28 Mayıs 2013 Salı

ANLAMA CESARETİ


Bir seminerde, ünlü yazarlarımızdan biri: “Edebiyat, roman, kendine benzemeyen insanları anlamayı öğretir,” demişti. Çok doğru ama bence eksik: Aynı zamanda kendini tanımayı, anlamayı ve irdelemeyi de.
Günlük hayat içinde yaşadığımız, konuştuğumuz, tepki verdiğimiz şeyleri düşünmeye, ne zamanımız ne de farkındalığımız yeter. Bunların içinden ancak o an için işimize yarayanları çeker çıkarır, yolumuza devam ederiz. Bir zaman bulup ya da yaratıp kendimizle kaldığımız anlarda kaçına kafa yorabiliriz ki? “Oturup kukumav kuşu gibi her birini düşünün, kafa patlatın, aman ha sakın es geçmeyin!” önerisinde bulunmam mümkün değil zaten. “Hatta yapmayın” diyorum size. Sadece sanata vakit ayırın, diyorum size. Roman, şiir, deneme, anı kitapları, sinema/film, tiyatro… Canınız ne çekiyorsa, hangisine daha yakınsanız. Mutlaka kendinize ve etrafınıza dair ipuçları yakalayacaksınız.
Bir roman ya da deneme kitabı içinde yazılanlarla ve karakterlerle özdeşleşebildiğiniz oranda, hem kendinize hem size benzeyen/benzemeyen insanlara ulaşacaksınız. O yazılanlardaki karakterler de anlaşılmayı beklerler. Gerçek kahramanlar da olsalar, hayalî de olsalar, bunu bizden istediklerini bilmeden, biz de onları anlamayı ve içlerinde kendimizi yakalamayı isteriz. Yazarın kendi gözlem ve kurgusundan demlenerek bize sunduğu dünyada, kendimize bir yer bulmaya gönüllüyüzdür. Belki de bu özdeşleşmeyi yaşayamadığımız kitapları, tam da bu yüzden ya zorla okuyoruzdur ya da yarım bırakıyoruzdur. Çünkü bilinç, içiyle de dışıyla da hep bir merak halindedir ve hem kendimizi hem etrafımızı kovalar durur. Bulduğumuz zaman da seviniriz/şaşırırız, yazarına bağlanırız, karaktere ısınırız.
YA DA; hiç bilmediğimiz konular ve yaşamlar içindeki karakterleri okuyarak, onları anlamaya başlarız. Kesin bir kural olarak söyleme iddiasında bulunamam ama daha çok okuyan/izleyen insanların, gerçek hayattaki insanları anlama başarısı daha yüksektir. Tabii ki okuduklarından manevi kazançtan çok, okuduğu kitap sayısını artırmak hedefi güdenler ayrı: onlara bir ‘skorboard’ veya tebeşir hediye edelim de çetelesini iyi tutsun.
Örneğin, bir katili, zimmetine para geçiren birini, eşini aldatanı, çalıp çırpan bir hırsızı, çok çalışmaktan ailesine zaman ayıramayanı ya da bir uyuşturucu bağımlısını anlamayı/tanımayı çok da düşünmeyiz. Ama okuduklarımızda/izlediklerimizde bu karakterlere yaklaştıkça, onları benimsediğimiz, hatta hak verdiğimiz hiç mi olmadı? Gerçek hayatta hiç merak etmeyeceğimiz, belki bucak bucak kaçacağımız birinin benzerini bir romanda anlamaya çalışmaktan çekinmeyiz. Bu da başkalarını anlamak için bir vesile, kendi sınırlarımızı genişletmek ve duvarlarımızı kırmak için bir fırsat olabilir. Bir hırsız ya da katili vs bağrınıza basın demek istemiyorum tabii ki; bunlar sadece, kendimize ve çevremize giden yoldaki çalı çırpıyı elemeyi, ışığı artırmayı ve biraz daha ayırt edici bir gözle bakmayı sağlayacaktır. 
Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sındaki baş kahraman Raskolnikov, bir katildir. Onun psikolojisine tutulan büyüteçle, işlediği cinayet için neredeyse "eline sağlık" diyesiniz gelir. Size sunulan analizlerden varacağınız sentezlerle, siz artık aynı siz olamazsınız. Bir katilin ruh halini anlayarak kötü bir insan da olmazsınız. Yeni bir bakış açısı ve ufuk sunmamış olabilir. Bazen bildiklerimizin onaylanması da iyi gelir. O karakteri anlamaya çalışırken, onun gibi düşünmeye çabalarken, ciddi bir empati mesaisine girmişsinizdir. Sonunda onun cephesinde ya da karşı cepheden çıkmak, fark etmez. Bilmediğiniz birini yakından tanımış olursunuz. Hangi kültürün ya da ülkenin karakteri olduğunun da, bir yerden sonra önemi yoktur. Goethe'nin de dediği gibi: "Amerikan edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı diye bir şey yok. Sadece o dillerde yazılmış eserler var. Çünkü hepsi insanı anlatıyor." 
Edebiyat, tiyatro, resim, müzik, sinema… Sanat, gerçek hayattan daha gerçek ve cesurdur. Eser sahibinin imgelem, yaratıcılık, birikim, beceri ve cesareti çerçevesinde bilemeyeceğimiz yaşamlara girerek, önce kişisel sonra çevresel tanıma haznemiz gelişir. Eseri yaratanın hayal, gözlem, ikna ve inandırıcılık gücü oranında çapımız genişler. Kendine ve çevresine değer veren herkesin bu yola çıkması gerekir. Bunlarla yüzleşecek cesaretiniz, bu tanımayla baş edecek gücünüz oranında sanata yaklaşır ya da uzaklaşırsınız. Yaklaşamayanları, yaklaşıp da vazgeçenleri, “vakti olmayan insan” olarak değil, ancak “korkak” diye nitelendirebilirim.
Geldiğimiz gibi gitmemek adına, kişisel evrimimizi gerçekleştirmek yolunda devrimden korkmamak,
Kulaktan dolmaların esaretini kırma cesaretini göstermek,
Bir hayal ürünü içinde yakalanabilecek çok büyük bir gerçeğin ışığında aydınlanmak.
Kendini bilmek ve bulmak, her şeyden vazgeçmek değildir.

23 Mayıs 2013 Perşembe

GERİ DÖNÜŞ :)

Herrrkeslere tekrar merhabalaarr!!!

Uzun bir ara verdim ama yazmaya ara vermedim.
O arada ikinci kitabım çıktı: "Göçmen Ruh".
O arada İzmir Kitap Fuarı'nda 4 kez imza günüm oldu. 
O arada tiyatro oyunumuz oynandı: Dario Fo'dan "Kadınlardan Konuşalım: Kahraman Kadın ve Şişman Kadın".
O arada Habertürk gazetesinin "Ege'de Yaşam" ekinde yazmaya başladım.
O arada "Diş Hekimi" dergisinde deneme türünde köşe yazıları yazmaya başladım.

İlk kitabım uğurlu geldi ve bana bu yolları açtı. Yazmanın ve paylaşmanın tadını katbekat artırdı.
Blog arkadaşlarımı çok özledim.

Artık buraya ve sizlere daha çok vakit ayırabileceğimi umuyorum...

Merhaba...
 :)

BİR TİYATRO OYUNUNUN PERDE ARKASI

Tarih, Mayıs 2013. Hayatımın altıncı tiyatro oyunuyla sahnedeyim. Her zamanki gibi aylar sürmüş, kâh çok keyifli, kâh kan ter akıtarak geçen bir sürecin sonundayız. Dario Fo'nun "Kahraman Kadın" isimli oyununda baş roldeyim; heyecanım kalbimi durdurmak üzere. Öte yandan rolümü öyle sevmişim, sarılmışım, öyle özdeşleşmişim, kafa patlatmışım ki, hiçbir aksiliğe tahammülüm yok. Yaklaşık yirmi beş sayfa ezberim var; ezber yapmaya alışkınım ve çok zorlanmamışım. Fakat oyunun ben dahil sekiz kişiyle geçen trafiğine çalışmak ve alışmak kolay olmamış. Biri giriyor, diğeri çıkıyor. Oyun zaten sokakta geçtiğinden, bu şekilde bir devinim olması kaçınılmaz ve şart. Ama seyirciye pek de doğal görünen o devinim için haftalar boyu çalışmak gerektiğini de söylemeden edemem; kim ne zaman sağdan giriyor, kim ne zaman aynı anda soldan giriyor, kim o anda ne yapıyor, ne kadar hızla yürüyor, çıkmadan önce ne kadar bekliyor, kaça kadar sayıyor da çıkıyor, o anda sahnede sabit kalan ben ne dersem arkamdan kim geçecek vs vs...
Ayrıca bir sokak satıcısını canlandıran bana, bir de tezgâh lazımdı tabii. O tezgâhı doldurmak da lazımdı tabii. Gözümün önünde gerçekten bu işi yapan bir satıcının tezgâhı, hayal gözümle tarıyorum neler var diye. Elime bir poşet alıp, evdeki tüm dolapları karıştırıyorum: "bu olur, bu olmaz, aa bu da nereden çıktı, hanidir bulamıyordum," konuşmalarıyla evdeki ıvır zıvırlar poşetlere doluyor. Oh bu bahaneyle dolaplar bir güzel temizleniyor. Tam dört tane ve artık demliği bile kalmamış demlik kapağı, dünyanın oyun CD'si, artık kullanılmayan ama her nedense kıyıp da atılamayan cüzdanlar, çoktan izlenmiş ve bir kenara konmuş korsan CD'ler, ayıcıklı çocuk makası, ayakkabı için keratalar, elbise fırçası, ayakkabı kalıbı, kadın çorabı, krema şırıngası... Ekip arkadaşlarımdan onlarca boş parfüm şişesi, yine cüzdanlar, avuç dolusu kalemler, rozetler, oyunda satışını yaptığım için bekârlardan (!) boş prezervatif kutuları... Ayrıca masraftan kaçınmadım (3 TL), on tane de mandal aldım ki tezgâhımın kenarlarına CD ve dergi tutturayım. Oyun icabı ciddi görünen bir dergiye ihtiyaç var; hemen mesleki bir derginin fotoğrafsız bir sayfasını açıp yerleştiriyorum. Küçük boy bir içki şişesi lazım; Tekel'in konyak şişelerine güveniyorum ama meğerse yıllardır üretilmiyormuş, nereden bileyim. Sorduğum tüm bayiiler, kıs kıs gülüyor bana ("kadına konyak krizi geldi herhal" bakışı eşliğinde). Bunu unutturmak için "daha masum bir şey mi alsam?" diye aklımdan geçiyor ama ona ne ya! Yine de mecburen, konyağın değil şişesinin gerekli olduğunu açıklamak zorunda kalıyorum; inanıyorlar mı bilmem ama benim içim rahat. Sonunda eve gidip, yıllardır büfede duran hiç açılmamış küçük bir votka şişesini pis pis kesmeye başlıyorum. Eşime bahsediyorum, "al tabii ki ya, n'olacak" diyor. Alkolle aramızın pek olmadığı alenen kanıtlanıyor. İçkiyi lavaboya boca edip, içine çay koyuyorum ki sahnede içecek olan arkadaşlarım oyun sırasında haşlanmasın. Bu konuya tekrar döneceğim.

Rol ehli ne yapmalı? Rolünün hakkını verebilmek için o tarzda insanları incelemeli, gözlem yapmalı di mi ama? Ben ne yaptım? Yönetmenimizin bu rol için Kemeraltı'nda attığı özel turlar sonucu saptadığı bir işportacı kadını, tavsiyesi üzerine izlemeye gittim. Kentkart dolduran, gazete ve su satan bir kadındı. Hocama, etrafına posta da koyan bir kadın izlenimi verdiği için, uzaktan izlemeye aldım; lafı yemeyeyim diye. Yine de fark edilme korkusuyla, hemen dibindeki kafeye oturdum, kalem defterimi çıkardım, bir orta Türk kahvesi sipariş ettim, 4.5 cm çapındaki (bu arada onu ölçtüm) yuvarlak kara gözlüklerimi taktım ve izlemeye başladım. Öyle çok not almam gerekti ki kahveyi soğuk içmek zorunda kaldım. 20 dakika sonunda dayanamadım ve kafeden kalkıp yanına gittim. Önce Kentkartımı doldurttum ve sonra konuya girdim. Beni hemen yanındaki leş gibi tabureye oturttu; bildiğimiz plastik tabureye pis bir iple bağlanmış pis bir minder... Olsun varsın... "Dün yağmuru yedi ama kurumuş, oturabilirsin," dedi. Oturdum. Düzgün konuşuyordu ve neredeyse bu işi sonradan yapmak zorunda kalan eğitimli bir kadın derdiniz; aynı benim rolümdeki kadın gibi. Ailesini, nasıl çalıştığını, mesai saatlerinin uzunluğunu, eski büfesini belediyenin kaldırttığını, 16 yıldır bu işi yaptığını, üniversitede okuyan oğlunu vs anlattı. Arada da , yaptığı satışlar sırasındaki bazı hallerine dikkat etmemi, rolümde işime yarayacağını söyledi. Lafın özü, bana öyle faydası oldu ki! Oyuna davet ettim ama mesaisinin 21:30'u bulduğunu, o saatten önce tezgâhı kaparsa müşterilerine ayıp olacağını söyledi. İşini seven ve müşteriyi velinimet sayan bir esnaf. Helâl! "Gene gel, beklerim," dedi ve ben dopdolu bir şekilde yanından ayrıldım. Yürürken popomda biraz nem hissettim; minder tam kurumamış.

Aynı anda çalışılan diğer oyun ise çok şişman bir kadının hallerini anlatıyor. Baş roldeki arkadaşımı şişman göstermek için elbise biçer-diker gibi sünger ve elyaftan bir iç giyim hazırlanıyor. Her provada sucuk gibi terliyor zavallım. Sahnede kendinden geçercesine yiyip içmesi gerekiyor. Ne yesin diye düşünürken, bal/peynir/ekmek/Nutella'da karar kılınıyor. Ara verildikçe ekip Nutella'nın çevresinde tur atıyor; biri bir parmak atıyor, öteki ekmeğe bir lokma sürüyor, beriki dayanamıyor derken, yönetmenimiz gürlüyor: "Dekoru yemeyelim arkadaşlar!!"

Neyse... Sonunda sahnedeyiz.
Orası başka türlü bir şey... Nasıl anlatılır ki... Aylarca çalıştığın her şeyi bir defada dökeceksin ortaya; anbean değişimleri, duygu geçişlerini, her cümlenin hak ettiği vurguyu, her ifadenin gereği olan beden dilini, karakteri yaşatacak her şeyi, oyunda kullanılacak malzemeleri ve bunların nerelerde kullanılacağını ve zaten replikleri... Unutmaman gerekiyor. Kafan bir yandan çorba, bir yandan cin gibi.
Orası başka türlü bir şey... Nasıl anlatılır ki... Hayatta unutmam dediğin bir şeyi unutturabilen, izleyiciler arasındaki tanıdıklarının ve tanımadıklarının gözlerini üzerinde hissettiğin, hemen unutmaya çalıştığın, saliseler içinde gerçek ile sahne hayatın arasında gitgeller yaşadığın, "burada gülünmesi uygundu, niye gülmediler?" diye anlık sıkıntılara girdiğin, hemen ardındaki sahnede nelerin gelişeceğini de aynı anda düşündüğün, sesini ve enerjini yüksek tutman gerektiğini sürekli hatırlattığın, sahneye ilk adım atacağın ana kadar üç buçuk attığın, vaktin geldiği anda da "olacağına varsın" deyip kelleyi koltuğa yerleştirdiğin, ilk beş dakika boyunca kendinden kurtulmak ve heyecanından kopmak için kalbine "yeter artık bir sus!" diye azar çektiğin bir yer... Ruhun bir yandan festival, bir yandan ıslak bir kedi gibi.

Oyun sırasında tüm ışıkların sönüp, o anda sahnede olan sekizimizin de yer değiştirmesi gerekiyor. Karanlıkta herkes sahneden çıkıyor. Benim de sahnenin diğer ucundaki yerime geri dönüp oturmam, başıma hızla bir bere giymem ve uyuyor gibi yapmam gerekiyor. Oyunlardan birinde, yerime oturdum, beremi her zaman koyduğum yerden almak üzere elimi uzattım. O da ne! Bere yok! Nasıl olur? Bir anda hatırlıyorum; oyun sırasında kullandığım bir çantaya teptim. Tamamen refleks! Vaktim dar; en fazla sekiz saniye içinde hepsinin olması bitmesi gerekiyor ki, ışıklar yandığında hanidir uyuyormuşum gibi görünebileyim. Çantaya elimi atıyorum, bere yok! Nasıl olur? Eminim, orada olmalı. Çok iyi hatırlıyorum. Işık ve ses panelinde oturan yönetmenimize bakıyorum, bana bakmıyor. Nasılsa her zamanki gibi hızla hazır olurum diye emin. Birazdan açacağı ışığın düğmesine ve o anda çalan müziğe odaklanmış. Bereee?? Elim çantayı hallaç pamuğu gibi atıyor; tangur tungur kutu sesleri, tezgâhtan malları topluyormuş rolü yaparken attığım ıvır zıvırlar elime geliyor, ama o yumuşak bere yok! Tekrar yönetmenime bakıyorum, gene bakmıyor. Allah'ım çıldıracağım! Bundan sonraki sahnelerin o bere olmadan en ufak bir anlamı yok. Dedim ya sekiz saniye diye, sanki dakikalar geçiyor. "Şimdi, otobanda gözüne far tutulmuş bir tavşan gibi, eşi tarafında basılmış bir insan gibi, etrafı polislerce çevrilmiş kanun kaçağı gibi dımdızlak yakalanacağım!" iç fırtınalarıyla, çantaya son bir vurucu hamle yapıyorum. Ölüm korkusuyla gösterilen son salise atağı ile bereye ulaşıyorum. Yaşasınnn! Gözüm gene yönetmenime gidiyor, hâlâ bakmıyor. Ama benim hâlâ işim var; bereyi düzgünce takmam lâzım. Büyük bir bere ve kafama hızla taktığım gibi çeneme kadar geçiyor. Offf bu nasıl bir kâbus?! İşte şimdi tavşan, basılmış eş veya kanun kaçağı rolüne geçmek üzereyim. Seyirciye "Şaka yaptıııık, ben aslında işportacı değilim ve bu bir çocuk oyunu. Karşınızdaaa Bugs Bunny!" demeye hazırlanayım bari. Şu arada geçen süre altı saniye falandır herhalde, ama ben bütün akşamı o halde geçirmiş kadar uzun hissediyorum. Bereyi düzeltiyorum, tamam oldu sonunda. Ohh!! Hemen uykuya geçmem lâzım. Gözüm gene yönetmende; yok, bu akşam hiç bakmayacak bana. Işığa yakalanacaksam, bari uyumayayım bile. Annesi gelince bir anda uyuyormuş rolü kesen ve yakalanan çocuk gibi görüneceğime, uyanık durayım daha iyi. Hiç olmazsa uykulu gibi yaparım. Son bir saniyede kumarı oynuyorum ve uykuya geçiyorum. Siz hiç "bir saniye"nin ne kadar uzun olabileceğini, o sürede ne çok iş yapabileceğinizi bilir misiniz? Sekiz saniye için ise hiçbir şey demiyorum; ohooo neler neler yapılır. Kollarımı kavuşturuyorum, gözlerimi kaparken başımı da öne doğru eğiyorum, gevşiyorum. Ve müzik susuyor, ışık açılıyor. Hemen dibimde beni derin (!) bir uykudan uyandırmak üzere bekleyen rol arkadaşım, beni hızla dürtmeye başlıyor. "O bere o çantaya girmeyecek bir dahaaa!" diye kendime kızmak için "bir saniye" hediye ediyorum, hemen o arada. Sahne devam ediyor. Şükürler olsun!

Bir sonraki oyunda, dersimi almışlığımın içsel tembihleri eşliğinde, bere asla o çantaya girmiyor bir kez daha. Ohh bir güzel yerleştiriyorum; tezgâhımın alt gözünde her zaman durması gereken yere. Oyun da genel olarak şahane akıyor o akşam; hepimiz kendimizi çok güzel motive etmişiz, hocamız motive etmiş, hep birlikte ısınmışız, sesimizi açmışız, son oyun olmasının getirdiği hüzün ile "iyi olmalı" gazı arasında bomba gibiyiz. Tekleme yok, kekeleme yok, ses ya da duygu dalgalanması yok, oyun akışı kusursuz gidiyor, efektler ve ışıklar tam yerinde... Sıra gene tekrar bereyi giyme sahnesine gelirken, içimde bir rahatlık, bir zafer hissi, sormayın gitsin. Ve tüm ışıklar tekrar söndü, herkes sahneden çıktı, ben yerime geçtim, beremi taktım, omuzumda arkdaşımın elini hissettim, bana destek verircesine omuzumu sıktı, daha sürem var yaşasın!! Ben de "sağol" babında eline pıt pıt yapayım derken, o da ne!! Sekiz saniye beklenmeden şaaak diye ışıklar açıldı bu defa da!
Şimdi bir dakika, burayı biyolojik destekli olarak anlatmak istiyorum: Zifire yakın bir karanlıkta gözler faltaşı gibi açılır; göz bebekleri kamyon lastiği gibi geniştir, üçgenin iç açıları toplamından da geniş bir çaptadır. "Hanidir uyuyor bu kadın" tanımına tamamen ters yani, di mi sayın okur? Otobanda yakalanan tüm tavşanlar bile benim kadar çaresiz kalmamıştır, gözleri benimkiler kadar patlamamıştır. Karanlığa ful uyumlu gözlerimdeki açıklık ile tepemde yüzüme yüzüme vuran ışıklı bir ortamda, ben ancak gözü açık uyumayı beceren insan üstü bir varlığa dönüşebilirim. Elim "sağol" pıtpıtında arkadaşımın elinin üstünde kalmış, gözlerim hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan tüm beyaz kısımlarını dibine kadar gösterir bir halde, bir kâbustan uyanma haleti ruhiyesiyle "ahhggghhh!!" diye gözüm açık olarak uyanmak zorunda kaldım. Öyle bir naraydı ki o, içinde neler saklıydı: "Offf yaaa, bu defa da erken açıldı ve yakalandım. Ben şimdi seyirciyi nasıl inandırayım?"... "Öyyyle bir kâbustan uyanıyorum ki, nara da böyle olur haliyle."... "Öyyyle bedbaht bir kadınım ki, gözüm açık bile uyurum ben."
Ben bunlarla boğuşurken, benim yuvalarından fırlayıp seyirciye doğru yönelmiş gözlerimi gören arkadaşım ise başka bir âleme gark olmuş o anda. Gayet destekçi bir şekilde dibimde beklerken, benim halimi gördüğü anda şakulu kayıp, sırıtmaya başladı. Bana sorması gereken soruyu soramadan yanımdan kaçtı. Yani ben bir an onu sırıtırken ve kaçarken gördüm, o kadar. Sorusu oyunun hayatiyetini etkileyen bir soru değildi, sadece "Signora, signora, iyi misiniz?" diyecekti, ben de onu "iyiyim iyiyim" deyip başımdan savacaktım, ama o kendini benden önce savdı gitti. Bana da oyunun kalanındaki dramı kaldığı yerden devam ettirmek kaldı. Zaten o heyecan, telaş ve kızgınlıkla, dramı köklemem hiç zor olmadı.

Son oyunumuzdan geriye kalanlar bunlara gülmek, kapanışı tüm ekip olarak çok başarılı bir performansla bitirmenin sevinci ve ilerideki oyunlarımıza yeni motivasyonlar oldu.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

EDEBİYAT UĞRUNA TABANA KUVVET



Ömrümün ikinci imza günü yine bir kitap fuarında oldu ama bu defa İzmir'de, memleketimde. İlkini İstanbul'da yaşamış, şahane insanlar tanımış ve dönüş yolunda oraya ne için gittiğimi bile unutturan tam üç saatlik bir metrobüs zebilliğine maruz kalmıştım. Bu defa evime yürüyerek on beş dakika (on üç bile olabilir) mesafedeki fuar binasına gidiş sorunum olmadığından, gün aşırı gittim geldim. Hatta baktım çok kısa, biraz yolu uzatayım diye düşündüm mü? Hayır, çünkü ben yürüme tembeliyimdir.

Bir gidişimde, gecikeceğimi fark edince, dolmuşa bindim. Dolmuşta tek müşteri ben olduğum için ortalama 20 km hızla yol alıyordu. Bu durumda şoför abim, yoldan geçen/ona bakmayan/hasbelkader bakan/hayatta binmeyeceği belli olan/bir ihtimal binebilirmiş gibi görünen/otobüs beklediği alenen anlaşılan/sadece karışıdan karşıya geçen/başka dolmuşta aksi yönde giden vs her insan evlâdına korna çalarak beni benden aldı. Yolun daraldığı bir yerde, karşıdan gelen bütün arabalara yol verdi; gören de âlemin en kibar şoförü sanırdı. Dışımdan "E artık biraz ilerlesek" (İçimden: "Yok işte binecek yeni müşteri, ne diye bastırıp gitmiyoruz?") desem de, "Nasıl ilerleyeyim, aygır gibi geliyorlar," diyerek âlemin en kibar şoförü olmadığını anında kanıtladı. Buna verecek cevabım yok muydu? Tabii ki vardı ama en azından birimiz âlemin en kibar insanı olmalıydı o anda. O da bana nasip olacaktı. Bana da bu yakışırdı.
Âlemlerimizin farkı bas bas kendini ilân etti mi etti... En nihayetinde ilerlemeye niyet etti. Bu defa da trafik sıkışmaz mı! Of Allah'ım! "Geç kalıyorum, bari hızla gideyim," diye bindiğim dolmuş, benim tabanvayla gidebileceğimden de yavaş yol alınca, bir süre sonra inmek şart oldu. Ufukta fuarın araç girişli kapısının (ama kitap fuarı değil, İzmir fuarının) ucu göründüğü anda dolmuştan fırladım. Fırlamadan önce "yürüsem daha çabuk giderim" diye bir açıklamaya ihtiyaç duyacak kadar kibarlaşmıştım. (Daha da ileri gidip: "İzniniz olursa ben ineyim," mi deseydim acaba?) Şoför abim "e hadi madem" diyerek bana en sıcağından bir destek verdi. Ne yani, dümdüz inip gidecek değildim ya... Beş dakikada alınabilecek mesafeyi alnının akıyla on beş dakikada katetmiş iki kader ortağı, yol arkadaşı, can yoldaşıydık. Bu sıcak uğurlamaya karşılık el sallamak istedim ama abartmanın âlemi yoktu; ne de olsa âlemlerimiz farklıydı. İndiğim anda, Murphy kanunlarından sayılabilecek bir hareketi beklemedim değil: Trafik tam o saniye açılabilirdi. Ödüm koptu. Şükür ki açılmadı. Koşmaya başladım. O an fuara yetişmekten çok, dolmuşun beni geçmemesi için koşuyordum. Öyle bir depar atmışım ki, bizden çok ileride seyreden başka dolmuşları bile geçtim.
İzmir Fuarına giriş kapısından girmeme az kala, içeri bir araç girmiş ve demir kapıyı yeniden kapatıyorlardı. "Eyvah beni bu kapıdan almazlar mı acaba?" diye içimde fırtınalar eserken, kapı tam kapanmadan içeri daldım. Arkamdan "hoop buradan yaya girişi yok!" diye ünleyecek bir ses beklerken, öyle hızlı koşuyordum ki, beni gören gerçekten de yakalanmam gerektiğine inanırdı. Seslenen olmadı ama olsaydı, caddeye geri döndüğümde şoför abimin beni pis pis sırıtırak bekleyeceğinden emindim. Bir sonraki ana girişe kadar tekrar binmem gerekseydi, dolmuş parası alır mıydı acaba? Bunu hep merak edeceğim sanırım. Aramızdaki hukuktan girip, on beş dakikalık teşriki mesaimizden çıkardım (Şaka tabii ki... İndi bindi için bile para alınan bir memlekette mesainin esamisi okunmaz, değil mi ama? Hem aramızda iki liranın lafı mı olurmuş hiç!)

Kitap fuarına hemen ulaştım. Aman Allah'ım o nasıl bir kalabalık! Bırakın içeri girmeyi, dışarıda bile yürümek zordu. Oradaki en yakın giriş kapısı, memleketin üç harfli sınav silsilelerine hizmette kusur etmeyen ve sınır tanımayan test kitaplarının satıldığı salona açılıyormuş. Ellerinde SBS, YGS, LYS (azıcık daha ıkınsak, OGS, HGS, KGS...) kapaklı test kitaplarıyla ilerleyen irili ufaklı ergenleri yarmam gerekiyordu. Hepsi nasıl mutlulardı! Sanırsınız ki tatilde okumak için dizi dizi kitap almışlar. Onlardan alsalar zaten bu kadar mutlu olmazlardı. Bunu ne yazık ki kendi küçük ergenimde de yaşadım:
"Yaşasın! Kitap fuarına gidip bir sürü kitap alacağım!"
"Aaa ne güzel!" (İç ses: "Vallahi de helâl olsun kızıma, LYS arifesinde bile kitap almaya gidecek ve nasıl da seviniyor yavrum.")
"Birkaç hafta önce aldıklarım bitti, yenilerini alacağım."
"Neler almayı düşünüyorsun?"
"Edebiyat, coğrafya, matematik test kitapları."
"Innkk!!!"
Bi dakka bi dakka... Haksızlık da etmeyeyim çocuğa: Aslında kitap okumayı gerçekten de sever ve kış içinde yeni kitap alıp, yazın okuyacak diye planlar yaptı. Hatta bazılarını okumaya başladı da, deneme sınavı kitapçıkları kıskandılar ve pek izin vermediler.

Neyse, konumuz bu değil ama zorla getirttiler.
Ergen kalabalığını yardırarak salona girdim. İçerisi dışarıdan beterdi. Kâbe'yi tavaf edercesine bir izdiham... İzmir insanının rehaveti hemen anlaşılıyordu. Kordon boyu seyrine çıkmış gibi, kitap almadan yürüyüşe gelmiş gibi, imza gününe gelmiş ünlü yazarları sanki kafesteki maymunları izler gibi, kitaplara "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" der gibi minik ve ağır adımlarla seyir halindeydiler.
Beni herhangi bir kitap fuarının içine bırakın, hangisi İzmir'inkidir, şıp diye anlayabilirim. İşte o anda şoför abime yaptığım haksızlıktan pişman bir şekilde, ben de mecburen adımlarımı yavaşlatmak zorunda kaldım.Yayınevimin standına ulaşana kadar kapanış saati gelmesin diye duaya başladım.

Devamı gelecek... 






MARATON BAĞIMLILIĞI





Hangimiz sadece tek şeyin peşinde koşturuyoruz ki? Bunun olabilmesi için çok bencil ve yalnız bir hayat sürüyor olmak lazım. Tek kendi için yaşayan biri olmak bile, tek meseleli bir hayat sürmeye izin vermez. Kendimce, bunu ancak akli melekelerini kaybetmiş ve etrafa bağımlı bir insan yaşayabilir, diye düşünüyorum. Fırsatların, teknolojinin, eğitim imkânlarının ve özgürlüklerin arttığı metropol yaşamlarında, tekdüzeliğe ve atıl kalmaya itirazı ve direnci olan her birey koşturuyor; olmayanlar ise şu an "konu dışı". Bu bireysel veya çoğul yarışın içeriğini büyük oranda zorunluluklar ve sorumluluklar kapsıyor. Üzerine ayrıca hobiler, zevk alınan uğraşlar veya "kendini iyi hissetme" pencerelerinin açılması eklenebiliyor. İşte asıl "konu içi" olan da bu. Bu pencereler bedeni de, beyni de, kalbi de peşi sıra sürükler gider; onlar da zevkle peşinden giderler zaten: Bu bir çeşit bağımlılıktır artık, kurtulmak istenmeyen. Dışarıdan bakana garip görünen, "Yeter artık, çok yoruldun" demeleri artıran, "Neyin kafası bu?" diye düşündürten ve aynı zamanda özendiren bir maraton. Azim, istek ve gücünüzü hayretle, gıptayla ve zaman zaman karın ağrısıyla (!) izlettiren bir maraton.
OYSA Kİ; Siz o maratonu kendinize bir yaşama sevinci ve "o(nlar) olmazsa anlamsız" hissettirecek bir motivasyon olarak görüyor ve yaşıyor olabilirsiniz. O koşuşturmalarla kendi var oluşunuzu hissediyor ve bununla şifa buluyorsanız diyecek söz kalmaz. Denecek olursa da, o sözlerin hepsi size hariçten gazel makamında tercüme olur, bir kulaktan girer ötekinden çıkar, bir gözle görülür ötekiyle kör baktırır. Beyniniz bunları algılar ama geri dönüşümü dahi düşündürmeyecek şekilde imha ve itlaf eder. Kısaca hiçbir duyunuzun umru olmaz.
Sizi peşine takan bu telaşların toplaşıp yarattığı maraton, sizin büyük kan dolaşımınızdır. Soyut ve somut tüm varlığınıza yaşam pompalar. Koşuşturmaya alışan beden, bin bir şeyi akılda tutmaya zevkle koşullanmış beyin ve bunların dinamizmi ile çok daha iyi çalışan kalp, size, günün yirmi dört değil en az otuz saat olmasını diletir. Cumhurbaşkanlarına ya da başbakanlara, yoğun programlarında sağlıklı ve dinç kalabilmeleri için uygulanan diyet ve destekleri merak ettirtmeye kadar vardırır. Hiç yorulmak istemezsiniz, ama tabii ki bir noktada yorulursunuz. Bazen beden, bazen beyin, bazen kalp yorulur. Bazen hepsi birden. Ama her şeye rağmen aşılabilinesi meseleler ise, insanın gücünü toplaması zor olmadığı gibi, mazoşist mayalı bir acılı zevk kıvamına bile gelebilir: "Zor ama verdiği zevk zorluğu alt ediyor," dedirtir mi? Hem de nasıl! Yorulduğunuz için kendinize kızdığınız bile olur ama yapacak bir şey yoktur ve dinlenmek şarttır. Sırf tekrar aynı hızda koşabilmek için, sırf temponuz aksamasın diye, şifa niyetine uyursunuz; görev sanki. Tedaviyi reddeden bir bağımlı gibi, bu maratonun psikolojik ve biyolojik etkilerine müptelâ ve tiryaki olursunuz. "Mutluluk nedir?" sorusuna bir cevap da sizden gelir: "Severek peşinden gittiğim uğraşlarımın sonundaki huzurdur."
Ha arada eksik/aksak giden şeyler de olmaz mı hiç!? Bunlar sadece hırs ve azminizi parlatır. Çünkü bilirsiniz ki, sonunda kendi ruhunuzun neonlarında parlayarak tatmin yaşayacaksınızdır. Bunun için değmez mi? Hem de nasıl!
Ama heyhat! Eninde sonunda tempo yavaşlayacaktır. Maraton sonunda ip göğüslenecek ve saha kenarına geri dönülecektir. İp ufukta göründükçe bir yanınız "E biraz dinlenmek iyi gelecek, enerji tazelemek lazım" der, diğer yanınız durmak istemez ve hüzünlenirsiniz. "Yavaşlayınca ne yapacağım?" diye telaş basar. Aylarca test çözmekten başka şey yapmamış bir öğrencinin, sınav sonrası boşluğuna düşersiniz. "Sudan çıkmış  balığın" şaşkınlığı basar. "İyi de ben önceden ne yapıyordum?" diye merak bile edersiniz. Kendinize, dinginliğe ihtiyaç duyduğunuz o nadir anları hatırlatırsınız: "Hani biraz durmak, dinlenmek istiyordun? İşte tam zamanı," diyerek avunursunuz. Maraton sırasında size kenardan su ve çikolata vererek destek olanları ihmal ettiğiniz olmuştur. Onlara vakit ayırırsınız yeniden. Bir sonraki yarışa kadar antrenman yapmanın gereğine veya formu kaybetmemeye asılırsınız. Durunca anlarsınız ki, koşmak olmasa durmanın anlamı yoktur, durmak olmasa koşmanın gücü yoktur. Birbirinden beslenen iki zıt kavrama sarılıp, rölantiye geçen motorunuza biraz nefes aldırmayı kabullenirsiniz. Bir sonraki maratona kadar…