereye kadar... Yüzümüzden düşenin bin değil de, hiç olmazsa yedi yüz küsur falan parça olmasına çabalıyorduk. Dışarıdan eve kadar gelen biber gazı patlamaları, kokuları, yükselen dumanlar, hatta yakılan şeylerin yükselen alevleri, ambulans ve polis sirenleri, bizim tüm çabamızın içine ediyordu. Bunlara rağmen son dakikada kendini salmamaya çalışan bu gençler, uygun oldukça tüm arkadaşlarıyla sözleşip meydana gidiyorlardı. Gezi öncesi bir ara verip de kafelerde laylaylom yapmayan bu çocuklar, artık o arayı yaratıp destek olmaya çalışıyorlardı. Mide barsak derdine düştüğümüz zamanları unutmuş, sınav arefesindeki çocuklarımızın bu çabasıyla gurur duymaya başlamıştık. Politikanın ve iktidar bağımlılığının/zulmünün bu kadar gün yüzüne çıkmışlığına bu yaşta tanık olmaları acıydı tabii. Ama bu memleketin insanı acıyla çok erken yaşta tanışırdı zaten. Bizimkiler gibi kurtarılmış bölgelerde yaşayanlar bunlara uzaktı haliyle.

Sınav günlerine denk getirilen mitinglerle, aylardır hatta yıllardır bu sınava odaklanan çocukların hiçe sayılmasından hiç bahsetmeyeyim bile. Sınavlardan bir gece öncesinde polisin müdahalesine (ki en ufak harekette müdahale oluyordu) neden olacak hiçbir eylemin yapılmaması inceliğini düşünen ise yine Y kuşağı idi. Çok şükür ki, kusmadan, ishal olmadan, toma ya da gaza maruz kalmadan sınava girildi çıkıldı. Bizim bir yanımız bu sayede mutlu idi ama sokaklardaki insanlardan çocuğu genci nelere maruz kaldı, yaralandı, gözlerini kaybetti, bitkisel hayata girdi ve ne yazık ki öldüler. Bu yüzden içimiz yandı ve hâlâ da yanıyor.

Tefrikada biraz geri vitese takıp ara taksim yaptım ama gerisi sınav sonuçlarıyla devam edecek.

Bu da bir üniversite öğrencisinin meşhur mektubu.








EN SEVMEDİĞİM MEYVE: AYVA

Geçen sene oğlumu bırakıp da eve döndüğümde, ilk anda odasına girmekte zorlanmıştım. Kalan eşyalarından ve fotoğraflarından gözümü kaçırmaya yeltenmiştim. Sonra da "Çivi çiviyi söker," deyip hepsine dik dik bakıp, "İstanbul sana yenilmeyeceğim!" dedim. Bu diklenmelerden İstanbul'a gına gelmiştir artık ama o da kendine çeki düzen versin biraz. Bu hötlememi ne kadar kale aldı bilemem ama ben üzerime düşeni yaptım, içim rahat. Yine de bir anneden bunu duyması epey bir ödünü koparmıştır. Yedirmem ona çocuklarımı! Biz Gezi direnişinde onu yalnız bırakmadık. O da vefasını göstersin bakalım. Hem son haberlere göre üniversitelerde o kadar çok İzmirli varmış ki, artık kimse birbirine "Nereden geldin?" diye sormaz olmuş. Ha yani İstanbul ayağını denk al, orayı istila etmekle meşgulüz. Her yerinizi zeytinyağlı yemeklerle, gevreklerle ve kumrularla döşeriz de, haberin bile olmaz. Adın bile değişir, İzmanbul olur da şaşar kalırsın. Gelmiyim oraya!

Zılgıtımı da attım, oh şimdi yazmaya devam edeyim.

Şimdi benim bu delikanlının ardından, güzel haberleri aldıkça bir gevşedik bir rahatladık ki, sormayın gitsin. Hatta eski yazılarımdan bilenler bilir, çocuğa düzgün beslenip beslenmediğini bile sormaz olmuştum. Ki aslında gereksizdi ama iç sesin vicdanî baskısına dayanamayıp, ara ara kısık sesle sormaya devam ettim. Kısık sesle sorunca rahatsızlık verilmemiş olunuyor; aklınızda bulunsun.
Çocuk aralarda gitti geldi. Yollarına gül döktük bekledik, arkasını dönünce göş yaşımızı döktük uğurladık. Velhasıl her şey yolunda olunca, bütün seneyi nasıl geçirdiğimizi bile anlamadık ve yaz başında tatil için geri geldi. "Allaah, ister misin şimdi burada sıkılsın bu delikanlı?" diye bir endişe dalgasıyla tam ıslanacaktım ki, bir baktım zaten tüm arkadaşlarıyla birlikte gittiği İstanbul'dan aynı ekiple geri dönünce sıkılacak fırsat da olmadı (Niye? Çünkü İzmir, İstanbul'u istila etti).
O git gel yaparken, biz ona börek/kek/sarma vs yollar dururken, o arada da kardeşi sınava hazırlanıyordu. Yani o da İstanbul'a gitme egzersizleri yapıyordu aslında. Ben de uzağa çocuk yollamış dirayetli anne edasıyla, "Tabii canııım, niye gitmesin ki? Bir güzel alıştık zaten," demekle meşguldüm. Fakat içeride bir tane iç ses var ya, o çok asi ve fazla dobra: "Aha bak bu da gidiyor. Ayvayı yemeye hazırlan!" demekle meşguldü. "Tamam biliyoruz herhalde, bi sussana ya! Vakti gelince düşünürüz onu. Ayva beklesin daha," dedim mi, dedim. O da sinsice ayvayı parlattı gözümün önünde. Hain iç ses! Giden ile gidecek olan arasında yediğim duygu dayağından ağzım burnum kanamadan çıkma çabasındaydım. Kendimle mücadelenin yanı sıra, bu hallerimi de çocuklara yansıtmamaya çalışıyordum. Bu sayede şunu öğrendim: Yansıtmadıkça derdimi de deşilmekten kurtarıyordum. İyi düşünüp iyi oluyordum. Bunun sonuçlarını ileride yazacağım.

Ağbisi gidince evin tek çocuğu haline gelen kızımız bunun tadını pek güzel çıkardı. Daha doğrusu biz çıkarttırdık çocuğa. Önünde ardında dolandık. E tabii hak geçmemeliydi. Netice itibariyle o doğmadan önce ağbisi de 2 sene tek çocukluğun tadını çıkarmıştı (Garibim, öyle küçük ağbi oldu ki, kendini hep ikizi doğdu sandı). Yaz tatili olup da, ağbisi geri dönünce, anında tornistan edip, iki kardeş olmanın gereklerini uygulamaya başladık tabii ki. İki kardeş arasındaki ilişkiye gelince: Eskiden kardeşini çok da takmadığı rolünü çok güzel kesen oğlan, evden ayrı olduğu süreyle birlikte "kol kanat ağbi"ye dönüşmesin mi! Tüm dersane puanlarıyla, çalışma sistemiyle ilgilenmede ve motivasyon tazelemelerde nasıl destek oldu anlatamam. Teknolojinin şahane araçlarından biri olan "Whatsapp" sayesinde bol bol haberleştiler. Tam bir antrenör veya bir akıl hocası tarzında uzaktan kumandayla kardeşini yönlendirdi. Bu da bana, ölsem de gam yemekle uğraşmayacağımı ve gözümün kapalı gidebileceğimi kanıtladı. Sağ olsun! Allah ona da çocuklarından göstersin.

Şimdi bir parantez açıp şu "Whatsapp" konusuna gireyim. Akıllı telefonların sağladığı çok güzel bir imkân. Telefon listenizdeki herkesin en son ne zaman bu programı kullandığını görebiliyorsunuz. Yani: "Çocuk kaçta yattı veya uyandı mı" vs gibi masum takipler yapabiliyorsunuz. Onu arayıp ya da sms atıp dürteceğinize, bir bakıyorsunuz sabahleyin programı kullanmış  ve "Hah tamam uyanmış," diyorsunuz. Çünkü gençlik bunu uyandığı saniyeden, 'uyumaya ramak kala'ya kadar kullanıyor. Bende akıllı telefon yoktu, o yüzden de bunu kızımla yapıyordum. "Bak bakayım ağbin uyanmış mı?", "Bak bakayım ağbin kullanıyor mu?" minvalinde sorularla, oğluma gına getirmeden hayatta olup olmadığını takip ediyordum. Baktım ki gençler sms paketlerini hızlı bitiriyor ve bu beleş programla yaşıyor, ben de çok istemeden de olsa bir akıllı telefonun elini öpmeye niyet ettim. Kimseye muhtaç olmadan kendi imkânlarımla yattığı kalktığı saatleri görüp, kendi kendime mutlu oldum. Ha tabii bir de fotoğraf göndermenin tadını kaçırmak gibi bir avantajı var bunun. Mesela Whatsapp'tan mesaj atıyorsunuz, diyelim ki çocuk o sırada derste, yazmaktansa, sınıfın bir fotoğrafını çekiyor yolluyor. Ya da sınava çalışıyorsa, masasına yaydığı elli tane kitap defterin fotoğrafını... Veya siz neler yapıyorsunuz diye haberdar etmek istiyorsunuz: Televizyon karşısında babasının, elinde kumandayla uyumuş halini çekip yolluyorsunuz. Çocuk da evde her şeyin yolunda olduğunu görüyor. Yeri geliyor, ertesi gün kargoya vereceğiniz puf puf kabarmış keki çekiyorsunuz. "Bak bu senin," deyip yolluyorsunuz. Çok faydalı vesselâm... Ama yine de ayar kaçırmamak gerekiyor.

Ben ayvaya, ayva bana bakarak geçen bir seneden sonra, yaz geldi, okunmuş pirinçler içirildi, sınavlara girildi, sisteme beddualar edildi, "Hayırlısı olsun" şeklinde anneanne duaları edildi, sonuçlar beklenilmeye başlandı. O andan itibaren de "İkinci Geleneksel İstanbul'a Çocuk Yollama" şenliklerine hazırlığa girişildi.



26 Eylül 2013 Perşembe

KALDIK MI EVDE İKİ KİŞİ... KALDIK Kİ NE KALDIK...



"Gitti gidiyor" diyerek geçen ikinci yılı da geride bıraktım. Büyük ergenimin İstanbul'da okuyacak olma fikrine ve gerçeğine alışma süreçlerinin benzerini yaşadım yeniden. "Benzeri" diyorum çünkü bu defaki farklıydı. Onunla alıştığım şeylerde kabuğum kalınlaşmış, hafif bir kaşarlanmıştım. O yüzden de birebir aynılarını yaşamadım. Farkı yaratan, iki çocuğumun karakter farkları ve benim onlarla olan iletişim farklarım oldu. (Bolca "fark" yazan bu cümleyi az "fark"lı bir hale nasıl sokacağımı bilemedim; dilbilgisi kuralları uğruna da anlamı tepetaklak edesim gelmedi doğrusu. İdare edin artık).

1 no.lu ergenim erkek olduğu için aramızdaki 'mıç mıç'lık düzeyi aynı değildi tabii ki (Aha! "farklı" dememek için "aynı değildi" dedim ve durumu kurtardım bu defa). 2 no.lu ile aynı cinsiyetin vatandaşı oluşumuz, birlikte geçen zamanların daha fazla oluşu, kafa yapılarımızın yakınlığı, onun yaşına göre olgun/benim yaşıma göre çocuk oluşum sayesinde ortada buluştuğumuz noktaların çokluğu vs vs derken, anaam meğer ne çok birlikte vakit geçiriyor ve ne çok şey paylaşıyormuşuz! 1 no.lumuzun, İstanbul'da okuyacağı kesinleşince (zaten kesinleşmese de olacağı oydu), sınav stresinden kurtulduğu an kendini eğlencelere ve arkadaşlarına vakfetmişti ve hatta bir ara "Ben, siz benim yokluğuma alışın diye bu kadar çok gezip tozuyorum," demişti de neredeyse inanacaktım :)) Yalnız çocuk gerçekten de haklı çıktı. Her ne kadar gidecek diye hüzünlere gark olduysam da, sokak süpürgesi oluşu, yokluğuna alışırken bana çok yardımcı oldu. 2 no.lumuz ise, bütün yazı neredeyse dibimde geçirdi. Onun da İstanbul'a gideceği o kadar belliydi ki, şeytan dedi, "Git kızım gez toz, zabbahlar olmasın, olmadan da gelme" diyerek alışmaya başla. Şaka bir yana, şu an daha da iyi fark ediyorum ki, ben "çocuğum dizimin dibinde dursun" tipi bir anne olmamama rağmen, o gidene kadar bütün planlarımı onunla daha çok olayım diye ayarlayarak geçirdim. Sanki depolamaya çalışıyordum. İşin aslı, sonradan "onunla keşke daha çok olsaydım," dememek ve huzurlu olmaktı tabii ki. Yaz tatili için eve geri gelen oğlum için de aynısını yaptım mı yaptım. Onlar dışarı çıkma planı yaparken gayet anlayışlı iken, kendim onlardan ayrı bir plan yapmaya pek de hevesli olmadım. Onların gezmekten dönüşünü beklemek bile güzel geldi.
Kızımın sınava hazırlandığı ve raporlar alıp haftalarca evde kaldığı süre boyunca, programımı hep ona göre çizdim. Sıkıldıkça dışarı çıkmak istedi ve ben hep hazırdım. Tüm arkadaşları da sınava hazırlandığı için, birlikte çıkacak kimse kalmayınca, ben hep vardım. Her defasında da büyük keyif aldım. Ve hep bildim ki, o da benimle güzel vakit geçiriyor. Ona da aynen oğluma yaptığım gibi, yıl boyu ara ara yazdığım bir hatıra defteri tuttum. Yaşadıklarını, sıkıntılarını, sevinçlerini not aldım onun adına, kendi cephemden. Nasihatlar ve öneriler de yazdım haliyle. Kaçar mı!

Önümüzde çok şükür ki, güzel bir örnek vardı: ağbisi... Geçen kış, 'evden uzakta okumak' adına yaşadıklarımıza tanık olmanın avantajı vardı. Palazlandık, törpülendik, yaşadık, rahatladık ve alıştık. Oğlumuzla deneyimlediklerimizden şunu görmüştük ki, o sağlıklı ve mutlu oldukça bizden mutlusu yoktu. O huzura ulaşana kadar da endişe yaşamak doğaldı. E şimdi aynı süreci kızımızla da yaşayacaktık. Günler süren valiz hazırlıkları sonunda kızımı da okuluna yerleştirme süreci kapıya dayanmıştı. Üniversite sonucunun gelmesiyle başlayan ve her defasında niye olduğunu anlayamadığım "göz dolma"larım da geçmişti. Evet, şaşırıyordum bu hüznüme. Çünkü ben artık kıdemli bir anneydim bu konuda. "Oralarda ne yapacak?" endişesinden çok, "O DA gidince ben ne yapacağım?"a ağladığımı fark ettiğimde, ay ben bi acıdım kendime bi acıdım, sorma sevgili okur. "Gidene değil kalana ağlıyorum," demek bu olsa gerek. Deli miyim neyim...

Şu valiz işinden bahsedeyim biraz: Siz erkek valizi hazırlamakla, kız valizi hazırlamak arasındaki büyük farkı bilir misiniz? Bilirsiniz. Tamam, lafı uzatmaya gerek yok o zaman :))

Severim tefrikaları, çünkü uzun uzun bir defada yazıp, okuru sıkmak istemem. Gerisi gelecek. Gelmek zorunda. Valla size okumak olsun diye değil, içimi boşaltmam lazım da ondan. Tamamen bencil bir faaliyet yani.
Hadi görüşürüz :)



28 Mayıs 2013 Salı

ANLAMA CESARETİ


Bir seminerde, ünlü yazarlarımızdan biri: “Edebiyat, roman, kendine benzemeyen insanları anlamayı öğretir,” demişti. Çok doğru ama bence eksik: Aynı zamanda kendini tanımayı, anlamayı ve irdelemeyi de.
Günlük hayat içinde yaşadığımız, konuştuğumuz, tepki verdiğimiz şeyleri düşünmeye, ne zamanımız ne de farkındalığımız yeter. Bunların içinden ancak o an için işimize yarayanları çeker çıkarır, yolumuza devam ederiz. Bir zaman bulup ya da yaratıp kendimizle kaldığımız anlarda kaçına kafa yorabiliriz ki? “Oturup kukumav kuşu gibi her birini düşünün, kafa patlatın, aman ha sakın es geçmeyin!” önerisinde bulunmam mümkün değil zaten. “Hatta yapmayın” diyorum size. Sadece sanata vakit ayırın, diyorum size. Roman, şiir, deneme, anı kitapları, sinema/film, tiyatro… Canınız ne çekiyorsa, hangisine daha yakınsanız. Mutlaka kendinize ve etrafınıza dair ipuçları yakalayacaksınız.
Bir roman ya da deneme kitabı içinde yazılanlarla ve karakterlerle özdeşleşebildiğiniz oranda, hem kendinize hem size benzeyen/benzemeyen insanlara ulaşacaksınız. O yazılanlardaki karakterler de anlaşılmayı beklerler. Gerçek kahramanlar da olsalar, hayalî de olsalar, bunu bizden istediklerini bilmeden, biz de onları anlamayı ve içlerinde kendimizi yakalamayı isteriz. Yazarın kendi gözlem ve kurgusundan demlenerek bize sunduğu dünyada, kendimize bir yer bulmaya gönüllüyüzdür. Belki de bu özdeşleşmeyi yaşayamadığımız kitapları, tam da bu yüzden ya zorla okuyoruzdur ya da yarım bırakıyoruzdur. Çünkü bilinç, içiyle de dışıyla da hep bir merak halindedir ve hem kendimizi hem etrafımızı kovalar durur. Bulduğumuz zaman da seviniriz/şaşırırız, yazarına bağlanırız, karaktere ısınırız.
YA DA; hiç bilmediğimiz konular ve yaşamlar içindeki karakterleri okuyarak, onları anlamaya başlarız. Kesin bir kural olarak söyleme iddiasında bulunamam ama daha çok okuyan/izleyen insanların, gerçek hayattaki insanları anlama başarısı daha yüksektir. Tabii ki okuduklarından manevi kazançtan çok, okuduğu kitap sayısını artırmak hedefi güdenler ayrı: onlara bir ‘skorboard’ veya tebeşir hediye edelim de çetelesini iyi tutsun.
Örneğin, bir katili, zimmetine para geçiren birini, eşini aldatanı, çalıp çırpan bir hırsızı, çok çalışmaktan ailesine zaman ayıramayanı ya da bir uyuşturucu bağımlısını anlamayı/tanımayı çok da düşünmeyiz. Ama okuduklarımızda/izlediklerimizde bu karakterlere yaklaştıkça, onları benimsediğimiz, hatta hak verdiğimiz hiç mi olmadı? Gerçek hayatta hiç merak etmeyeceğimiz, belki bucak bucak kaçacağımız birinin benzerini bir romanda anlamaya çalışmaktan çekinmeyiz. Bu da başkalarını anlamak için bir vesile, kendi sınırlarımızı genişletmek ve duvarlarımızı kırmak için bir fırsat olabilir. Bir hırsız ya da katili vs bağrınıza basın demek istemiyorum tabii ki; bunlar sadece, kendimize ve çevremize giden yoldaki çalı çırpıyı elemeyi, ışığı artırmayı ve biraz daha ayırt edici bir gözle bakmayı sağlayacaktır. 
Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sındaki baş kahraman Raskolnikov, bir katildir. Onun psikolojisine tutulan büyüteçle, işlediği cinayet için neredeyse "eline sağlık" diyesiniz gelir. Size sunulan analizlerden varacağınız sentezlerle, siz artık aynı siz olamazsınız. Bir katilin ruh halini anlayarak kötü bir insan da olmazsınız. Yeni bir bakış açısı ve ufuk sunmamış olabilir. Bazen bildiklerimizin onaylanması da iyi gelir. O karakteri anlamaya çalışırken, onun gibi düşünmeye çabalarken, ciddi bir empati mesaisine girmişsinizdir. Sonunda onun cephesinde ya da karşı cepheden çıkmak, fark etmez. Bilmediğiniz birini yakından tanımış olursunuz. Hangi kültürün ya da ülkenin karakteri olduğunun da, bir yerden sonra önemi yoktur. Goethe'nin de dediği gibi: "Amerikan edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı diye bir şey yok. Sadece o dillerde yazılmış eserler var. Çünkü hepsi insanı anlatıyor." 
Edebiyat, tiyatro, resim, müzik, sinema… Sanat, gerçek hayattan daha gerçek ve cesurdur. Eser sahibinin imgelem, yaratıcılık, birikim, beceri ve cesareti çerçevesinde bilemeyeceğimiz yaşamlara girerek, önce kişisel sonra çevresel tanıma haznemiz gelişir. Eseri yaratanın hayal, gözlem, ikna ve inandırıcılık gücü oranında çapımız genişler. Kendine ve çevresine değer veren herkesin bu yola çıkması gerekir. Bunlarla yüzleşecek cesaretiniz, bu tanımayla baş edecek gücünüz oranında sanata yaklaşır ya da uzaklaşırsınız. Yaklaşamayanları, yaklaşıp da vazgeçenleri, “vakti olmayan insan” olarak değil, ancak “korkak” diye nitelendirebilirim.
Geldiğimiz gibi gitmemek adına, kişisel evrimimizi gerçekleştirmek yolunda devrimden korkmamak,
Kulaktan dolmaların esaretini kırma cesaretini göstermek,
Bir hayal ürünü içinde yakalanabilecek çok büyük bir gerçeğin ışığında aydınlanmak.
Kendini bilmek ve bulmak, her şeyden vazgeçmek değildir.

23 Mayıs 2013 Perşembe

GERİ DÖNÜŞ :)

Herrrkeslere tekrar merhabalaarr!!!

Uzun bir ara verdim ama yazmaya ara vermedim.
O arada ikinci kitabım çıktı: "Göçmen Ruh".
O arada İzmir Kitap Fuarı'nda 4 kez imza günüm oldu. 
O arada tiyatro oyunumuz oynandı: Dario Fo'dan "Kadınlardan Konuşalım: Kahraman Kadın ve Şişman Kadın".
O arada Habertürk gazetesinin "Ege'de Yaşam" ekinde yazmaya başladım.
O arada "Diş Hekimi" dergisinde deneme türünde köşe yazıları yazmaya başladım.

İlk kitabım uğurlu geldi ve bana bu yolları açtı. Yazmanın ve paylaşmanın tadını katbekat artırdı.
Blog arkadaşlarımı çok özledim.

Artık buraya ve sizlere daha çok vakit ayırabileceğimi umuyorum...

Merhaba...
 :)

BİR TİYATRO OYUNUNUN PERDE ARKASI

Tarih, Mayıs 2013. Hayatımın altıncı tiyatro oyunuyla sahnedeyim. Her zamanki gibi aylar sürmüş, kâh çok keyifli, kâh kan ter akıtarak geçen bir sürecin sonundayız. Dario Fo'nun "Kahraman Kadın" isimli oyununda baş roldeyim; heyecanım kalbimi durdurmak üzere. Öte yandan rolümü öyle sevmişim, sarılmışım, öyle özdeşleşmişim, kafa patlatmışım ki, hiçbir aksiliğe tahammülüm yok. Yaklaşık yirmi beş sayfa ezberim var; ezber yapmaya alışkınım ve çok zorlanmamışım. Fakat oyunun ben dahil sekiz kişiyle geçen trafiğine çalışmak ve alışmak kolay olmamış. Biri giriyor, diğeri çıkıyor. Oyun zaten sokakta geçtiğinden, bu şekilde bir devinim olması kaçınılmaz ve şart. Ama seyirciye pek de doğal görünen o devinim için haftalar boyu çalışmak gerektiğini de söylemeden edemem; kim ne zaman sağdan giriyor, kim ne zaman aynı anda soldan giriyor, kim o anda ne yapıyor, ne kadar hızla yürüyor, çıkmadan önce ne kadar bekliyor, kaça kadar sayıyor da çıkıyor, o anda sahnede sabit kalan ben ne dersem arkamdan kim geçecek vs vs...
Ayrıca bir sokak satıcısını canlandıran bana, bir de tezgâh lazımdı tabii. O tezgâhı doldurmak da lazımdı tabii. Gözümün önünde gerçekten bu işi yapan bir satıcının tezgâhı, hayal gözümle tarıyorum neler var diye. Elime bir poşet alıp, evdeki tüm dolapları karıştırıyorum: "bu olur, bu olmaz, aa bu da nereden çıktı, hanidir bulamıyordum," konuşmalarıyla evdeki ıvır zıvırlar poşetlere doluyor. Oh bu bahaneyle dolaplar bir güzel temizleniyor. Tam dört tane ve artık demliği bile kalmamış demlik kapağı, dünyanın oyun CD'si, artık kullanılmayan ama her nedense kıyıp da atılamayan cüzdanlar, çoktan izlenmiş ve bir kenara konmuş korsan CD'ler, ayıcıklı çocuk makası, ayakkabı için keratalar, elbise fırçası, ayakkabı kalıbı, kadın çorabı, krema şırıngası... Ekip arkadaşlarımdan onlarca boş parfüm şişesi, yine cüzdanlar, avuç dolusu kalemler, rozetler, oyunda satışını yaptığım için bekârlardan (!) boş prezervatif kutuları... Ayrıca masraftan kaçınmadım (3 TL), on tane de mandal aldım ki tezgâhımın kenarlarına CD ve dergi tutturayım. Oyun icabı ciddi görünen bir dergiye ihtiyaç var; hemen mesleki bir derginin fotoğrafsız bir sayfasını açıp yerleştiriyorum. Küçük boy bir içki şişesi lazım; Tekel'in konyak şişelerine güveniyorum ama meğerse yıllardır üretilmiyormuş, nereden bileyim. Sorduğum tüm bayiiler, kıs kıs gülüyor bana ("kadına konyak krizi geldi herhal" bakışı eşliğinde). Bunu unutturmak için "daha masum bir şey mi alsam?" diye aklımdan geçiyor ama ona ne ya! Yine de mecburen, konyağın değil şişesinin gerekli olduğunu açıklamak zorunda kalıyorum; inanıyorlar mı bilmem ama benim içim rahat. Sonunda eve gidip, yıllardır büfede duran hiç açılmamış küçük bir votka şişesini pis pis kesmeye başlıyorum. Eşime bahsediyorum, "al tabii ki ya, n'olacak" diyor. Alkolle aramızın pek olmadığı alenen kanıtlanıyor. İçkiyi lavaboya boca edip, içine çay koyuyorum ki sahnede içecek olan arkadaşlarım oyun sırasında haşlanmasın. Bu konuya tekrar döneceğim.

Rol ehli ne yapmalı? Rolünün hakkını verebilmek için o tarzda insanları incelemeli, gözlem yapmalı di mi ama? Ben ne yaptım? Yönetmenimizin bu rol için Kemeraltı'nda attığı özel turlar sonucu saptadığı bir işportacı kadını, tavsiyesi üzerine izlemeye gittim. Kentkart dolduran, gazete ve su satan bir kadındı. Hocama, etrafına posta da koyan bir kadın izlenimi verdiği için, uzaktan izlemeye aldım; lafı yemeyeyim diye. Yine de fark edilme korkusuyla, hemen dibindeki kafeye oturdum, kalem defterimi çıkardım, bir orta Türk kahvesi sipariş ettim, 4.5 cm çapındaki (bu arada onu ölçtüm) yuvarlak kara gözlüklerimi taktım ve izlemeye başladım. Öyle çok not almam gerekti ki kahveyi soğuk içmek zorunda kaldım. 20 dakika sonunda dayanamadım ve kafeden kalkıp yanına gittim. Önce Kentkartımı doldurttum ve sonra konuya girdim. Beni hemen yanındaki leş gibi tabureye oturttu; bildiğimiz plastik tabureye pis bir iple bağlanmış pis bir minder... Olsun varsın... "Dün yağmuru yedi ama kurumuş, oturabilirsin," dedi. Oturdum. Düzgün konuşuyordu ve neredeyse bu işi sonradan yapmak zorunda kalan eğitimli bir kadın derdiniz; aynı benim rolümdeki kadın gibi. Ailesini, nasıl çalıştığını, mesai saatlerinin uzunluğunu, eski büfesini belediyenin kaldırttığını, 16 yıldır bu işi yaptığını, üniversitede okuyan oğlunu vs anlattı. Arada da , yaptığı satışlar sırasındaki bazı hallerine dikkat etmemi, rolümde işime yarayacağını söyledi. Lafın özü, bana öyle faydası oldu ki! Oyuna davet ettim ama mesaisinin 21:30'u bulduğunu, o saatten önce tezgâhı kaparsa müşterilerine ayıp olacağını söyledi. İşini seven ve müşteriyi velinimet sayan bir esnaf. Helâl! "Gene gel, beklerim," dedi ve ben dopdolu bir şekilde yanından ayrıldım. Yürürken popomda biraz nem hissettim; minder tam kurumamış.

Aynı anda çalışılan diğer oyun ise çok şişman bir kadının hallerini anlatıyor. Baş roldeki arkadaşımı şişman göstermek için elbise biçer-diker gibi sünger ve elyaftan bir iç giyim hazırlanıyor. Her provada sucuk gibi terliyor zavallım. Sahnede kendinden geçercesine yiyip içmesi gerekiyor. Ne yesin diye düşünürken, bal/peynir/ekmek/Nutella'da karar kılınıyor. Ara verildikçe ekip Nutella'nın çevresinde tur atıyor; biri bir parmak atıyor, öteki ekmeğe bir lokma sürüyor, beriki dayanamıyor derken, yönetmenimiz gürlüyor: "Dekoru yemeyelim arkadaşlar!!"

Neyse... Sonunda sahnedeyiz.
Orası başka türlü bir şey... Nasıl anlatılır ki... Aylarca çalıştığın her şeyi bir defada dökeceksin ortaya; anbean değişimleri, duygu geçişlerini, her cümlenin hak ettiği vurguyu, her ifadenin gereği olan beden dilini, karakteri yaşatacak her şeyi, oyunda kullanılacak malzemeleri ve bunların nerelerde kullanılacağını ve zaten replikleri... Unutmaman gerekiyor. Kafan bir yandan çorba, bir yandan cin gibi.
Orası başka türlü bir şey... Nasıl anlatılır ki... Hayatta unutmam dediğin bir şeyi unutturabilen, izleyiciler arasındaki tanıdıklarının ve tanımadıklarının gözlerini üzerinde hissettiğin, hemen unutmaya çalıştığın, saliseler içinde gerçek ile sahne hayatın arasında gitgeller yaşadığın, "burada gülünmesi uygundu, niye gülmediler?" diye anlık sıkıntılara girdiğin, hemen ardındaki sahnede nelerin gelişeceğini de aynı anda düşündüğün, sesini ve enerjini yüksek tutman gerektiğini sürekli hatırlattığın, sahneye ilk adım atacağın ana kadar üç buçuk attığın, vaktin geldiği anda da "olacağına varsın" deyip kelleyi koltuğa yerleştirdiğin, ilk beş dakika boyunca kendinden kurtulmak ve heyecanından kopmak için kalbine "yeter artık bir sus!" diye azar çektiğin bir yer... Ruhun bir yandan festival, bir yandan ıslak bir kedi gibi.

Oyun sırasında tüm ışıkların sönüp, o anda sahnede olan sekizimizin de yer değiştirmesi gerekiyor. Karanlıkta herkes sahneden çıkıyor. Benim de sahnenin diğer ucundaki yerime geri dönüp oturmam, başıma hızla bir bere giymem ve uyuyor gibi yapmam gerekiyor. Oyunlardan birinde, yerime oturdum, beremi her zaman koyduğum yerden almak üzere elimi uzattım. O da ne! Bere yok! Nasıl olur? Bir anda hatırlıyorum; oyun sırasında kullandığım bir çantaya teptim. Tamamen refleks! Vaktim dar; en fazla sekiz saniye içinde hepsinin olması bitmesi gerekiyor ki, ışıklar yandığında hanidir uyuyormuşum gibi görünebileyim. Çantaya elimi atıyorum, bere yok! Nasıl olur? Eminim, orada olmalı. Çok iyi hatırlıyorum. Işık ve ses panelinde oturan yönetmenimize bakıyorum, bana bakmıyor. Nasılsa her zamanki gibi hızla hazır olurum diye emin. Birazdan açacağı ışığın düğmesine ve o anda çalan müziğe odaklanmış. Bereee?? Elim çantayı hallaç pamuğu gibi atıyor; tangur tungur kutu sesleri, tezgâhtan malları topluyormuş rolü yaparken attığım ıvır zıvırlar elime geliyor, ama o yumuşak bere yok! Tekrar yönetmenime bakıyorum, gene bakmıyor. Allah'ım çıldıracağım! Bundan sonraki sahnelerin o bere olmadan en ufak bir anlamı yok. Dedim ya sekiz saniye diye, sanki dakikalar geçiyor. "Şimdi, otobanda gözüne far tutulmuş bir tavşan gibi, eşi tarafında basılmış bir insan gibi, etrafı polislerce çevrilmiş kanun kaçağı gibi dımdızlak yakalanacağım!" iç fırtınalarıyla, çantaya son bir vurucu hamle yapıyorum. Ölüm korkusuyla gösterilen son salise atağı ile bereye ulaşıyorum. Yaşasınnn! Gözüm gene yönetmenime gidiyor, hâlâ bakmıyor. Ama benim hâlâ işim var; bereyi düzgünce takmam lâzım. Büyük bir bere ve kafama hızla taktığım gibi çeneme kadar geçiyor. Offf bu nasıl bir kâbus?! İşte şimdi tavşan, basılmış eş veya kanun kaçağı rolüne geçmek üzereyim. Seyirciye "Şaka yaptıııık, ben aslında işportacı değilim ve bu bir çocuk oyunu. Karşınızdaaa Bugs Bunny!" demeye hazırlanayım bari. Şu arada geçen süre altı saniye falandır herhalde, ama ben bütün akşamı o halde geçirmiş kadar uzun hissediyorum. Bereyi düzeltiyorum, tamam oldu sonunda. Ohh!! Hemen uykuya geçmem lâzım. Gözüm gene yönetmende; yok, bu akşam hiç bakmayacak bana. Işığa yakalanacaksam, bari uyumayayım bile. Annesi gelince bir anda uyuyormuş rolü kesen ve yakalanan çocuk gibi görüneceğime, uyanık durayım daha iyi. Hiç olmazsa uykulu gibi yaparım. Son bir saniyede kumarı oynuyorum ve uykuya geçiyorum. Siz hiç "bir saniye"nin ne kadar uzun olabileceğini, o sürede ne çok iş yapabileceğinizi bilir misiniz? Sekiz saniye için ise hiçbir şey demiyorum; ohooo neler neler yapılır. Kollarımı kavuşturuyorum, gözlerimi kaparken başımı da öne doğru eğiyorum, gevşiyorum. Ve müzik susuyor, ışık açılıyor. Hemen dibimde beni derin (!) bir uykudan uyandırmak üzere bekleyen rol arkadaşım, beni hızla dürtmeye başlıyor. "O bere o çantaya girmeyecek bir dahaaa!" diye kendime kızmak için "bir saniye" hediye ediyorum, hemen o arada. Sahne devam ediyor. Şükürler olsun!

Bir sonraki oyunda, dersimi almışlığımın içsel tembihleri eşliğinde, bere asla o çantaya girmiyor bir kez daha. Ohh bir güzel yerleştiriyorum; tezgâhımın alt gözünde her zaman durması gereken yere. Oyun da genel olarak şahane akıyor o akşam; hepimiz kendimizi çok güzel motive etmişiz, hocamız motive etmiş, hep birlikte ısınmışız, sesimizi açmışız, son oyun olmasının getirdiği hüzün ile "iyi olmalı" gazı arasında bomba gibiyiz. Tekleme yok, kekeleme yok, ses ya da duygu dalgalanması yok, oyun akışı kusursuz gidiyor, efektler ve ışıklar tam yerinde... Sıra gene tekrar bereyi giyme sahnesine gelirken, içimde bir rahatlık, bir zafer hissi, sormayın gitsin. Ve tüm ışıklar tekrar söndü, herkes sahneden çıktı, ben yerime geçtim, beremi taktım, omuzumda arkdaşımın elini hissettim, bana destek verircesine omuzumu sıktı, daha sürem var yaşasın!! Ben de "sağol" babında eline pıt pıt yapayım derken, o da ne!! Sekiz saniye beklenmeden şaaak diye ışıklar açıldı bu defa da!
Şimdi bir dakika, burayı biyolojik destekli olarak anlatmak istiyorum: Zifire yakın bir karanlıkta gözler faltaşı gibi açılır; göz bebekleri kamyon lastiği gibi geniştir, üçgenin iç açıları toplamından da geniş bir çaptadır. "Hanidir uyuyor bu kadın" tanımına tamamen ters yani, di mi sayın okur? Otobanda yakalanan tüm tavşanlar bile benim kadar çaresiz kalmamıştır, gözleri benimkiler kadar patlamamıştır. Karanlığa ful uyumlu gözlerimdeki açıklık ile tepemde yüzüme yüzüme vuran ışıklı bir ortamda, ben ancak gözü açık uyumayı beceren insan üstü bir varlığa dönüşebilirim. Elim "sağol" pıtpıtında arkadaşımın elinin üstünde kalmış, gözlerim hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan tüm beyaz kısımlarını dibine kadar gösterir bir halde, bir kâbustan uyanma haleti ruhiyesiyle "ahhggghhh!!" diye gözüm açık olarak uyanmak zorunda kaldım. Öyle bir naraydı ki o, içinde neler saklıydı: "Offf yaaa, bu defa da erken açıldı ve yakalandım. Ben şimdi seyirciyi nasıl inandırayım?"... "Öyyyle bir kâbustan uyanıyorum ki, nara da böyle olur haliyle."... "Öyyyle bedbaht bir kadınım ki, gözüm açık bile uyurum ben."
Ben bunlarla boğuşurken, benim yuvalarından fırlayıp seyirciye doğru yönelmiş gözlerimi gören arkadaşım ise başka bir âleme gark olmuş o anda. Gayet destekçi bir şekilde dibimde beklerken, benim halimi gördüğü anda şakulu kayıp, sırıtmaya başladı. Bana sorması gereken soruyu soramadan yanımdan kaçtı. Yani ben bir an onu sırıtırken ve kaçarken gördüm, o kadar. Sorusu oyunun hayatiyetini etkileyen bir soru değildi, sadece "Signora, signora, iyi misiniz?" diyecekti, ben de onu "iyiyim iyiyim" deyip başımdan savacaktım, ama o kendini benden önce savdı gitti. Bana da oyunun kalanındaki dramı kaldığı yerden devam ettirmek kaldı. Zaten o heyecan, telaş ve kızgınlıkla, dramı köklemem hiç zor olmadı.

Son oyunumuzdan geriye kalanlar bunlara gülmek, kapanışı tüm ekip olarak çok başarılı bir performansla bitirmenin sevinci ve ilerideki oyunlarımıza yeni motivasyonlar oldu.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

EDEBİYAT UĞRUNA TABANA KUVVET



Ömrümün ikinci imza günü yine bir kitap fuarında oldu ama bu defa İzmir'de, memleketimde. İlkini İstanbul'da yaşamış, şahane insanlar tanımış ve dönüş yolunda oraya ne için gittiğimi bile unutturan tam üç saatlik bir metrobüs zebilliğine maruz kalmıştım. Bu defa evime yürüyerek on beş dakika (on üç bile olabilir) mesafedeki fuar binasına gidiş sorunum olmadığından, gün aşırı gittim geldim. Hatta baktım çok kısa, biraz yolu uzatayım diye düşündüm mü? Hayır, çünkü ben yürüme tembeliyimdir.

Bir gidişimde, gecikeceğimi fark edince, dolmuşa bindim. Dolmuşta tek müşteri ben olduğum için ortalama 20 km hızla yol alıyordu. Bu durumda şoför abim, yoldan geçen/ona bakmayan/hasbelkader bakan/hayatta binmeyeceği belli olan/bir ihtimal binebilirmiş gibi görünen/otobüs beklediği alenen anlaşılan/sadece karışıdan karşıya geçen/başka dolmuşta aksi yönde giden vs her insan evlâdına korna çalarak beni benden aldı. Yolun daraldığı bir yerde, karşıdan gelen bütün arabalara yol verdi; gören de âlemin en kibar şoförü sanırdı. Dışımdan "E artık biraz ilerlesek" (İçimden: "Yok işte binecek yeni müşteri, ne diye bastırıp gitmiyoruz?") desem de, "Nasıl ilerleyeyim, aygır gibi geliyorlar," diyerek âlemin en kibar şoförü olmadığını anında kanıtladı. Buna verecek cevabım yok muydu? Tabii ki vardı ama en azından birimiz âlemin en kibar insanı olmalıydı o anda. O da bana nasip olacaktı. Bana da bu yakışırdı.
Âlemlerimizin farkı bas bas kendini ilân etti mi etti... En nihayetinde ilerlemeye niyet etti. Bu defa da trafik sıkışmaz mı! Of Allah'ım! "Geç kalıyorum, bari hızla gideyim," diye bindiğim dolmuş, benim tabanvayla gidebileceğimden de yavaş yol alınca, bir süre sonra inmek şart oldu. Ufukta fuarın araç girişli kapısının (ama kitap fuarı değil, İzmir fuarının) ucu göründüğü anda dolmuştan fırladım. Fırlamadan önce "yürüsem daha çabuk giderim" diye bir açıklamaya ihtiyaç duyacak kadar kibarlaşmıştım. (Daha da ileri gidip: "İzniniz olursa ben ineyim," mi deseydim acaba?) Şoför abim "e hadi madem" diyerek bana en sıcağından bir destek verdi. Ne yani, dümdüz inip gidecek değildim ya... Beş dakikada alınabilecek mesafeyi alnının akıyla on beş dakikada katetmiş iki kader ortağı, yol arkadaşı, can yoldaşıydık. Bu sıcak uğurlamaya karşılık el sallamak istedim ama abartmanın âlemi yoktu; ne de olsa âlemlerimiz farklıydı. İndiğim anda, Murphy kanunlarından sayılabilecek bir hareketi beklemedim değil: Trafik tam o saniye açılabilirdi. Ödüm koptu. Şükür ki açılmadı. Koşmaya başladım. O an fuara yetişmekten çok, dolmuşun beni geçmemesi için koşuyordum. Öyle bir depar atmışım ki, bizden çok ileride seyreden başka dolmuşları bile geçtim.
İzmir Fuarına giriş kapısından girmeme az kala, içeri bir araç girmiş ve demir kapıyı yeniden kapatıyorlardı. "Eyvah beni bu kapıdan almazlar mı acaba?" diye içimde fırtınalar eserken, kapı tam kapanmadan içeri daldım. Arkamdan "hoop buradan yaya girişi yok!" diye ünleyecek bir ses beklerken, öyle hızlı koşuyordum ki, beni gören gerçekten de yakalanmam gerektiğine inanırdı. Seslenen olmadı ama olsaydı, caddeye geri döndüğümde şoför abimin beni pis pis sırıtırak bekleyeceğinden emindim. Bir sonraki ana girişe kadar tekrar binmem gerekseydi, dolmuş parası alır mıydı acaba? Bunu hep merak edeceğim sanırım. Aramızdaki hukuktan girip, on beş dakikalık teşriki mesaimizden çıkardım (Şaka tabii ki... İndi bindi için bile para alınan bir memlekette mesainin esamisi okunmaz, değil mi ama? Hem aramızda iki liranın lafı mı olurmuş hiç!)

Kitap fuarına hemen ulaştım. Aman Allah'ım o nasıl bir kalabalık! Bırakın içeri girmeyi, dışarıda bile yürümek zordu. Oradaki en yakın giriş kapısı, memleketin üç harfli sınav silsilelerine hizmette kusur etmeyen ve sınır tanımayan test kitaplarının satıldığı salona açılıyormuş. Ellerinde SBS, YGS, LYS (azıcık daha ıkınsak, OGS, HGS, KGS...) kapaklı test kitaplarıyla ilerleyen irili ufaklı ergenleri yarmam gerekiyordu. Hepsi nasıl mutlulardı! Sanırsınız ki tatilde okumak için dizi dizi kitap almışlar. Onlardan alsalar zaten bu kadar mutlu olmazlardı. Bunu ne yazık ki kendi küçük ergenimde de yaşadım:
"Yaşasın! Kitap fuarına gidip bir sürü kitap alacağım!"
"Aaa ne güzel!" (İç ses: "Vallahi de helâl olsun kızıma, LYS arifesinde bile kitap almaya gidecek ve nasıl da seviniyor yavrum.")
"Birkaç hafta önce aldıklarım bitti, yenilerini alacağım."
"Neler almayı düşünüyorsun?"
"Edebiyat, coğrafya, matematik test kitapları."
"Innkk!!!"
Bi dakka bi dakka... Haksızlık da etmeyeyim çocuğa: Aslında kitap okumayı gerçekten de sever ve kış içinde yeni kitap alıp, yazın okuyacak diye planlar yaptı. Hatta bazılarını okumaya başladı da, deneme sınavı kitapçıkları kıskandılar ve pek izin vermediler.

Neyse, konumuz bu değil ama zorla getirttiler.
Ergen kalabalığını yardırarak salona girdim. İçerisi dışarıdan beterdi. Kâbe'yi tavaf edercesine bir izdiham... İzmir insanının rehaveti hemen anlaşılıyordu. Kordon boyu seyrine çıkmış gibi, kitap almadan yürüyüşe gelmiş gibi, imza gününe gelmiş ünlü yazarları sanki kafesteki maymunları izler gibi, kitaplara "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" der gibi minik ve ağır adımlarla seyir halindeydiler.
Beni herhangi bir kitap fuarının içine bırakın, hangisi İzmir'inkidir, şıp diye anlayabilirim. İşte o anda şoför abime yaptığım haksızlıktan pişman bir şekilde, ben de mecburen adımlarımı yavaşlatmak zorunda kaldım.Yayınevimin standına ulaşana kadar kapanış saati gelmesin diye duaya başladım.

Devamı gelecek... 






MARATON BAĞIMLILIĞI





Hangimiz sadece tek şeyin peşinde koşturuyoruz ki? Bunun olabilmesi için çok bencil ve yalnız bir hayat sürüyor olmak lazım. Tek kendi için yaşayan biri olmak bile, tek meseleli bir hayat sürmeye izin vermez. Kendimce, bunu ancak akli melekelerini kaybetmiş ve etrafa bağımlı bir insan yaşayabilir, diye düşünüyorum. Fırsatların, teknolojinin, eğitim imkânlarının ve özgürlüklerin arttığı metropol yaşamlarında, tekdüzeliğe ve atıl kalmaya itirazı ve direnci olan her birey koşturuyor; olmayanlar ise şu an "konu dışı". Bu bireysel veya çoğul yarışın içeriğini büyük oranda zorunluluklar ve sorumluluklar kapsıyor. Üzerine ayrıca hobiler, zevk alınan uğraşlar veya "kendini iyi hissetme" pencerelerinin açılması eklenebiliyor. İşte asıl "konu içi" olan da bu. Bu pencereler bedeni de, beyni de, kalbi de peşi sıra sürükler gider; onlar da zevkle peşinden giderler zaten: Bu bir çeşit bağımlılıktır artık, kurtulmak istenmeyen. Dışarıdan bakana garip görünen, "Yeter artık, çok yoruldun" demeleri artıran, "Neyin kafası bu?" diye düşündürten ve aynı zamanda özendiren bir maraton. Azim, istek ve gücünüzü hayretle, gıptayla ve zaman zaman karın ağrısıyla (!) izlettiren bir maraton.
OYSA Kİ; Siz o maratonu kendinize bir yaşama sevinci ve "o(nlar) olmazsa anlamsız" hissettirecek bir motivasyon olarak görüyor ve yaşıyor olabilirsiniz. O koşuşturmalarla kendi var oluşunuzu hissediyor ve bununla şifa buluyorsanız diyecek söz kalmaz. Denecek olursa da, o sözlerin hepsi size hariçten gazel makamında tercüme olur, bir kulaktan girer ötekinden çıkar, bir gözle görülür ötekiyle kör baktırır. Beyniniz bunları algılar ama geri dönüşümü dahi düşündürmeyecek şekilde imha ve itlaf eder. Kısaca hiçbir duyunuzun umru olmaz.
Sizi peşine takan bu telaşların toplaşıp yarattığı maraton, sizin büyük kan dolaşımınızdır. Soyut ve somut tüm varlığınıza yaşam pompalar. Koşuşturmaya alışan beden, bin bir şeyi akılda tutmaya zevkle koşullanmış beyin ve bunların dinamizmi ile çok daha iyi çalışan kalp, size, günün yirmi dört değil en az otuz saat olmasını diletir. Cumhurbaşkanlarına ya da başbakanlara, yoğun programlarında sağlıklı ve dinç kalabilmeleri için uygulanan diyet ve destekleri merak ettirtmeye kadar vardırır. Hiç yorulmak istemezsiniz, ama tabii ki bir noktada yorulursunuz. Bazen beden, bazen beyin, bazen kalp yorulur. Bazen hepsi birden. Ama her şeye rağmen aşılabilinesi meseleler ise, insanın gücünü toplaması zor olmadığı gibi, mazoşist mayalı bir acılı zevk kıvamına bile gelebilir: "Zor ama verdiği zevk zorluğu alt ediyor," dedirtir mi? Hem de nasıl! Yorulduğunuz için kendinize kızdığınız bile olur ama yapacak bir şey yoktur ve dinlenmek şarttır. Sırf tekrar aynı hızda koşabilmek için, sırf temponuz aksamasın diye, şifa niyetine uyursunuz; görev sanki. Tedaviyi reddeden bir bağımlı gibi, bu maratonun psikolojik ve biyolojik etkilerine müptelâ ve tiryaki olursunuz. "Mutluluk nedir?" sorusuna bir cevap da sizden gelir: "Severek peşinden gittiğim uğraşlarımın sonundaki huzurdur."
Ha arada eksik/aksak giden şeyler de olmaz mı hiç!? Bunlar sadece hırs ve azminizi parlatır. Çünkü bilirsiniz ki, sonunda kendi ruhunuzun neonlarında parlayarak tatmin yaşayacaksınızdır. Bunun için değmez mi? Hem de nasıl!
Ama heyhat! Eninde sonunda tempo yavaşlayacaktır. Maraton sonunda ip göğüslenecek ve saha kenarına geri dönülecektir. İp ufukta göründükçe bir yanınız "E biraz dinlenmek iyi gelecek, enerji tazelemek lazım" der, diğer yanınız durmak istemez ve hüzünlenirsiniz. "Yavaşlayınca ne yapacağım?" diye telaş basar. Aylarca test çözmekten başka şey yapmamış bir öğrencinin, sınav sonrası boşluğuna düşersiniz. "Sudan çıkmış  balığın" şaşkınlığı basar. "İyi de ben önceden ne yapıyordum?" diye merak bile edersiniz. Kendinize, dinginliğe ihtiyaç duyduğunuz o nadir anları hatırlatırsınız: "Hani biraz durmak, dinlenmek istiyordun? İşte tam zamanı," diyerek avunursunuz. Maraton sırasında size kenardan su ve çikolata vererek destek olanları ihmal ettiğiniz olmuştur. Onlara vakit ayırırsınız yeniden. Bir sonraki yarışa kadar antrenman yapmanın gereğine veya formu kaybetmemeye asılırsınız. Durunca anlarsınız ki, koşmak olmasa durmanın anlamı yoktur, durmak olmasa koşmanın gücü yoktur. Birbirinden beslenen iki zıt kavrama sarılıp, rölantiye geçen motorunuza biraz nefes aldırmayı kabullenirsiniz. Bir sonraki maratona kadar…



20 Mart 2013 Çarşamba

MODERNLEŞTİK DE NE OLDU?





Fotoğrafın tarihi: 16 Mayıs 1957.

Kız on sekiz, erkek yirmi sekiz yaşında. Erkek, eşin dostun aracılığıyla ailesine ve kendisine tavsiye edilen kızı ilk kez, evlerinin önünde komşularla sohbet ederken görüyor. Erkek de zaten planlı olarak o saatte oradan geçiyor ki, kız da onu görsün. O zamanlar bir bakış, bir tavsiye ya da bir sezgi yetiyor, birbirlerine uygun olup olmadıklarına karar vermeye. Kız, terbiyesi/yaşı/"el elâlem" gereği fazla da bakamıyor. Sanki erkek çok mu bakabiliyor? Ama gene de kızdan biraz daha fazla. Kız da ailesinin onayına saygı duymak zorunda; ama gene de alıyor o ışığı, hissediyor o iyiliği. Kızın babası kızına fikrini, görüşünü sormadan geçmiyor; çünkü o kız onun çok kıymetlisi. Malum: “Evet beybaba, çok isterim,” diyemiyor. Ne diyor? Malum: “Siz nasıl münasip görürseniz.”

Kızın hisleri yanlış çıkmıyor; delikanlı, nişan ve düğün süreçlerinde kızın gönlünü hep hoş tutuyor. Kız da zaten kanaatkâr, zarif ve nahif. Hem zamanlar da şimdiki gibi züppelik ve görgüsüzlük zamanları da değil ki. Büyük bir uyum ve sevgiyle evleniyorlar. “Yuva” kavramını sanki birlikte hazmetmişler. O yuva, “biz bir arada olduktan sonra dünyayı deviririz!” dedikleri bir bağla kuruluyor. Sonra sırayla iki kız doğuyor dünyalarına.

Fotoğrafta, erkeğin, kızın kolunu tutuşundaki sahiplenmeye, yüzündeki huzur ve nezakete bakın… Kızdaki ürkek, asil ve “O’nun yanında” olduğuna dair teslimiyete bakın… Bu iki insan, 2002’de erkeğin gidişine kadar bir aradaydı. Tam kırk beş sene! Ha sanki şimdi bir arada değiller mi? O kadın, o erkek gittiğinden beri, onu anarken bir kez bile donuk ya da gitmişliğine alışmış değil; gözünde hep bir damla yaşı parlar hâlâ. O güzel kırk beş yıl için Allah’a hep şükreder, yaşattıkları için de kocasına hep teşekkür eder; onlar birbirlerini hep hoş tuttular. Eminim ki, o erkek de gittiği yerde aynı şeyleri yapıyordur. O zaten hep, o kızdan önce ölmek istemişti; çünkü o kızın yokluğuyla baş etmek zorunda kalacağına önce ölmeyi dilemişti.
Annemle babam böyle sevdiler birbirlerini...

Şimdiki zamanların evliliklerine bakınca, insanın görücü usulünü beğenesi geliyor. Artık çoğunluk önce sevgili olup, sonra evleniyor da ne oluyor? Çok mu başarılı ilişkilere imza atıyorlar? “Fazla bilinç iyi değil,” diyesi gelmiyor mu insanın? İnsan bilmediği şeyi ne sorgular ne de özlem duyar. Bilinç azlığıyla, birbirine uyum sağlamayı bir anlamda görev sayan ve eşine önce saygıyla sonra sevgiyle bağlanan o nesil, çok daha uzun evlilikler yaşadı, yaşıyor. Tabii ki aralarında kocasına muhtaç olmanın, ekonomik bağımlılıkla eli kolu bağlanmışlığın ve hatta “gelinliğinle çıktın, kefeninle dönersin,”lerin altında ezilen bir güruh da yok değil; hem de çok. Bu son grubu bu yazının konusundan dışarıda tutalım. Çünkü ne yazık ki, o bambaşka bir mecra ve çok da iç acıtan bir yara…

Bunların yanı sıra, en son moda da, ki bu daha çok erkeklerin “kaçış planı”: “Evliliğe hazır olamama, o sorumluluğu sırtlayacak cesareti bulamama, özgürlüğünden vazgeçememe” hallerinin madalyasız şampiyonları türedi. Şimdi sakın bu noktada kızların evlenmeye meraklı olduklarını söylemeyin. Büyük şehirlerde, kızlar da özgür artık. Zaten bu şampiyonlar da büyük şehirlerde görülüyorlar. Birbirini tam tanımadan evlenilsin, diyemem. Ama bu korkaklar takımı yüzünden evlenen çiftlerin sayısı azaldı; yukarıdaki sözde fazla bilinç (ki bu bir anlamda şımarıklık, tahammülün hızlı tükenmesi, sabırsızlık, anlayış kıtlığı, ortak noktada buluşma yetersizliği) yüzünden de boşanmalar çoğaldı. O zaman en iyisi galiba, yeni zamanların sevgililiğini/birbirini tanıma sürecini ve eski zamanların fazla irdelememesini/geçinmek adına daha sabırlı olma hallerini birleştirip yeni bir formül yaratmalı. Eskilerin “geçim ehli” dedikleri kavramı yeniden hatırla(t)malı. “Ben” demenin dozuna çekilecek ayarı belirlemeli. “N’apalım aşk bitmişti,” diyerek çekip gitmelerin aslında kolaycılık ve dışarıdaki hayatı unutamama olduğunu anla(t)malı.

Benim annem babam hiç mi tartışmamışlardı, hiç mi kırılmamışlardı? Cevabı “hiç” olan bir ilişkinin insanları zaten birbirini takmıyor, umursamıyor demektir. Sonunu tatlıya bağlama becerisi sayesinde, o “kırk beş yıl”lar gerçekleşiyor işte… Çok inceleyen, çok irdeleyen, çok bildiğini sananlar, ne evlenebiliyor ne de evlense de evli kalabiliyor. Üç maymun oyunu hiç de kötü bir oyun değil bence.

26 Şubat 2013 Salı

KENDİNLE SAKLAMBAÇ





1996 yılının filmi olmasına rağmen, basiretim mi bağlanmıştı, üzerine çok da düşmemiş miydim, “nasıl seyredeceğim?” diye dert edip oturup kalmış mıydım bilmiyorum, sonunda dün “Trainspotting”i izledim. Filmin zaten kült olmasının arkasına sığınıp, kalkıp filmle ilgili sinemasal yorumlara girmeyeceğim; bilenler bilir, daha ne diyeyim ki ben bu filmle ilgili? Zaten bana da düşmez. Bana düşebilecek ancak “bunca yıldır izlememiş olmama yazıklar olsun!” diye hayıflanmaktır. Devamında benim diyeceklerim başka…

Eroin bağımlısı gencin iç sesleriyle donanmış bu film, satır aralarında insana nasıl da ışık tutuyor. İzlerken üşenmeyip not aldığım birkaç cümle içinden seçtiğim bir tanesi üzerinden yazacağım bu yazıyı:
“Sonunda bir iş bulmuş, kendimi kendime saklamıştım.”

“Kendini kendine saklamak”
Uyuşturucu bağımlısı birinin ruh halleri kabaca da olsa zaten malumumuzdur. Yeni bir sayfa arayışı ve normal (!) insanlar gibi bir hayat sahibi olma gerekliliği/arzusu altında, kendini kendine saklamak istemesi anlaşılır bir tavır. Yaşadığı yerden uzakta, tanınmadığı bir coğrafyada, “temiz” olarak bir hayata başlama cesaret ve iradesini gösterdiğinde, geçmişini kimsenin bilmesini istememesi de öyle. Ama bunu bağımlı olmayan bizler de istemiyor muyuz bazen?: kendimizi kendimize saklamayı.
Buna gerekçe yaratan koşul ya da insanlardan kaçmak adına kendi kuytumuza sığınmıyor muyuz? Beklentiler, hesap sorulmalar, açıklama beklenmeler, “niye’ler, nasıl’lar, ne zaman’lar, kimle’ler” hepimizi boğmuyor mu zaman zaman? Vıcık vıcık ilişkilerin, her şeye hâkim olma taleplerinin altında ezilip, “bir rahat bırakın ya!” diyesimiz gelmiyor mu? Bunu talep etme hakkına sahip olmayanları geçtim, olanlar dahi sorunca “sana ne?” demek istemiyor muyuz? Her hücremize sahip çıkma tutkunlarının fırlattığı kementlerin ipini hızla çekip, o iple onları ilelebet bağlamak gelmiyor mu içimizden?
Kendine güvensiz, bağımlı, kendinden bihaber insanların, bu arazlarını başka insanlar üzerinden tamir çabasının mağduru olmak bu… Kendi yetersizliğini başkası üzerinde tahakküm kurarak bastırma bilinçsizliğinin sahte hükümranlığı bu…
Hadi diyelim ki, bu halinin farkında; bu defa da korkaklığı ön plana çıkar. İnsanın kendini kendine saklama hürriyetini anlasa da anlamasa da, o kendi hezeyanlarının esiri olmaktan kurtaramaz kendini. Ve bu noktada saklanmak kaçınılmaz ve yerden göğe hak olur, özgüven sahipliğinin tapusu teslim olunur.

Bir de şöyle olanlar vardır: Dışarıdan müdahale olsun olmasın, kendini kendine saklayanlar. Bu insanlara, o yukarıdaki ‘vıcıkçılar’ hiç bulaşmazlar. Kendi dünyasının içinde kendince mutlu olduğunu düşünmesi yeterlidir. Sosyalleşmenin gereksizliğine olan, hafif hastalıklı diyebileceğimiz halleri, onu rahatsız etmez. Çizdiği sınırlar ve ördüğü duvarlar dâhilinde kendini sevmek yeter ona. Ha buna da tümüyle “sevmek” diyemeyiz. Sadece kendiyle olma aşkının altında bir patoloji de aranabilinir.

El netice:
Kendini kendine saklamaya mecbur bırakılma durumunda, saklanmaya neden olanların sorgulanması gerekir.
Kendi arzusuyla saklayanlar ise, saklaması yüzünden olacakların sonucunda, kendini sorgulaması gerekir.
Her iki türün de dozunu ayarlayabilecek bir şakul tutturabilene ne mutlu…

N.O.B.M.H.A.?*




Bir öğeyi kimi özellikleri daha iyi bilinen bir toplam olarak belirleme, matematikte “açılım” olarak tanımlanıyor. Özel sonuçlardan genel sonuçlara vardığımızda tümevarıp, tersini yaptığımızda tümdengeldiğimiz matematiksel bir döngü içindeyiz sürekli. Ülkeyi, açısının köşesinden geçen bir yarı doğruyla, ana kollara eşit uzaklıkta kalarak açıortay misali de iki parçaya ayıramayız ya… Bölme, bölünme, bölen, bölünen, kalanlar, artanlar, hep artırım, az indirim… Şu terimlere bakınca, matematik kitabına bakılarak yönetiliyormuşuz gibi. Hortumla veya çeşmeden akan suyla dolan havuzların hangi hızla boşaldığını/boşaltıldığını hesaplayabilenler fazla değil. Peki ya, A şehrinden yola çıkan Mercedes’in hızı kaçtı ki, B şehrine varamadan kamyonla çarpıştı? Ayranı var mıydı içmeye?
Asal sayı gibi hissetmek… Bir başkasının bölmesine izin vermeden, ancak kendi iç hesaplaşmaları ve çatışmalarıyla ya ‘1’e, ya da sonucunda ‘1’ çıkmak adına kendi sayı değerin kadar olan değere bölmek kendini... Bölenin bölünenin kendisi olduğu, kendini kendiyle böldüğü, artan hiçbir değerin kalmadığı, sonucunun 1 olduğu bir işlemde olmak... Kendine bu kadar acımasız davranıp, davranmayı ve sonucuna katlanabilmeyi göze alıp, yine de ilerlemeye cesaret edebilmek... “Bunları yaparken getiri gibi görünenler, sular durulduktan sonra götürünün kallavisiyle baş başa bırakacak mı?” endişesi de cabası.
Tüm olaylara, polemiklere, sözde yapıcı diyaloglara, hesap kitaplara, gündem çeşitlemelerine bakınca, tarafsız, fikirsiz ve net olmak istiyorum. Başka bir yeni fikir ve bakış açısı bile okumak ya da dinlemek istemiyorum. Yorulduk artık; daha da yorulmayacağımız ne malûm. Ne o tarafa, ne bu tarafa hak veresim kaldı. Ütopik hippi ekolüne geri dönüp, herkesin barış ve kardeşlik içinde yaşamasının imkânsızlığını unutmak istiyorum.
Sağlığa bakıyorum; türlü türlü değişimler içinde ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Sağlığımız bozulmasın diye,  organik peşine düşsek bile “o da fos” diyenler, ümitlerimizi gübreli toprağın altına gömüyorlar. Bağışıklığımızı yüksek tutalım diye, bol vitaminli, proteinli beslenelim diyorum, bir bakıyorum GDO uzaktan sopasını sallıyor. Elma, portakal, havuç yedireyim diyorum, bir bakıyorum hormonlar dişlerini gösteriyor. Geçen senelerde “aman tavuk yemeyin” diyenler, şimdi tavuk suyu çorbanın antibiyotik etkisinden dem vuruyor. Bir ara televizyonda bir eczacı, “ton balığı yemeye ne hacet, E vitaminlerinden için yeter” diyordu. Bir başka ara yüzümüzü yıkayamaz olmuştuk, arsenik banyosu yapmayalım diye. Çocuklar iyi bir lisede, üniversitede okusunlar diye girdikleri yarışın adı bile kaç kez değişti; sistem değişmesinden bahsetmiyorum bile: LGS, OKS, SBS, YGS, LYS… Tamam, anladık, biri bitiyor diğeri başlıyor, ama bizim her başlayışımızda bitmemize ramak kalıyor. Havamız dağılsın, biraz televizyon izleyelim diyoruz, bir bakıyoruz bir ay içinde 24 kadın öldürülmüş.
Duyarsızlaşmak ve fanusta yaşamak da istemiyorum. Tehlikelere uyanık olmak, aksaklılardan haberdar olup aydın insan tepkisini verebilmek ve küçüklerimize yol gösterirken rol modelliğimizi hakkınca yapmak dileğindeyiz, ama değişen gündem ve trafiğin mantıklı açıklamasını bile yapamaz olduk onlara. Üç maymun olmak lazım belki de. Özellikle eğitim ve sağlıkta doğru politikalarla yönetildiğimiz, her yeni gelenin eskiyi yapboz yapmadığı ve dört işlem gibi alengirsiz bir matematik içinde yaşamak mümkün olmayacak mı?
Yumurta da kolesterolü yükseltmiyormuş, diyorlar… En iyisi gideyim de, sucuklu yumurta yapayım. Sucukta ne falso vardır kim bilir…
*: Ne Olacak Bu Memleketin Hali Arkadaş? (Bir kısaltma da benden)

“FACE’TE VAR MISIN?”





2007 yılıydı. Bir arkadaşım yeni açılan bir siteden bahsediyor ve koyduğu bikinili fotoğrafın bir sürü insan tarafından görüleceğini bilmediği için zor durumda kaldığını anlatıyordu. “Allah Allah bu da ne ki acaba?” diye düşünürken, içimden  “e koymasaydın yahu,” da dedim. Fotoğraftan başka, arkadaşlarıyla birbirlerine çiçek, pasta, rakı sofrası, doğum günü kutlamaları, nazar boncukları vs yolladıklarına geçti. “Yok artık!” dedirten ve anlaşılmaz bir hal alan konunun ucunu bıraktım gitti.
Bir süre sonra başkalarından da benzer laflar duymaya başladım. Adına “Facebook” denen bu mucize ortamda “anaokulu arkadaşınızı bile buluyorsunuz,” sloganları hepimizin ilgisini çeker oldu. Her birimiz hesap açmaya koyulduk. E bir de profil fotoğrafı koyduk. Başladık sağa sola o çiçeklerden, pastalardan, nazar boncuklarından vs yollamaya. İlk etapta aklımıza geliveren isimleri ekledikten sonra, “ya hani ilkokulda bir Leyla vardı, dur bakayım onu bulabilecek miyim?” demelere gark olduk. Sanal âlemdeki bu nüfusu artırmak adına, Facebook hesabı olanlar arasında “ay ben kimi buldum biliyor musun?” heyecanlarıyla liste kabartmalar silsilesi başladı. İlk zamanlarda herkes kaç kişi eklediğiyle övünür, sözüm ona bunun bir ayrıcalık olduğu havası iğnelenirdi. Aslında bu sayede gerçekten de yıllardır izini kaybettiğimiz ve sevdiğimiz arkadaşlarımıza ulaştık. Kendimizden ve listemizdeki arkadaşlarımızdan haberler ve fotoğraflar paylaşmak mutlu etti hepimizi. Geçmişin ve şimdinin hallerini görerek aradaki zaman açığını kapamaya çalıştık. Bunun yanı sıra bu sayede işini geliştirenler, kaybettiği arkadaşlarını bulanlar, sevgili yapanlar ve hatta eşini seçenler bile oldu.
Yıllar ilerledikçe “ortak arkadaş” davasına pek de bayılmadığımız insanları da eklemek zorunda kaldık; ayıp olmasın diye. Ayrıca fotoğraf çekiminde ciddi bir patlama oldu. “Face’e koyarım”, “görsünler bak ne güzel arabam var”, “yeni sevgilimle olan bu fotoğrafım da eski sevgilime kapak olsun”, “ay ay bakın ne mutluyuz”, “bakın bakın işyerim nasıl da havalı” vs vs diye yırtınanlar, o güne kadar bir tane bile anlamlı sözünü duymadığınız insanlardan her konuda “özlü sözler” (“aslında ben çok derinimdir haa!”), “şu anki yerimizi belli edelim” demeler, dürtmeler, paylaşmalar, tavsiye etmeler, politik olarak yermeler/alkışlamalar derken Facebook bayağı bir ilginç hale geldi.
Tabii ki birçok olumlu yanını da görmüyor değiliz. Bu sayede ulaştığımız eski arkadaşlarımızla görüşür olduk. Arada kaçan yıllara üzülüp telafi etmeye çalıştık. Buluşma görüşme şansımızın olmadığı arkadaşlarımızın özel günlerini görebilir olduk. Duyurmak istediğimiz bir haberi bir anda yüzlerce insana ulaştırabilir olduk. Merak ettiğimiz herhangi bir konuda bilgiye ulaşabilir olduk. Mesleklerimizi ilgilendiren kişilerden, konulardan, bilgilerden, bazen toplantılardan haberdar olunabilen neredeyse tek yer haline geldi. Ama dakika başı ne yaptığını, ne yediğini, ne giydiğini, nerede oturup kalktığını yazan insanlardaki kafayı anlamak zor. Hele bir de küçücük çocuklarına hesap açanları hepten zor…
Dozunu kaçırmadan ve güvenlik önlemlerini alarak kullanıldığında çok da keyifli bir mecra olduğu yadsınamaz. Hatta ben hâlâ hesap açmamış olanları yadırgar oldum. Hesabı olmayanlar, sözüm size, bakmayın eleştirdiğim şeylere… Onları ayarlamak kolay, ama ister keyif için, ister iş güç için, kaçırdığınız çok şey var. Yakınlarınızda nasılsa bir genç vardır; söyleyin size bir hesap açıversin. Ya da bilgisayarla aranız iyiyse kendiniz de açabilirsiniz. Ara ara girip, Ayşe Hanımın o gün kahvesini nerede içtiğini, Ali Beyin yeni aldığı arabasını, bir sonraki mesleki toplantının hangi tarihte yapılacağını, hani o büyüdüğünüz mahalledeki sokak arkadaşınızın kaç çocuğu olduğunu, her türden sanat haberini hem de uzmanlarından vs vs öğrenmek istemez misiniz?

28 Ocak 2013 Pazartesi

Uzun Yaşamanın Sırrı



Yazmak insana terapi gibi gelir, derim hep. Altından kalkılamayacak kadar ağır bir psikolojik sorununuz olmadığı sürece (hatta olsa bile), yazarak, içinizin nasıl da boşalacağını ve huzur bulacağınızı bilseniz, inanın masadan kalkmazsınız. Kafanız bozulduğunda, öfke dolduğunuzda, dışarıya vuramadığınız sözleri, dökün kâğıda. Bir kalem, bir sayfa kâğıt yeter. Ha yetemeyecek kadar doluysanız, o zaman bir defter al ve rahat et ey okur... Kısıtlanmaya gerek yok.

Yazmak çok yalnız, çok bencil ve çok içsel bir faaliyettir. Yalnız, çünkü sadece kendinizle sohbet halindesinizdir. Yazdıklarınızın içi insanlarla dolu bile olsa, hepsine laf yetiştiriyor bile olsanız, kalem sizin elinizdedir. Tüm kumanda sizdedir. Kimse tek hareket yapamaz. Bencil, çünkü söz hakkı sadece sizdedir ve kendinizi şımartmakla meşgulsünüzdür. Kendinize ayırmayı başardığınız o müstesna zamanın içine kimseleri sokmazsınız. İçsel, çünkü sadece içinizle muhatapsınızdır. Kendinizi sevmenin, sevdiğinizi göstermenin basit bir yoludur, yazmak. Edebiyat parçalamak zorunda değilsinizdir. Geçer not almak için debelenmenize gerek yoktur, çünkü hoca da yoktur ortada. Kimsenin anlaması gerekmez; kendiniz anlasanız yeter. Hadi biraz daha abartayım, kendinizi de anlamama lüksünüz vardır; çünkü sonu huzur vaat eder. Bir psikiyatriste gidildiğinde, anlatıp anlatıp çıkışta kendini kötü hisseden bir sürü insan duymuşsunuzdur. Ama sonrası bir ferahlamadır; baca temizlenmiş, tüm küller savrulmuş, yağır yağır birikenler defedilmiştir. İşte yazmak da böyle bir terapidir; kendinize karşı dürüst olmanın sonucunda, en başta kendinizle barış imzası atmaktır. Ve bedavadır.

Virgina Woolf’tan bahsederim ha bire… Madem bu ilk yazımdır, burada da bahsetmeden geçemeyeceğim. “Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabında demiş ki: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” Ben de şunu ekliyorum: Para kazanamasanız da, kendinize ait bir odanız olamasa da, boş zaman yaratın ve cinsiyetlere bakmadan, kim ne der diye düşünmeden yazın. İnsanın en güzel odası, kendi içindeki odasıdır. Oraya kimseleri sokmayın ya da sadece canınızın çektiğini sokun. Dağıtın bütün oyuncaklarınızı, fırlatın giyip çıkardıklarınızı, yatağı da toplamayın, bardaklar da pis pis kalsın. Ne gam! Ruhunuz temizlenecek ve düzene girecek, daha ne istersiniz!

Sözüm aslında kadınlara… Her ne kadar bol bol konuşarak ve aramızda dertleşerek içimizi boşaltıyorsak ve bu sayede erkeklerden daha uzun yaşıyorsak da, yazıp rahatlayarak bu yaşam süresini daha da uzatmakta bir sakınca göremiyorum. Dünyaya kazık kakmanın yolunu buldum arkadaşlaaar! Henüz sağlamasını yapma fırsatım olmadı ama gene de bu kıyağımı unutmayın.