26 Ağustos 2011 Cuma

DAYANAMAYAN OKUMASIN

Baktım ki olmuyor, şehre geri döndüm. Hayvanlar alemi belgeseli çekmeye hiç niyetim yoktu zaten. Ama kedisiydi, köpeğiydi derken bir ara şehir havası alayım dedim de, tepemde yarasa vınladı. Bir kurşun döktürmek lazım artık. Suya dökülen kurşun da fare şeklinde olur kesin. Şu mübarek günler yüzü suyu hürmetine artık başka bir hayvan hikayesi daha yazmak nasip olmasın, diye dua ediyorum. Yalnız izin verin, son olduğunu umduğum bir şey daha anlatayım.

Yaz başından beri salonda dolanan bir örümcek vardı. İnanamayacaksınız ama hiç dert etmedim. Böcek korkum yok çünkü. Gerekirse terlik marifetiyle cırt diye hallediyorum (cırt dedim de aklıma Ayşe teyze geldi; kulakları çınlasın, çarşafları cırtlasın). Ama yok, bu örümcek nedense sevdirdi kendini; "git kendini sevdirmeden" demeye kalmadı, şaak diye sevdim. Adını da "Spider-kid" koydum. Türkçe adı ise "Örümcan". Dişiyse de "Örümsu" olsun. Ara ara ortaya çıktıkça büyüdüğüne tanık olmak beni mutlu etti. Neyle beslenir bilmiyordum ama o kendini idare ediyordu. Ağ yapmak isterken biraz da ben tükürsem mi diye düşündüm. Çünkü biz küçükken post-it icat edilmemişti (buradan sonrası biraz mide bulandırıcı. Demedi demeyin, istemeyen, içi kaldırmayacak olan okumasın. Kıyamam ben size) Ben de not yazdığım kağıtları odamdaki gömme dolaba tükürükle yapıştırırdım. Valla çok planlı bir öğrenciydim ben. Yalnız şöyle bir sorun olurdu; planladığım iş bitip de, kağıdı almak istediğimde kağıt tümden çıkmazdı. Yağlı boyanın üzerinde bir miktar kağıt mutlaka kalırdı. Nasıl bir tükürükse artık benimki de. Ne zaman boya badana yapılacak olsa, boyacı kazımak zorunda kalırdı. Böyle bir kimyası olan tükürüğü evcil örümceğimiz ister miydi bilemem. (bu nasıl bir muhabbettir böyle??? a be kadın herkes senin gibi tükürüklü bir meslek mi yapıyor? hadi sen alışkınsın uzayan tükürüklere, şakır şakır akanlarına, bir türlü yutulamayanına ya da tükürülemeyenine.. ama herkes öyle mi?)
Buraya kadar zor dayandıysanız, okumamakta serbestsiniz.. Nasılsa anlamam :)))

Neyse...

Hayvanlar aleminden ufak ufak toplanıp, daha bol insanlı aleme dönme hazırlıklarındayken, anam bi baktım, örümcekciğimizin mahallinde bir süleymancık... Şimdi bunu herkes bilmiyor: kendisi sürüngen familyasından olup, minik boy kertenkeledir. Ten renginde olup, hızlı hareket eder. Tavanda yerçekimine inat düşmeden durur. Ve tabiyatıynen bendeniz bundan da ürkebilir. 
Gerçi eski cengaver yıllarımda kendilerinden bir tanesini, çocuklarımdan korumak adına faraşla kuyruğundan ayırmışlığım da olmuştu; ve o kuyruk da kendi başına zıplayıp durmuştu.. Ben çocukken babam da yapmıştı bunu ve asıl kertenkeleyi gözden kaybetmiştik.. sonra bir baktık kesilen kuyruk asıl bedenin ucundan rejenere olmuş yeniden uzamış.. ama ek gibi duruyordu, eğretiydi yani. Şık değildi.

Şimdi bu yeni peydahlanan süleymancık da pek bir atak çıktı. Zart diye yok oldu. Hadi dedim kediyi, köpeği, yarasayı pek güzel anlatmadım, bari buncaazı güzel anılarla bırakayım. Bir yandan da diyorum ki, ya bu vatandaş Örümcan'ı yerse?? Ya da Örümsu'yu. Buna hakim olmama imkan yoktu. Zira ikisi de kendilerini pek ortaya çıkarmıyorlardı. Onları Allah'a emanet etmekten başka çarem kalmamıştı.

Gel zaman, git zaman (bu da aslında yaklaşık iki günlük bir süredir), bir akşam eşim salonda Örümcan'ı görüp peşinden gidip, cırtlatmasın mı!!!!!!
Gözlerim çukurundan, aklım çanağından, ruhum canımdan, kelimelerim ağzımdan fırladı.
Ağır çekim bağırma konuşması: " Seennn neee yaaaptıııınnn?? Beeen ikiii aaaydııırr kolluyooordummm onuuu!! Gittiiiiiiiiiii, Örümmmcaaan gittiiii!!!"

Gidip bakamadım, alıp kaldıramadım, kara topraklara defnemedim... (ha bu arada ağır çekim bitmişti. Rahatlayın)
Kertenkelemize gelince, onu da birkaç kez ürkek bakışlarla aradım ama bulamadım. Belki de gitmiştir. Bütün kışı yalnız başına mı geçirir n'apar, n'eeder, ne yer ne içer bilmem. Salonda en son görüldüğü noktaya şişe kapağıyla su bıraktım. Biraz da imam bayıldı vardı; acık da tereyağlı pilav (yenisini yaptıydım da :p) "Bak annen senin için neler yaptı" diye gözyaşları içinde evden çıktım. 

(Bu fabl'da anlatılan olayların bir kısmı kurgu marifetiyle süslendirilmiş olup, karakterler gerçektir.)
La Fontene rahmet istedi. Amin.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

"E VALLAHİ PES ARTIK" diyenler parmak kaldırsın...

Ergenlerin cep telefonuna nasıl da yapışık yaşadıklarını, o telefondan çıkan mesaj seslerinin durmak bilmediğini çoğumuz biliyoruz. Bizim evde de iki tane ergen olduğu düşünülürse, evdeki radyasyon trafiği tahmin edilebilir. Ha evet insanın bazen ya durumu uygun olmuyor, ya da konuşası gelmiyor, veya karşıdaki uygun değilse, mesaj kaçınılmaz oluyor. Ama bu ergen milleti konuşarak birkaç dakikada çözülecek muhabbeti en az on mesaj yazarak çözmeye kalkınca, evin içinde sürekli mesaj sesleri konser veriyor. Konser diyorum çünkü seslerin de inanılmaz çeşitliliği var. Benim büyük boy ergenin yaz boyunca kullandığı ses bir kedi miyavlamasıydı. İlk duyduğumda kulakları dikip "hayırdır?" dediğimi bence artık herkes tahmin edebiliyor :))

Gündüz yemekleri yapıp bitirmiş, pilavı yemeğe yakın bir zamanda yapmaya niyetlenmiştim. Akşamüstü tereyağında şehriyeleri kavurmaya başlamış, yayılan mis kokuyla çocukluğuma geri dönmemiştim :)) Çünkü çocukluğuma geri dönebilmemin yolu kuyruk yağı kokusudur. Bunu kendime dert etmeyip, çocuklarımın ileride çocukluklarına geri dönmelerini sağlayacak kokular oluşturmaya çalışıyordum. Amma velakin o sırada evde ikisi de yoktu, fakat elleri kulaktaydı. E hadi neyse, bir dahaki pilav olayında evde zaptederim onları deyip, haşlanmış pirinçleri sudan geçirmek üzere lavaboya yöneldim. O sırada bizim malum kedi sesi duyuldu. Sen ben bi sevin bi sevin! Yaşasın en azından abi ergen koku hafızası olayına yetişti, dedim. Gözüm ön kapıya gitti (korkmayın ağır çekim yapmayacağım; iyi gelmiyor zira). Kimse yok. Bir daha, bir daha miyavlama. Ama bu miyavlamanın diksiyonu çok iyi! Yani baya baya miyav diyor yahu. Biliyor işi yani. Alışkın. Mesajdaki gibi sonuna doğru detone olmuyor, notalara iyi basıyor, yolu açık olsun.... derkennn...
Ağır çekimde yazmamak için kendimi zor tutuyorum, çünkü bu âna çok yakışacak. Yok yok yapmayacağım.
Arkama döndüm. Merdivenin son basamaklarını can havliyle inmekte olan bir kedi gördüm; bildiğin tekir (Tweety'nin kulakları çınlasın. Şimdi onu daha iyi anlıyorum). Yemişim pirinci dercesine elimden bıraktığım gibi mutfaktan fırladım.
Kedi eve sıkışıp kaldığının farkında ve çıkmak istiyor. E iyi de ne diye girdin kardeşim, madem çıkasın vardı? diye sormazlar mı kediye... Gitti ön kapının sinekliğinin dibinde resmen "lütfen aç da çıkayım" mealinde miyavlıyor. "Canım kedi, tatlı kedi, ne diye içeri giren kedi... Bak benim bu yaz kötü hayvansal anılarım oldu, artık senden bile ürküyorum. Yanına kadar gelip o kapıyı açamam ki ben. Ya kan emen bir köpeksen?" (Önceki iki hayvan hikayesinin çarpıcı karışımı diye buna denir herhalde). Allah'ım illede o kapıdan çıkmak istiyor ama ben yanına gidemiyorum. Arka kapıya gidip, sinekliğini açtım, kapının dışında kendimce sevimli olarak, "gel pisi pisi, gel pisi pisi" diye sürünüyorum. Bildiğim tek kedice, bu cümleden ibaret. Ama o türkçe bilmiyor (gel pisi pisi, hangi dilden sayılıyor bu durumda??) Daha sevimli olup parmaklarımla mizanseni destekleyip, gel pisi pisi hareketi yapıyorum. Bilirsiniz nasıldır.. Yok gelmiyor. "Ben bu kapıdan çıkmak için girdim eve" demediği kaldı. Hımmm o zaman B planı.
Evin dışından dolandım, gittim onun favorisi olan sinekliği parmağımın en ucuyla açtım. Bedenim ise neredeyse komşunun evinde. O derece mesafeli bir ilişki halindeyim yani. Ne bileyim canım belki laubalilikten hoşlanmıyordur di mi ama? Yoksa ben onu çoktaaan kucaklayıp beslemeye başlamıştım bile. Hatta beklese pilav bile yedirirdim (kediler pilav yer mi acaba?)
Kedi "ne acayip bir insansın sen ya" dercesine kapıdan çıktığı gibi karanlıkta kayboldu.. diyemem çünkü henüz aydınlıktı.

Ek işim itirafçılık benim.. Evet ben bir hayvankorkağım (buna animafobi demek istiyorum; şu anda kafadan attım). Çocukluğumu anlatabileceğim sağlam bir psikiyatrist, hipnozcu, NLP'ci, veteriner, kasap, barınak sahibi.. vs arıyorum.
Sonraki günlerde o kedi başka arkadaşlarının da alıp, bizim evin dibinde az dolanmadı. Ben kendime kızmakla, onları beslemek istemekle mücadele edip durdum. Bu yaştan sonra değişir miyim bilmem... Ama en azından değişene kadar, balkon kapısını açık bırakan delikanlı ergen sıkı bir şekilde tembihlendi tarafımdan: "Bir daha açık bırakırsan seni kedilere veririm" diye de pekiştirdim :)) Hayvanlardan korkuyorum ama çocuk eğitiminde üstüme yoktur :p
Sıcak davranamadım, bari mesleki olarak gönlünü alayım dediğim kedi .D

15 Ağustos 2011 Pazartesi

ALACAKARANLIK- İZMİR VERSİYONU

"Hava sıcak mı sıcak,
Ellerim yelpazede,
Bir türkü tutturmuşum,
Terliyorsun değil mi?" tarzında akşamla gece arası bir saatti. O sıcağa rağmen yine de, ortalama yarım saat arayla kendini hissettiren esintiye güvenip, kapıyı pencereyi dağıtıp, içeri gelen havayı bağrımıza basmışız. Klima açılsa da olur, açılmasa da gibisinden bir durum... Çünkü bir kere açıldı mı, kapandığı anda, tahammül edilesi bir sıcaklık bile olsa, ı ıhh yok, hayatta çekilmez oluyor. O yüzden de vaziyeti idare edebilirliğimize seviniyoruz. Bisiklete binilebilen köpekli coğrafyada da değiliz; şehir sınırlarındayız. E bu şekilde bunalmıyorsak, şanslıyız denecek bir durum yani.. Karşılıklı açılmış kapı-pencereler neyimize yetmiyor... Ayrıca ana-kız yalnızız evde... kız kıza parti veriyoruz.. ohhh şahane...

Salondaki boşları toplayayım diye (gönüllü garsonluk da yaparım ben), ayağa kalktığım anda sol tarafımda bir yerlerde bir karaltı hisseder gibi oldum. Döndüm baktım, bir şey  yok. Hipermetrop mikrobu kapmış gözlerim yanıldı herhal, deyip üzerinde durmadım. Tam mutfağa ilerliyordum ki, bu defa kızım "bu ne ya!" diye ünledi.

Ağır çekim başlasın:
Anne sehpadaki iki bardağa doğru eğilir. Ağır ağır konuşur (e ağır çekim dedim ya):
"Evvvlaaadıııım biir güün dee kenndiiiniizzz tooplasaaanıızzz şuuunlarııı. Buu sooon tooplaayışıııımmm." Kız biraz mahçup, biraz 'tabii tabii, kesin son' arası bir yüz ifadesi yapar. Göz kapakları yavaaş yavaaş açılır kapanır. Anne eğildiği yerden yukarı doğru yükselirken, solunda bir hareket oldu sanıp, o yöne döner. (Döneceğimiz yöne tam olarak dönmeden önce, dönerken göz kapaklarının kapalı olduğu bir an vardır hani. Bir deneyin bakın, gözler refleks olarak kapanıyor ve bunu ağır çekimde yapınca kapaklar normalden uzun süre kapalı kalıyor) Gözünü açtığında hiçbir şey göremedi. Gülümsedi geçti; 'hipermetrop'a yüklendi aklınca.Tam mutfağa doğru bir adım atmıştı ki, kızından "buu nee yaaa" diye bir ünleme geldiğini duydu. Anne, elindeki bardakları aldığı yere bıraktığı gibi evin antresine kaçmaya başlar. Kızına da "çaaabuukk buuuraayaa geelll" der.

Ay tamam ağır çekim burada bitsin. Hayal ederken bile daraldım.
Neyse...
Salonla antre arasındaki camlı kapının arkasına saklanıp evin semalarında neyin uçtuğunu anlamam çok kısa sürdü. Anladığım anda da elim ayağım kesildi. "Yahu bunlar eve girer miydi hiç?? Işığa gelenini de hiç duymamıştım. Sinek değil, böcek değil, kelebek değil, kuş değil... Hımm ama bu yavru.. herhalde henüz DNA'larına hakim olacak kıvama gelmedi.. Ya da kulakları sağır.. Ya da ses çıkaramıyor ki, geri gelen sese göre uçuşunu yönlendirsin." Bunları tabii tamamen içimden düşündüm; hem de hiç ağır çekimde falan değil. Jet hızıyla. İçimden, çünkü kızıma ne olduğunu söylersem ve ne kadar korktuğum anlaşılırsa, dünyaya yeni bir ödlek kazandırmak istemedim. Evet, bunu da hızla düşündüm. Kim bilir belki de yarasa korkulacak bir hayvan değildir, di mi ama?

Salonda bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola pike yaparak şaşkınlığını iyice kanıtlayan yavru yarasamız açık pencerenin ve kapının önüne bir santim yaklaşıp yaklaşıp, salona geri döndükçe yüreğimdeki katı sıvı bütün yağlar eriyordu. "Aman da ne güzel, hava fena değil bu akşamla gece arası saatte" diye mutlu olduğumuz anlar geride kalmıştı, çünkü hava akımı ara kapıyı kapatınca şak diye kesildi. Hem korkudan, hem de kapı kapandı diye  beni terler basmaya başladı. Kızımın terlemesinin ise tek nedeni esintiye ket vurulmasıydı. Bu nasıl çıkacak buradan, sorularıyla bekleşmeye başladık (zaten başlamıştık). Ben arka odadan aldığım bir sandalyeye, kızım da yere oturdu. Camın arkasında, yeni doğmuş yarasasını izleyen anne yarasa ile abla yarasa misali idik. Ama sevgiyle değil, ürkmüş gözlerle bakan... Ona bir isim aramak yerine, nasıl defolup gider diye düşünüyorduk. Uçanın kuş olduğunu sanan kızım rahattı. Ama benim içimde fırtınalar kopuyordu.
Öylece bakarken bakarken, aklıma ışığı kapatırsam çıkabileceği geldi. Gerçi salona giremiyordum ki gidip düğmeye basayım; düğme uzaktı. O zaman sigorta düğmelerini denemem gerekiyordu. Beş düğmenin bir tanesinde salonunkini yakaladık. Salon lambası ile televizyon sessizliğe ve karanlığa gömüldü. Durum daha da korkunç hale geldiyse de, başka çare yoktu. Sokaktan gelen hafif ışıkla içeride dolandığını kah görebildik, kah göremedik. Beş dakika sonra sigortayı tekrar açtım: lamba yandı, televizyon kendiliğinden açıldı. Umutların en büyüğü, duaların en yakarışlısıyla burnumuzu cama dayadık. Anaaam "Bat-kid" (yavru yarasanın filmlerdeki adı) hala uçuyordu. Hatta bazen cama yakın uçunca, olur da yüzünü görürüm diye gözlerimi kapadım. Pencerenin dibine geldikçe "hah çıkıyooor" naralarımız, "offf çıkmadı genee"lerle sönüyordu.
Aradan geçen onbeş yirmi dakika bana sanki bir saat gibi geldi. Bir daha salonumuza asla giremeyeceğimizi falan sanmaya başladım. Bir ara kapıcımıza seslenip yardımcı olmasını isteyeyim diye aklımdan geçtiyse de, onun Robert De Niro gibi ekşiyen yüzünü ve bitmek bilmeyen cümlelerini düşününce hemen vazgeçtim. Zaten gelseydi de, bir süre sonra o antreye bir sandalye daha çekmek zorunda kalacaktım; oturur izlerdi bizimle birlikte :))
Baktım olacak gibi değil. Sigortayı tekrar kapatıp, salonu karanlığa mahkum ettim ki dönemeemm... ay pardon aklım şarkıya gitti. Gittik arka tarafa yattık. Aklım yavrunun içerde attığı pikelerde... Ya eşyaları didiklerse.. ya bir şeyleri kırarsa.. ya asla çıkmazsa.. ya salonumu bir daha asla göremezsem: salonda kalan çantamın içinde anahtarlarım, cüzdanım, telefonum.. masanın üstünde bitmemiş kitabım.. sandığın içindeki fotoğraf albümlerimiz.. çocukların bebeklik videoları.. daha taksidi bitmemiş televizyonumuz.. büfenin içindeki güzel kadehlerimiz.. Aman Allah'ım meğer değerlerini hiç bilmemişim; insan kaybedince anlıyor (:p)

Cinnete girip yerimden fırladım. Aradan geçen on-onbeş dakika, göreceli olarak yine uzun gelmişti bana. Fazla bekledim hissiyle koridordan salona Bat-woman olarak uçtum. Sandalyeye çıkıp sigortayı yukarı kaldırdım. İnip, arkamı dönüp, camlı kapıya yaklaşmaya korkuyorum. Ya hala dolanıyorsa diye.

İndim, arkamı döndüm, kapıya yaklaştım, gözlerimi tam açmadan kısık olarak salona diktim. Yok.
"E tabii gözlerim kısık da ondan göremiyorum, gitmemiştir." Yok.
Gitmiş. "E daha kan içecektik ya, nereye gittin? Olmadı ice-blood içerdik serin serin."
Alışmıştık da... insana hüzün basıyor yahu... çok da şirindi kerata... evcil yarasası olan tek insan olacaktım.. ben ona tavşan kanı çay, az pişmiş kanlı et falan da yapardım.. tavana bir kanca asardık, oradan sallanırdı ne güzel.. kim bilir gece gece nerelere gitti?... ne yer ne içer?..

Zevzeklik bir yana çektiğim ohhhh ile karşıki dağlar yıkıldı. Kızım hâlâ onun bir kuş olduğunu sanıyor. Eğer bunu okursa, ne derim bilmiyorum :)) Diyecek şey mi kaldı? Bence kalmadı. E hadi bu "hayvan korkusu tefrikası-no.2" de burada bitsin o zaman.

9 Ağustos 2011 Salı

İTİRAF

Anladım ki, anlamak yetmiyor. Yaşamak lazımmış. Başa gelmeyince işin bendeki vahametini fark etmek imkansızmış. Hariçten gazel okumak safsataymış. Meğerse atıp tutuyor, ahkâm kesiyormuşum. Bir şekilde seviyorum sanmıştım. Zarar gelmez diye düşünmüştüm. Korkmanın âlemi yok zannediyordum. Birbirimize zarar vermedikçe mesafeli de dursak bir arada yaşar gideriz, diyordum. Bunca seveni varken benimle ne alıp veremediği olur ki, diyordum. Nasıl da aldanmışım...

Bir akşam bakkala gitmem gerekti. Bisiklete atladım. On metre falan sonra karşıma çıktı. Nasıl bağırıyor, nasıl hiddetli! Hişştt sakin ol, dedim. Tınlamadı bile, bas bas bağırıyor. İyi de ben n'aptım sana, diyorum içimden ama korktuğumu da belli etmiyorum. Hesapta benim kötü bir niyetim olmadığını anlamasını bekliyorum. Alt tarafı bakkala gidiyorum; ona karşı bir tavrım yok ki. Ha tamam çok fazla iletişimde de değiliz, ama durduk yere bu feveran niye? Bastım pedala, hızla uzaklaştım. Allah'tan koşmadı, yetişmek istemedi arkamdan. Derin bir ohh çektim. İçim rahatladı. Atlattım, dedim.
Ne mümkün! Dönüşte bu defa yanında bir tanesi daha. Birlikte bağırdıkları yetmiyormuş gibi, ben yol aldıkça dibimde koşuyorlar. Aha işte o anda korktuğumu anladılar ve sanki pis bir zevk aldılar bundan. Ya da bana öyle geldi. Bacağımı yakaladı yakalayacak, diye düşünürken, aynı anda da kendimi hastanede acil serviste hayal etmeye başladım. Hani hayatım film şeridi oldu, gözümün önünden geçti, denir ya... Bende tersi oldu: geçmiş değil, gelecek gözümün önünde filmden de gerçek olarak akıp gitmeye başladı. Alacağım hasarla aylarca, belki de ömür boyu nasıl da debeleneceğimi düşünür oldum. Aynı anda da "hişşştt, git rahat bırak beni" diyorum. Sonradan hatırladım bunu. Ben de bağırmaya başladım.
Bahçe kapısından girdiğim gibi sustular. Gürültüye bir komşum çıktı, ki bu hanımla araları çok iyi. "N'oldu Müge?" derken sesindeki suçluluğu hissedebilmeme şaşırıyorum, çünkü o sırada yüreğim değil ağzımda, ağzımdan da dışarı fırlamış elime düşmütü sanki. İlk saniyelerde sesim çıkmadı, çıkamadı. Ya da bana öyle geldi. Çünkü kalbimden ayrı, akciğerlerim de bir yerlere kaçmış da, nefesi alacak verecek organ kalmamıştı. Herhalde kalbimden kalan boşluğa seğirtmişti. Vardı bir anormallik ya çözemedim o an.

"Evcil mi, sokak köpeği mi olduğunu bir türlü çözemeyen bu köpekler bir gün birimize bir zarar verecekler ama bakalım ne zaman? Ben ne ilkim, ne de son bu şekilde rahatsız edilen! Kaçıncı vaka bu!!" diye çemkirirken sesimi tanıyamıyordum. Korkmakla sinirlenmek, kalbin atmazlığıyla ciğersiz kalmak arasında kararsız kalan bünyem, almış başını gidiyordu. "O an ağzımdan çıkanı kulağım duymadı" denen şey bana da olmuştu. Bu bir güç gösterisi değildi; çünkü kontrolsuz güce güç denmiyordu. Komşum tırsmış ve suçlu  bir halde sesini çıkaramadan evine geri girdi. Ben de bizim eve girdim; o an yapılacak en iyi şey oydu. O günlerde annemin bizde kalıyor olması çok iyi olmuştu; çünkü olayın üzerine bana hemen bir bardak su verdi. O olmasa kim akıl ederdi ki bunu... Damağımı da kaldırsa iyiydi ama telaştan akıl edemedik. Bir dahaki sefere unutmamalı bunu.

Evet itiraf ediyorum: Ben köpeklerden korkarım. Bazıları uzaktan çoook tatlı görünüyorlar ama çocukluğuma dair çok korktuğum bir başka köpek anım da olunca (gene kovalanmıştım hunharca), ömrü billah fobik yaşadım. Çocuklarım büyürken kendime hâkim olma rolleri kesip, onların da ürkek olmamasını sağlamaya çalıştıysam da, bu son olayla tüm planlarım fosladı, beş paralık oldum. Yalandan sevecenlik gösterilerim yatsıyı çoktan geçti (e bayağı bir zamandır durumu iyi idare etmiştim ne de olsa).
Halbuki çaba da harcadım korkmamak için.. Çivi çiviyi söker ya da korkunun üzerine git, diyerek bir takım girişimlerim de olmuştu: Çok eskiden: internet memlekete ilk geldiği yıllarda, güvenlik önlemi babındaki "gizli soru ve sorunun cevabı" diye sorulan yerlerde hep, "ilk köpeğinizin adı" sorusunu seçer, cevap olarak da "Bobi" yazardım. Bankalarda annemin kızlık soyadını sorduklarında "Bobi" derdim. Daha ne yapsaydım artık??

Komşumuz, siteye sardırdığı bu zavallı, bakıma muhtaç ama bir türlü ehlileşemeyen, koku alma sorunlarının olduğunu düşündüğüm (çünkü 2 senedir hiçbirimizi tanımıyorlar) dört köpeği, o anda boş olan evlerin balkonlarında beslemeye ve bağlamaya başladı. Bu yüzden boş evlerin sahiplerinin bahçelerindeki çiçekler talan olmakla kalmayıp, 'bizlere ömür' oldular. İnsanlar evlerine gelmeden, bahçıvan tutup, yeniden çiçekler diktirdi. Yani komşumuz çok doğa sever bir teyze. Ama insanlarla geçinemiyor n'aapsın... Sitede kavga etmediği pek kimse kalmamış, diyorlar. Neyse konumuz bu değil. Hatta asıl konumuz da bitsin artık.
Tüm köpek dostlarını ve gerçekten dost olan tüm köpekleri tenzi eder, bir sonraki hayvanlı yazıyı bekleyin, derim ;)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

KARNIM DOYMASA DA OLUR, YETER Kİ RUHUM DOYSUN


Neredeydim, n'apıyordum vs.lere pek giresim yok.. Meşguldüm ama mutluydum :) Blog'a yazayım dediğim şeyleri "hişşşt dur biraz daha bekle" diyerek itip kaktım; şimdi de onlar neydi unuttum, iyi mi... "Nasılsa daha yazamayacağım, vaktim yok" deyip köpek çekmişim, çekmez olaydım. Güzeldi de aklıma gelenler. Aklımda tek kalan bu, kalmaz olaydı. "Şimdi aklında başka şeyler var, onlara odaklan. Ha bu arada da patlıcan közlensin, çamaşırlar makinede döne dursun" dedim durdum, demez olaydım. O başka şeyler şimdi rölantiye girince, kaldım mı dımdızlak. "Kalmaz olaydım" diyemeyeceğim, çünkü henüz o süreç bitmedi. Biraz zaman geçsin, söz size, onu da diyeceğim. Ama nankörlüğün âlemi yok, diyorum ya meşguldüm ama mutluydum. "Olmaz olaydım" da demiyorum; denmez yahu.

Konu değişsin hemen.
İnsan mutfağı, yemeyi, yedirmeyi sevmeyince ne yapsa beğenmiyor, yeterli gelmiyor (o insan=ben). İçimdeki hisleri ben biliyorum ya, sanıyorum ki herkes biliyor. "Zaten sevmiyorsun, bak yemek kötü olmuş" ya da "bu kadarcık mı yaptın?" diyeceklermiş gibi geliyor. Ciddi bir özgüven sorunu yani. Öte yandan bu cümleleri sarfeden de çıkmıyor. O zaman da kibarlıklarından etmiyorlar, diye bir vesvese hali tepemden aşağı iniyor. Sanıyorum ki benden başka herkes mutfakta muhteşem. Şimdi aslında bana göre yaptıklarım kötü değil; sadece abartmayı sevmiyorum. Yemeğe misafir geleceğinde aklıma hep gayet sağlıklı yemekler geliyor. Başkalarının yaptığı gibi bin çeşit ve ağır yemekler yapmanın anlamsızlığına takılıyorum. Çünkü bana göre misafirliğin asıl özünde "ne güzel oldu bir araya geldik" olmalı ve muhabbete doyum olmamalı. İllede her saniye yiyilip içilmemeli. Mideler değil, ruhlar doymalı tıka basa. Üzerine soda içilmemeli, sadece çok mutlu olunmalı. Son ağırladığım arkadaş grubuna hazırlanırken de, sonrasında da değişmedi bu fikrim ve hissim.

Ne bana yardım eden bir yardımcım, ne kap kap destek çıkan annem (aslında çıkardı ama yaşlandı azizim), ne de hazır almaya izin veren bir Müge var benim cephede. Ama onlarda hepsi vardı (onlar=daha önce yemeğe davet eden arkadaşlarım). Haksızlık! E tabii serde kendini bu yaşında bile kanıtlamaya çalışan bir insan var ya burada (o insan=ben)... Ağdalı sofraları sevmememi tembellik etme meyilime yormasınlar diye bir çabadır gidiyor. Altta kalmamak ile abartmamak arasında helâk oluyorum.
Yemeğe gittiğimiz evlerde ev sahibesinin durmaksızın hizmette olmasına kahroluyorum. Masterchef ile Yemekteyiz arası bir  yarışmacı ruhu... "Bize geldiklerinde ben nasıl altından kalkarım, böyle bir sofranın" korkusu oldukça az bende. Ama abi nedir o çerkez gelini gibi neredeyse hiç oturmadan servise amade olmak hali! Diyorum ya, bir araya gelmenin amacı bu değil, bence. Ben bize misafir geldiğinde her şeyi bir anda sofraya koyarım, sıcak hariç; ki ben de muhabbetin tadına varayım diye. O âna kadar deliler gibi koştururum, her şeyi bitirip huzura ererim. Zaten zor toplanılıyor, herkes meşgul. Ama başkaları süüüürekli yeni bir şey çıkarıp durur.
Bir de ben çok çabuk doyan biri olarak, kimselerin benim gibi olmadığını, bir türlü onları doyuramayacağımı falan sanırım. Yahu bir de hepimiz elliye ya merdiven dayamışız, ya da o basamaklar bitmiş; ne diye hâlâ kolesterolü, tansiyonu, nabzı, kiloyu fiştekleyecek yiyeceklere gark olunur ki...

Yok anacım, bitmez benim lafım. Yaptığım dokuz çeşit soğukla ve bir çeşit sıcakla doymuyorlarsa havlu atıyorum. "Doymadık" diyen çıkmıyor, çıkmadı, çıkıyorsa da, çıkışta sarımsaklı yoğurtlu semer dağıtırım artık. Halbuki bir balık, bir salata neyimize yetmez...

Türk insanı yemeyi seviyor. Ben Türk değil miyim acaba?