23 Mayıs 2011 Pazartesi

TANI: YAŞ ŞİZOFRENİ



İlk kez yaşımı fark ettiren zamanlar yaşadım, yaşıyorum. En önemli göstergeler de daha fazla sabır, daha fazla anlayış, üzerinde durmamak, tepki verilecek ya da verilmeyecek konuların değişmesi… Kenardan gülümseyerek izlemelere başladım. İzlediğim hararetli devinimlerin özneleri, gençlik ateşi ya da olgunlaşamayan yaş almış beyinler. Hararetten ateşe geçiş emarelerini hissettiğim andaki müdahalelerimle gereksiz provokasyon ve hamlelere engel olur oldum. Yeri geldi, alevin altına bir nefes de ben verdim. Yani duyarsızlaşmadım ama duruldum. Enerjinin (ruhsal ve bedensel) boşa harcanmaması gerektiğinin ve gitgide azalacağının bilincine vardım belki de. Genç kanlar doğal olarak enerji kaygısında değiller, ben de değildim. Zaman zaman hâlâ da değilim. Yaş almak bu oluyor işte. Bu olgunluğa ve deneyime ulaşmak büyük bir lüks.

Öte yandan sadece “nüfus” denen PVC’li kağıt parçasının eskidiğini düşünüyorum; sadece tarih eskiyor, ben değil. Yaşıma dair kanı ve inançlara uymadığımın da farkındayım. Bunlara ters düştüğümün, içimden tersinin geldiğinin de.. Ve aslında bir anlamda “tek yaş”ın insanı olmadığımı gözlüyorum. İçimde farklı farklı bir sürü yaş ve dönemini barındırdığımı görüyorum. O anda hangi yaştan biriyleysem, o yaşın insanı oluyorum. Birilerinin olması da gerekmiyor bunu yaşamak için... Ama hiçbir yaş, kendi yaşım da dahil, beni kendine sıkı sıkıya bağlayamıyor. Her birinden aldığım tatlar, boğazımı yakmadan yaşanıyor; sonra diğer bir yaşa geçiyorum. Çünkü hiçbir yaşa ait değilim sanki. Şizofrenik yaş geçişleri sanki... Her biri küçük mezeler gibi lezzetli, keyifli ve tadımlık. Tekrar önüme geldiğinde zevkle yaşanmaya hazır. Tadı damakta kaldıkça, yeniden sofrada görmeye değiyor.

Tekrar 20’li, 30’lu yaşlarda olmak ister miydim? Hayır, gerçekten de hayır. Bu lüksün tadını çıkarmak varken, niye? Belki de hak ettiği kadar yaşadım diye istemiyorum. Bilmiyorum ve aslında sanmıyorum da… Yine de “ruh ve beden sağlığım benimle olduğu sürece yaşlar arasında sörf yapmanın hiç bitmeyeceği, etrafımda sevdiklerimin ve sevenlerimin olduğu bir ömür”den başka bir şey istemiyorum. Birileri bu "yaş şizofreni" tadındaki hallerime fren yaptırıp, coşkumu kırmadıkça...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

VAR MI CEVAP VERECEK OLAN?


Yerli yabancı bir sürü sitcom seyreder dururum yıllardır. Her ne kadar artık düzenli olarak izlediğim sitcom kalmadıysa da, hâlâ yayında olan yeni ya da eski birçoğunun genel gidişatını iyi kötü bilirim. Gerçi bizdeki sitcom'lar, uluslararası normlara uygun sürelerde değiller. Yabancı sitcom'ların süresi 20 dk ile 30 dk arasındayken, bizimkilerin 90 dk.yı bulanları da var. Dramatik dizilerin bile 90 dk. olması hem izleyiciyi, hem de diziye emek verenleri yorarken, sitcom'ların bu kadar uzun olmasını anlamak hepten zor. Her hafta bir sinema filmi çeker gibi... Yayıncı ve yapımcıların (her işin sonunda en çok teşekkür edilen güruh) seyircinin dikkatini 90 dk. üzerlerinde tutma çabası mı, "ne kadar uzun olursa o kadar çok reklam geliri elde edilir"vari bir yaklaşım mı, ya da "kısa olursa seyredilmez" endişesi mi var acaba? Az ilaç yazan doktora güvenmeyen bir milletiz ya, acaba bu da onun gibi bir şey mi? Ama öte yandan "1 Kadın, 1 Erkek" gibi bir örnek de var. Kısa olmasına karşın seyirciyi kendine zevkle bağlamış durumda. Demek ki aslında içeriktir önemli olan (şahsen yani).

Benim sitcom denince aklıma ilk gelenler "Seinfeld, Friends, Coupling, Married with Children" gibi yabancı olanlar. Uzun süreler boyunca dikkati hiç dağıtmadan seyirciyi eğlendirmiş işler bunlar. Friends biteli yıllar geçmesine karşın, tekrarlarını izlemekten hâlâ büyük zevk alırım. Ve yine de izlememiş olduğum bir bölüm mutlaka çıkar. Türk yapımlardan ise "Avrupa Yakası". Gerçi o da sonradan iyice uzun sürelere ulaşmıştı. Şikayetçi değildik doğrusu. Onun da tekrarlarından sıkılmıyorum, ki tekrar izlemekten pek de hoşlanmam. Demem o ki, içeriğin zekice tasarlanması ve fark edemediğimiz ama çok da iyi bildiğimiz ayrıntıların yakalanıp kurgulanması, asıl önemli olan unsur sanırım. Ayrıca oyuncuların kattıkları... Kağıt üstünde belki de çok fazla parlak görünmeyen replikler, başarılı ve kendinden katabilen oyunculuklarla, yıldız gibi parlak hale gelebiliyor.


İki gün önce gazetede bir yazı okudum. Yeni başlayan bir yerli sitcom'u eleştiriyordu: "gene aile halleri... gene anne, baba, çocuklar... çocukları üzerine kurdukları hayâlleri gerçekleşsin isteyen ebeveynler ve bunlara uymak istemeyen gençler... bu dizide oynayan şu şu başarılı isimler bile bu diziyi kurtaramaz" minvalinde eleştiriler.
"Avrupa Yakası, En Son Babalar Duyar, Türk Malı, Benim Annem Bir Melek, Çocuklar Duymasın", yenilerde de "Başrolde Aşk, Babam Sağolsun" hemen ilk aklıma gelenler. Hepsi de temelde aile odaklı. İşyeri ya da eğlence olan mekânları da destekleyici yan odaklar. Başarı düzeyleri eşit olmasa da, adından söz ettirmiş diziler. Ha bunların hepsini de bitimsiz bir zevkle izlediğimi söyleyemem. Ortak noktaları nedir? Hepsinde düzgün bir anne-baba figürü (Türk Malı hariç ama toplum normalarına aykırılık yoktu yine de); iyi bir öğrenci ya da iş sahibi olan/olmaya çalışan çocuklar (yani tu kaka diyebileceğimiz karakterler yaratılmıyor genelde); komşuluk ya da arkadaşlıklar. Hiçbirinde Friends'te olduğu gibi bekâr insanların başından geçen durumlar yok. "Türkiye bunlara hazır değil" mi deniyor? İyi de niye bunca yıldır bunca seveni var bu dizinin? 

Varmak istediğim yer şu: Nasıl bir sitcom olsa zevkle izlerdik? Toplumumuzun ya da RTÜK'ün baş parmağını sallamadığı nasıl bir kurgu olsa, televizyonun başından kalkmak istemezdik? Hadi diyelim ki gene aile odaklı olsun, raconu bozmayalım: nasıl bir anne/baba, nasıl çocuklar vs vs olsa, "evet yaa işte farklı bir çizgi, farklı bir yaklaşım" derdik?

Evet, gerçekten merak ediyorum :)

10 Mayıs 2011 Salı

HAVASINAA SUYUNA...


Bir başka "au revoir" yazısıyla karşınızdayım. Bu defa olay benim cephemde göz yaşıyla değil, oleyyy'lerle bitti. Kızımı karşımda gördüğüm anda, sağ salim kavuşma sevincime ilaveten, onun yüzündeki mutluluğu gördüğüme sevindiğimi de hatırlıyorum şu an. "Öfff gene döndük buraya" diyenleri de gördüm zamanında; ailelerine de, kendilerine de hayatı zehir etmişlerdi. Çünkü bu türden işlerde, "kültür şoku"nun olumlu anlamda yaşanması çok önemlidir. Özünü, kökünü, süregelen yaşamını beğenmeme, sürekli eleştirme, tu kaka deme riski taşır. Bu bilinçle kızımızın hamurunu kulak memesi kıvamında tutarak, aynı kulağa çaktırmadan bu bağlamda sözler de yerleştirerek yollamıştık.

Dönüş yolculuğu başlarken herkesi hüzün basmış. Gözleri sadece doldurmakla kalmayıp, hüngür hüngür ağlayan frenk bir kız varmış. Ah kıyamam acaba bizim oğlanlardan birine abayı mı yaktı, diye düşünmedim değil. Tekrar bir araya gelme sözleri verilmiş doğal olarak. Alana gitmek üzere binilen otobüsten eller kollar sallana sallana helak olunmuş. Amaaa daha 15 dakika geçmeden otobüsün makarası geri gelmiş (Pascal giderken gözyaşlarından kırılan ikoncanların, yarım saat sonra göbek atması gibi). Üç saatlik yolculukta paralarına kıyamayan gençlerimizin yanına meğer kumanya vermişler; en azından bizim frenk anne vermiş diyeyim aslında. Mutfağı gayet iyi bir anneymiş. Ama memlekette tuz kullanılmıyormuş. Her şey tuzsuz olmakla kalmayıp, evde tuz bile yokmuş. Çocuklar tuuuuz diye geri döndüler. Burada da bu uygulamanın başlayacağı duyumlarını almıştım; ama nasıl dayanır bu ülkenin "daha yemeği tatmadan tuz döken insanı" buna?

Kızıma, frenk annenin evde dört çocukla, ayrıca bir tanesi bebek,  işe güce nasıl yetiştiğini sordum. "Anne, temizlik diye bir şey yok ki.. Her yer örümcek ağı içinde, küvette bile örümcekler geziniyor. Börtü böceğe iyice alışıp döndüm" dedi. Hımmm ilginç, diyerek dedikoduya son veriyorum.

Benim de yurtdışına gidince özlediğim bir şeyi kızım da özleyerek döndü: trafik karmaşası! Evet evet, aynen bu. Ay bana fenalıklar basıyor, öyle monoton yaşayan, her kurala uyan trafik yaşamından. En ufak bir adrenalin yok, stres yok. Sokağa çıkınca bu stres beni canlı ve enerjik tutuyor vallahi. Ha belki de İzmir'de yaşıyor olmanın bir ayrıcalığıdır bu, ama yok daralıyorum o düzenden.

Orada sokaklarda dolanırlarken bir Türk kebapçısına denk gelmişler. Yurdum insanı çocuklara kola, fanta falan ikram etmiş hemen. Nereye gitsek buluruz birbirimizi :) Bizimkilerin geçici olarak gelmiş olmasına özenip, memleket hasretinden dem vurmuşlar :(

Sonuç olarak bizim ergen çok güzel anılarla kollarımıza geri döndü. Kendine kattıkları yanına kâr.. Hepimizde tatlı bir gülümseme, sorunsuz bitmesinden dolayı müteşekkir huzurla yattık. Yorgun olur sanıp bugün gitmez diyorduk ama ne mümkün; sabah zıp zıp gitti okuluna. Okuldan geldiğinde bir tencere kuru fasulye ve pilav onu bekliyor olacak. Hem de tuzu gaaayet yerinde :)

Evladıma evini ve kalbini açan frenk aileye, tüm bunların yaşanmasına aracı olan sevgili hocamıza, bahçesinde kamp yaptırtan frenk hocaya, kola fanta ikram eden Türklere, uçakları güzel güzel kullanan pilotlara, biletlerde bir yolunu bulup gruba fiyat indirimi yapan acenta görevlisine, interneti ve Skype'ı icat eden Allah'ın kullarına teşekkürlerimi bol kepçeden sunarım.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

SURVIVOR= TÜRKLER FRENKLER


Ömründe ilk kez kamp yapmaya gitti. Kamp âdeti de pek kalmadı ki anacım. Orada sık sık yapılan bir şey olsa gerek ki, herkes çadırlarını ve uyku tulumlarını zorlanmadan ayarlamış. Gece serin olabilir diye de kalın bir şeyler alması tembihlenmişti, ama o zaten alarak gitmiş (aferin evladım; eminim zaten benim sesimi duya duya hazırlamıştır çantasını :D).

Şato gibi evden yaklaşık yüz metre ötedeki alanda kurmuşlar çadırlarını. Altı tane çadır olmuş. Akşam yemeği için de şato-evin mutfağını kullanmışlar. "Ev koskocamandı ama mutfak düdük gibiydi; onca insan ıkış tıkış makarna yapmaya çalıştık" derken kıs kıs gülüyordu. Zaten ne yendiğinin önemi yoktur; o arada yaşananların makarası önemlidir değil mi? En sevmediğiniz yemeği bile seversiniz, yanınızdaki insanlarla keyfiniz yerindeyse, ortamdan mutluysanız. Yani orada zeytinyağlı enginar bile yiyebilirdi bizim kız; ki evde hayatta ağzına koymaz.

Kamp yapmanın raconundandır: ateş yakılmış, gitar çalınıp şarkılar söylenmiş. Frenkler kendi şarkılarını, bizimkiler kendilerininkini vur patlatıp çal oynatmışlar. Sabaha karşı 3:30 gibi yatmaya niyet etmişler. Kim nerede yatacak konusunda azıcık leyla olmuşlar sanki; çünkü bizimkiler üç kişilik çadırda altı kişi büzüşmüşler. Beş kişi yanyana, bir kişi de onların ayak ucuna tarzında balık istifi. Ama ne eğlence! "Sen yayıldın, git acık.. Ayağın burnuma girdi, çek.. Battaniyeyi amma da çektin üzerine, bana da ver biraz..(Taş fırın erkeği Haluk tavrı)" itişmeleriyle yalap şap bir uyku uyumuşlar. Ve fakat şikayet var mı?? Yoook :))
Bu altı kişinin hepsi bizim memleketin çocuklarıymış. Bizim frenk açık havada yatmak istemiş (Survivor Taner'in frenk versiyonu). Bir başka çadır neredeyse boş kalmış, sabah fark etmişler. Ve fakat kimin umrunda?? Hiç kimsenin :)) Gel de bunu bu yaşta yap.. Ne mümkün! Kişi sayısını çadır sayısına gaayet eşit olarak bölme işlemi yaptıktan, herkese mebzul miktarda metrekare oluştuğundan emin olduktan sonra yatmaz mıydık? (Survivor Asena ruhu). Gençlik ne güzel bir şey: önceden hesap etmeden geldiği gibi yaşamak. Bazen sorumsuz olmak ne güzel bir şey: sonuçlarını düşünmeden bodoslama dalmak. Aslında bu da insana sorumlu davranmayı ya da nasıl desem önceden plan yapmayı öğretmez mi zaten? Eksik gedikleri yaşamanın ardından bir sonraki deneyimde ona göre hareket etmeyi? Sobaya değmenin sonuçlarını yaşamadan onun sıcak olduğunu öğrenmek pek de etkili olmuyor her zaman. O kampta büyüklerden biri gelip de, "sen sen sen şu çadıra, sizler diğerine" diye komutanlık yapsaydı, eğlencesi kalır mıydı işin? Akılda kalan ilk şey sustalı maymun gibi dizilip bir güzel uyku çekmenin sevimsizliği olurdu.
Hocalar şatoda kalıp, pek de karışmamışlar anlaşılan; iyi de etmişler (Survivor'ın ağası Acun tutumu).

Dördüncü Skype konuşmamızı kamptan döndükten sonra istedi. Yorgun ama neşeli görünüyordu. Duş yapıp rahatlamışlardı ve o akşam da bir konsere gideceklerdi. O yüzden fazla lafa tutmadık, dinlenmek ister diye kısa kestik. Yalnız o arada aktardığı bir bilgi ile hafiften ilk irkilmemizi yaşadık: bizim frenk kamp süresince bol bol sigara tüttürmüş. Buradayken de duymuştuk, ama bu kadar içtiğini bilmiyorduk. Hımm deyip fazla yorum yapmadan konuyu bitirdik.

Beşinci ve son Skype seansımızı da dün talep etti. Bizim ergen de anası gibi çalçene olduğundan, eve gelmesine az bir süre kalmış olmasına rağmen bir an önce tıkır tıkır anlatası geliyor. Görüşmelerin hiçbirini biz teklif etmedik; serbest bıraktık. Kendini her gününün hesabını verir gibi hissetsin istemedik. Dilediğince yaşasın, ama sadece iyi olduğunu bilelim istedik. Allah bu teknolojiyi icat edenden razı olsun, hasret çekenler için gerçekten büyük nimet! 1981'de kendim A.B.D.ye bir seneliğine gittiğimde, tek araç mektuplaşmak idi. Ne bilgisayarlar vardı, ne internet. Her Pazar günü 9-10 sayfalık mektuplar yazardım, fotoğraflar yollardım, kasete sesimi doldurup gönderirdim. Hepsini de annemle babam huzurlu olsun, beni merak etmesinler diye zevkle yapardım. Arada da nadiren telefonla konuşurduk. Her konuşmada annem telefona gittikçe daha bir yaklaşıp, sanki bana değecekmiş gibi eğilirmiş yazık :)

Konser pek açmamış. Hatta ikinci irkilme olayımızı da bunda yaşadık: bizim frenk bir kız arkadaşıyla (ki o da bizim Türklerden birinin frenki) ortadan bir yok olmuş, bizim iki Türk kalakalmışlar gece sonunda. Herkes gitmiş, bizimkiler bekliyorlar frenkleri gelsinler diye. Gözleri dolu dolu bekleşirlerken, sefacılar kafalar çakırkeyf bir vaziyette çıkagelmişler. Bizimkilerden yedikleri zılgıtla hemen babaları arayıp gelip alınmalarını istetmişler. Bu yüzden kızın tepesi atıktı ama belli etmedi fazla. Gençlik işte, olacak tabii böyle şeyler de. Bu tür olaylar sadece orası Avrupa diye yaşanmıyor haliyle.

İki gecelik uykusuzluğun üzerine dün öğlene kadar uyumuş. O arada frenkimiz, Türkçe olarak benim Anneler Günü'mü kutladı sağolsun. Ben de ağız dolusu merci boku'yu birkaç kez söylemekten öteye gidemedim ama kızıma benim için ona sarılmasını istedim, sarıldı.
Kızımız hem burayı ve bizi özlediğini ve gelmek istediğini, hem de Fransızcaya iyice adapte olduğundan gelmeyesinin de olduğunu söyledi. Böyledir zaten bu işler, tam tadına varırsın dönme zamanı gelir :) Hele de böyle kısa süreli olunca (neydiii?? Alt tarafı on günlük bir şeydi, değil mi?) Gel kız buraya :)))

Bugün dönüyorlar... Artık nerede olduğu bilinen havaalanından bizim saatimizle 15:10'da uçuyorlar. İstanbul aktarması sonrasında, gece 23:00 gibi evde olur. Bana da akşamdan ıslattığım kuru fasulyeyi pişirmek düşüyor artık. O saatte yiyeceğinden değil, ama istedi ya duramam ki yapmadan.. Yarın yer artık. Bak bir gelsin, nasıl öpeceğim onu... "Oğlumu verin banaaa" diye yırtınan Hürrem halt edecek yanımda :)))

6 Mayıs 2011 Cuma

ALT TARAFI ON GÜNLÜK BİR ŞEY...


Bizim ergen her sabah 7:30da kalkıp, 8:00de evden çıkar. Amma velakin frenk evinde kalkış 6:30 imiş. Evden çıkma vakti de 7:30. Bu 1 saat içinde bizim frenk hazırlanıyormuş; bizdeyken hiç öyle yavaş değildi yahu. Belki de bizim bu işe ayırdığımız yarım saate uyum sağlamak zorunda kalmıştı; ne bilelim biz böyle olduğunu. "Anne ya, 1 saatte mıymıy hazırlanıyor, ben de mecburen kalkıyorum artık. Ama uykudan da yıkılıyorum" diyor :) Ben çocuklarımın her şikayetine kulak asan, "aman da aman" diyerek ilk şikayette çözüm üretmeye çalışan bir tavuk anne olmadım hiç. Öncelikle kendilerinin çözüm üretmesi ve/veya üretmeye gerek olup olmadığına kendilerinin karar vermesi için vakit tanıyıp, problem devam ederse, ve aslında gerçekten de problem ise, o zaman müdahale etmeyi seçmişimdir. Kısacası anne ya da babaya bağımlı kalmadan büyümelerini istemişimdir. O yüzden de bu şikayete hiiiç kulak asmadım. "Ay vah vah çocuğum uykusuz kalıyor, ah ah beklemek zorunda oluyor, aman kızım sen de söyle hemen derdini..." tarzında önerim olmadı. Ayrıca alt tarafı 10 günlük bir şey... Kalender olmayı ve uyum sağlamayı da öğrenmeliler. (Sert mi kaçtı ne?)

Okulun ilk günü girdiği bir coğrafya dersinde haliyle bolca soruyla karşılaşmış. Genelde Türkiye'ye, özelde kendine dair soruları cevaplamış. Bizim sistemimizle farklılıklardan bir tanesi ders saatleri imiş. Bizde 45 dakika, onlarda 50 dakika. Frenk hoca da kendi saatlerinin çokluğunun iyiliğini vurgulayınca, bizimki ı ıhh dediği anda, sınıftaki bütün frenkler "eveeet eveet" diye desteklemişler (pardon aslında oui oui demişler :pp) Yani gördüğünüz üzere ey blog halkı, öğrenci her yerde öğrenci: 5 dakika bile nasıl da değerli olabiliyor değil mi :)
Daha sonraki derslerde içleri kıyılmış tabii hafiften. Her daim Fransızca'ya ya da yabancı dile alışmak biraz zaman alacaktır haliyle. Beyin yoruluyor. Dolayısıyla sıkılmış biraz. E tabii ben bunu da dert etmedim. Ayrıca alt tarafı 10 günlük bir şey.. Sabırlı olmayı ve farklılıkları da öğrenmeliler.

İlk gecesinden sonraki üç akşam yarımşar saatten 3 kez Skype ile görüştük. Kaldığı odayı, ki frenkimizle paylaşıyor, gördük. Evin kedisini gördük. Baba hariç tüm ev halkıyla selamlaştık, karşılıklı merci boku'laştık. Bebeği de gördük tabii. "Tulumda ayaklarını görsem ya" deyince, anne bebeği zart diye soyuvermez mi! :) Çok şekerdi. Ayrıca el emeği, göz nuru anneanne örgülerine tapmışlar.
Dün akşam sadece mailleştik. Nerelerde gezdirdilerse artık, ayaklarımı hissetmiyorum ama keyfim yerinde demiş. Ki ben aslında her gün haber beklememeye hazırlamıştım kendimi. Sağolsun haber veriyor. Bu akşam da kamp yapacakları için yine görüşemeyiz. Ayrıca alt tarafı 10 günlük bir şey.. Kendi başına kalmayı ve ebeveynler olarak her dakikasının hesabını istememeyi öğrenmeliyiz..

Mailde, blog'uma bir göz atmasını istemiştim, vakit bulursa. Okumuş.. Kendi hikayesini hafif matrak bir dille okuyunca çok gülmüş. En çok da uçaktaki hallerini anlatışıma. Skype'dan konuşurken ben bir yandan da not alıyordum. Hatta ona da söyledim, mümkün olduğunca bir şeyler anlat ki yazabileyim diye. Konuşurken "anne bak şunu da yaz, bunu da anlat" diye bir de bana not aldırdı :) Hepinizin ellerinden öpüyor (yalaannn :D)

Öğle yemeğini okuldan yemiyorlarmış. Okulda mı yok, ya da olsa da yenesi şeyler mi değil, bilmiyoruz henüz. O nedenle de her gün frenk annemiz, çocuklara sandviç yapıp veriyormuş. Öyle de çok yapıyormuş ki, bizim kız bitiremeden dönüyormuş. Kızımın şaşkınlıklarından biri, frenklerin feci yemek yemeleri. Bu bağlamda kızıma, dört çocuğun üstüne bir de benimki gitti diye, aman sakın anneyi yormamasını söyledim. "Anne zaten kadınceğiz bitap görünüyor; sanırım bebek çok yoruyor onu" dedi. Anlaşılan bizim ergen yormuyor onu.. Neyse zaten alt tarafı 10 günlük bir şey.. (bu noktada bir şey öğrenilmesi gerekmiyor kanımca)

SON DAKİKA haberi (sms marifetiyle): Kamp yerine gitmişler. Çadırları kurmuşlar. Birazdan grubu için sofra hazırlayacakmış. Bu arada kamp yaptıkları alan, buraya gelen frenk hocalardan birinin (ki kendisi hamam sefasına mest olmuştu hatırlarsanız) evinin bahçesiymiş. Evi şato gibiymiş, bahçesi de çok geniş. 20 çocuğun kamp yapabileceği bir alan. O da sağolsun bu fırsatı yarattığı için. Kızımın bir de siparişi var: geldiği zaman kuru fasulye istiyor: yurdum yemeği demeyi de ihmal etmemiş :)) (ya bu kız gitmeden önce de iki kez kuru istemişti ve yapmıştım. Niye takıldı buna bu kadar acaba?)

Çocuklarımız sağ salim ve mutlu dönsünler diye Zekeriya sofrası adasam mı diyorum. Adağımı yaparken de tüm frenkleri davet mi etsem ne? :)

5 Mayıs 2011 Perşembe

KIZ İYİ YERE GİTTİ :)



Valla çocuk neredeyse dönecek, ben hâlâ uçağı bile kaldıramadım blog'ta :) =
Öpücükler, agucuklar, gugucuklarla çocukları yolladık.
Önce İstanbul'a, sonra St. Etienne'e indiler.
Uçuşlar sorunsuz geçti.
Diyerek derleyip toplasam kızmazsınız değil mi?

Uçakta her şeyin ücretli olması yüzünden yanlarındaki euroları harcamaya kıyamayan ergen takımı, yanlarındaki kek, poğaça ve börekleri bin parçaya bölerek ve kısıtlı sayıda su satın alarak üç saatlik uçuşu bitirmişler :) Yerli malı Türk'ün malı düsturuyla çıktıkları bu kutsal vazifede, sanki hıdrellez pikniği havası estirmişler. Bileydim bir kuru köfte, ya da ne bileyim yaprak sarma falan koyar yollardım yanında. Oralarda yapabilecekleri alışverişten kısacaklarına sudan ve yemekten kısan tüketim gençliği, aç bilaç Fransa'ya inmişler. Hayret bir şey yani! Gerçi bundan da eğlenecek ve anı deposuna koyacak deneyimler yaşamış olduklarını öğrenince, artık ses etmedik. "Anne, sanki Survivor'dakiler gibiydik" deyince biz de kopçaları koyverdik haliyle. Bu yüzden de frenk evindeki ilk yemeğinde sunulan krepleri, bizim kızın yalamadan yuttuğunu gören frenk annede "yandık, bu çocuk Somali'den mi geldi acaba" sorusunun ampulü yanmıştır zannımca.

Uçağın inmesine yakın yukarıdan gördükleri muazzam yeşillik ve kuzular, bizim kuzuları mest etmiş. Ne de olsa şehir çocuğu bunlar ve pek fazla yeşillikle ya da ahır/kümes hayvanıyla muhatap değiller. İndikten sonra da yaklaşık iki saatlik bir otobüs yolculukları olmuş. Kalacakları yere fazla yakın olmadığından ve de küçük bir havaalanı olduğundan olsa gerek, frenk hocalar alanın varlığından da haberdar değillerdi biliyorsunuz.
Yola koyulunca da yeşil denizin içine düşmüşler. Fakat aldığımız duyumlara göre, yeşillik o kadar yoğunmuş ki, bir süre sonra gözleri yeşile karşı renk körü olmaya başlamış. Ne yapsın yavrucaklar, alışkın değiller. Daha da bir süre sonra ise, görüntüde yeşilden başka bir şey görmedikçe, aynı yerde dönüp durdukları endişesine kapılmışlar :)) "Yetti bu kadar doğa" diyecek kadar zehirlenmişler ya da alerjik tepki vermişler garibanlar. Bu sırada biz tabii ki sürekli telefon başındayız, her adımın müjdesini bekliyoruz. O nedenle de mailime falan bakmamışım. Meğerse benim frenk bana oradan mesaj atmış: şimdi almaya gidiyoruz.. şimdi aldık.. şu an evdeyiz.. diye. Mesajları gördüğüm an onu öpesim, sarılasım geldi (bknz: Kasım ayı yazılarımdaki öpme-sarılma hallerim).

Sonuç olarak sağ salim vardığı evde, bizim tatlı frenkimizin annesi de, babası da, kardeşleri de kendi gibi tatlı çıktılar. Babası şehir dışında itfaiyeci olarak çalışıyor, o nedenle sadece bir gün görüşebildiler (acaba adam dağ tepesinde bir kulübede gözcü mü?). Anne hemşireydi, ama doğum izninde olduğundan evde. 20'lik ağabeyin, aynen kendi 18'lik ağabeyine benzediğini söylüyor; çünkü o da durduk yere kendini yere atıp mekik falan çekiyormuş :) 12'lik erkek kardeş ise arada dans ediyormuş. 3 aylık bebek ise zaten "dünya bebek dili"ni kullanma döneminde olduğundan ekstra bir iletişim gerektirmiyor.

İlk günün dil adaptasyonu stresini, babanın İngilizce de bilmesiyle yumuşak geçişle atlatan kızımız, her şeyin harika başladığını yazdığı cep mesajıyla, başımızı huzurla yastıklarımıza koymamızı sağladı.
Yalnız anladığımız şu ki, bu frenk ailesi, aile olmayı seven, aile kavramına saygılı ve çocuklarına sarılan bir aile. Helal süt emmişler valla, diye pek bir rahatladık :) Daha ne isteriz...

3 Mayıs 2011 Salı

ALLAH ANALI BABALI...

Bizim kız gitmeden önce "ne hediye alsak" muhabbetleri ettik tabii ki. Ama frenk bizdeyken hem kendi istediği, hem de biz zaten 'alalım da yanında götürsün' dediğimiz için, malum Türk mallarını kendisine sunmuştuk: lokum, nazar boncuğu, Türk kahvesi ve çayı vs vs... Bu defa da bunların değişik versiyonlarını derledik topladık. Başka şeyler ekledik.

Yalnız bizim frenk gittikten sonra annesi bir bebek dünyaya getirdi. Bizdeyken de Skype'dan anneciğini hamile olarak görmüştük. Evdeki çocukları dört oldu: 20 yaşında bir ağabey, 16 yaşında bizim frenk, 12 yaşında bir erkek kardeş ve erkek bir bebek. Şimdilerde 3 aylık falan oldu. İstedik ki bebeğe bir şey yollayalım. Ama altın ya da üzerinde "Maşallah" yazan bir nazarlık takacak halimiz yoktu ya :) Anneye de lohusa şerbetiyle, kırmızı kurdela yollayamazdık ya :) Hani elimizi öpmeye getirse bir yumurta hazırlar verirdik, o ayyrııı :) Yalnız diş çıkarsın, hemen oraya gidip "diş buğdayı" yapmayı düşünüyorum :)
Sevgili frenkimiz ve bebeğimiz de bu işte :)

Sonuçta o mu, bu mu derken, aklıma annemin şahane örgü ördüğü, bebekler için geniş bir repertuarı olduğu ve hatta 'lazım olur eşin dostun torununa' diyerek, hazırda örgü takımlarının bulunduğu geldi. Kızıma sordum önce, ne düşünür diye. Hemen atladı, hoşuna gitti. Anneme sorduk, o da atladı, gururlandı. Bebeğin cinsiyetini sordu, ki renk seçimi yapsın. Gerçi sonuçta beyaz bir kreasyonda karar kılıp verdi. Şeker mi şeker bir ceket, takımı patikleri ve başlığı. Onları görünce benim yavrukuşların bebekken giydiklerini hatırladım. Örgü dergisinden çıkmış gibi örer annem sağolsun.

Son iki günde valizi hazırladık. Sıra geldi valizi tartmaya; malum 20 kg.ı geçmemesi lazım. Baktık 21 olmuş.Yanına aldığı fransızca defterini ve ders kitabını çıkaralım dedik. Garibim dilde zorlanırsa, oradan bakıp düzeltsin kendini diye, koymuş valize. "Halledersin seeen" deyip çıkardık, halloldu. Son akşamın stresiyle, oraya gittiğinde konuşamayacağını, tıkanıp kalacağını düşünüp gerdi kendini. Gitmeyesi geldi. Bana da olur bu. Ne zaman bir yere gidecek olsam, olsak, son dakikanın hayhuyuyla bir anda yorulur, yola çıkmayasım gelir. Ne kadar hevesle de beklemiş olsam o gidişi... Sanki evdeki rahatımı tepip gidiyormuşum, gidip de n'apacakmışım, çok mu lazımmış gitmem, ayaklarımı uzatıp bir film izlemek vardı, evimin yemeğini yemek ne güzel, ayyy gidince bir sürü yeri gezmek de lazım şimdi... gibisinden uyuz hallere girerim. Ta ki evden adımımı dışarı atana kadar. Sonrası su gibi akar gider. Şu hayat telaşesinde yaptıklarımız da yanımıza kesinlikle kâr kalır. Kızım da hafif homurdak bir halde yattı o gece. Biliyordum ki, alanda arkadaşlarını görünce rahatlayacak.

İki aydır hafiften imanımızı gevreten hocamız alanda ilk gördüğümüz kişi oldu. Bu güzellikleri yaşattığı için ona minnettarız işin özünde; kolay da bir iş değil yaptığı. Umarım içini bu kadar titrettiğine değmez ve güzel güzel geçer günleri. Onunla bir sabah sohbetinden sonra, diğer aileleri ve gençleri de bulduk. Frenkler gittiğinden beri görmemiştim kerataları. Ama o dönemde öyle güzel kaynaşmıştık ki, eski dost kıvamında sarmaştık hepsiyle. On altı-on yedi yaşlarındaki bu tatlı şeyler gerçekten de çok düzgün çocuklar. Başlarında hocaları olmasa bile rahatça yalnız da gönderilebilecek kadar güveniyorum onlara.

Kızların bir arkadaşı da hepsine veda etmek için alana gelmişti. Birkaç anne onun yanına gidip, bu süre içinde bizde kalabilir mi diye sormadık değil :)) Her birimiz kendi evlerimizde ona sunabileceğimiz imkanları saydık döktük ki en hoşuna gideni seçsin diye. Kendi çocuğumuz frenk diyarlarındayken yerine stepne bulmaya çalışmamız da bir hoştu yani. Yemek içmek üzerine rüşvet tekliflerine pek sıcak bakmayan ve kapışıldığını fark eden bu yavruya son teklif benden geldi: "akşam 11-11:30 gibi yatabilirsin". Geç yatmanın değerini bilirim icabında ;) Bu teklife bayıldı haliyle. Evine biz bırakacaktık; yolda "emniyet kemerin kilitlendi, artık eve gidemezsin. Hatta koltukla beraber direkt bizim eve zıplatacağız seni. Annenlere haber vermek için bir telefon hakkın da var yaniii" minvalinde tehditler de savurduk. "Hanfendi, kızınız elimizde. Ama lütfen ona çok iyi baktığımızdan emin olun. 10 gün tutup yollayacağız."

(Tamam ben burada durayım artık. İyi ki de "her gün haber alamayabilirim, o yüzden de az yazarım" dedim yani. Hikaye, çocukların gidişine bile ulaşamadı hâlâ. Malzemem az olacak diye her bir dakikayı yazma tasarrufuna mı girdim ne?)

1 Mayıs 2011 Pazar

FRENK YOLCUSU KALMASIIINNN



Eveet bir başka 'Frenk' macerasıyla huzurlarınızdayım. Ha bu defaki diğeri gibi günbegün ayrıntılarla donatılamayacak. Hatta belki her gün yazmaya değer bir haber de bulamayacağım, ama varolanları da yazmadan edemeyeceğim galiba. Çünkü olay benim uzağımda gelişiyor olacak ve ben gün sonunda "bugün de şunlar oldu" diyemeyeceğim.


Öğrenci değişim programı çerçevesinde Kasım ayında birinci ayağını Türkiye sınırları içinde hep birlikte yaşadığımız bu olayın şu anki cephesi Fransa. Bize on günlüğüne gelerek hayatımızda güzel anılar bırakan frenkimiz, bu defa da bizim evin kız ergenini ağırlıyor.

Dün sabah itibariyle evladımızı, aynı ekibin diğer on evladıyla birlikte önce İstanbul'a, oradan da Fransa'ya yolcu ettik. Bir akşam öncesinde bizim ve frenklerin hafiften şaşkın hocaları kafamızı allak bullak etmiş oldukları için, uykumuzu pek de alamadan, saatler daha 6.00'yı bile göstermeden uyandık. Biletlerinde yazan St. Etienne iniş noktasını bilette görmekte zorlanan bizim hoca, telefon ederek "biz nereye iniyoruz?" diyerek bize ilk şaşkınlığı yaşattı. Günler öncesinden alınmış olan biletlerde bu aççık ve de seççik olarak görülmesine rağmen bunun sorulmuş olmasını, hocamızın emanet evlatlarla uzak diyarlara gitmenin verdiği sorumluluk korkusu diye yorumladık. E tabii haliyle, acaba biz yanlış mı biliyoruz, diyerek bilete saldırdık. Kapı gibi 'St. Etienne' yazıyordu.
İkinci telefon konuşması ise, "Fransız hocalar, orada bir havaalanı olmadığını söylüyor" girizgâhıyla başladı. "Neee?? Çocuklar Atlantis'e mi gidiyor?? Ya da Fransa Şeytan Üçgeni de mi var??" denilesi bir telaşa kapılıp, bu defa da internete ve havayolu şirketinin telefonlarına saldırı düzenledik. İnternetteki bazı bilgilerin uzuuun süredir güncellenmediğini görünce, bu alanın tedavülden kaldırılmış olma ihtimali kafamızı bulandırınca, ertesi akşam evde olmayacağını düşündüğümüz kızımızın hediye olarak aldığı lokumları yemeye mi başlasak acaba, diye pis pis sırıttık. Muhtelif telefon numaralarını deneyerek, oh be sonunda ulaştığımız havayolu şirketindeki fedakar görevli kardeşimiz, "siz kafayı mı yediniz karrrdeşim, antika para mı bu tedavülden kalksın? Dibindeki havaalanlarından bîhaber frenk hocalarla ne işiniz var? Bindirin yarın o çocukları teyyareye de, gidip biraz muassır medeniyet görsünler. O hocalar çocuklarınızı karşılayamasa bile, iki tur atıp gelirler işte" dercesine içimize sular serpti.
Üçüncü telefon konuşmasında da kendi hocamıza, "hocacığımız, içiniz müsterih olsun" minvalinde kısa kestik Aydın havası yapıp, lokumları valize geri koyduk. Bakmayın ben gerçekten de tümünü kısa kestim, ama bu noktaya ulaşana kadar bir iki saat falan taş olduk. Aynı sırada da kızımız, Facebook'tan, Frenkistan'daki frenk elmalarıyla chat'leşiyordu. Hem bizim Türk bıdıklar, hem de frenk bıdıklar, gözleri kan çanağı halde "biz nasıl kavuşacağız" diye ağlaşmaktaydılar :)))

Son tahlilde gerek Türk, gerek frenk olsun, hocalarımızdaki anksiyetenin dışavurumsal izdüşümleriyle hanidir baş ettikten sonra, yaklaşık iki aydır devam eden bu hazırlık safhasından hakkaten yorulup, "ayyy gidin artık yaaa" denesi bir hale geldik :p



(Uzun uzun yazıp hem sizi sıkmak istemiyorum, hem de geçen defaki gibi bizzat olay mahallinde olmadığımdan, dolu dolu gündelik hikayelerle dönemeyeceğim için, konuları kırpıp kırpıp yazacağım. Devir idareli kullanma devri, savaş gördük biz kızııımm)