31 Ocak 2011 Pazartesi

ÇAY MOLASI



Kafada bir sürü başka şey...
Tatsız bir şey de yok ha.
Hiç yazasım yok...
Kafadaki o bir sürü başka şeyden de yazı çıkmaz mı?
Öyle bir çıkar ki...
Ama klavyeyle arama zaman girdi.
Arada olurum ben böyle.
Ne zamandır olmamıştım.
Ama oldum.
Olsun, geçer.
Hep geçti.
Zihin buraya çalışmak istemiyor işte, n'apayım..
Bıraktım dağınık kalsın.
Üzerine varmıyorum.
Çünkü zihnimin ergenliği hiç geçmedi ki benim :)

26 Ocak 2011 Çarşamba

BİLMECE GİBİ




Gün önce 'yarın' olur. Zaman ilerledikçe 'bugün'e yaklaşır. 'Bugün' olunca aklı hâlâ 'dün'de kalmış olabilir. "Gideceğin yere vardığında ruhun hâlâ yarı yoldadır" demenin bir kanıtı gibidir. Ama bir kısmı da 'yarın'a hazırlık/özlem/önlem halindedir. Ne şanssızdır 'bugün'. Hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi göremez. Ama hep dillerdedir. Hep bir "ânı yaşa" telaşıdır beyni kemirip duran. Değeri bilinsin, dünden kurtulup, yarına tutsak olmasın istenen. Dünün muhasebesinden, yarının endişesinden arındırılıp da, adam gibi yüzüne bakılmayan.

'Bugün'ü dünsüz ve yarınsız bırakAmayıp, 'kendi'ni yaşamasına izin vermedikçe, elinden özgürlüğü alınmış bir öksüzlüğe mahkum etmiyor muyuz? Kendimize zaman ayıramamaktan şikayet ederken, 'bugünü' (kendimizi aslında) önünün ardının yükleriyle ezmiyor muyuz?

Giriş dün, gelişme bugün, sonuç yarın ise; en keyiflisi 'bugün'de değil mi...Girişi yapılabilmiş bir aksiyonun, sonucuna verilen dikkatle, gelişimine ket vuruyor, sonucun da cansız doğmasına neden oluyoruz. Dünden kalan hesaplar ve yarına biçilen anlamlarla, bugünün gazını kaçırıyoruz. Günlerin bugün olanını, dün gibi uzak-yarın gibi yakın sanarak kendimizi kandırıyoruz. Bugünün, dününe ve yarınına yığılıyoruz. Bugünü dünle süsleyip (iyi ya da kötü), yarına odaklanıyoruz. Böyle bir kültürel ve siyasi yapıda karılmış hamurlar olarak belki de haksız değiliz, böyle yapmakta.

Dün ölür ölmez yarına gebe kalmak niye...

22 Ocak 2011 Cumartesi

OLAMAYASI DİLEKLER DİLEDİNİZ Mİ HİÇ?



Öyle bir zaman gelir ki, zaman aksın durmasın, çabucak geçsin istenen.
Hani hep denir ya, hayat kısa vs vs...
Bana hiç kısa gelmez; koskoca ömür yahu.
"Koca ömrüm boyunca..." da denir ya, unuttunuz mu?
Evet zaman bir sürü şeyi yettirmez kendine..
Evet zaman bazen tsunami olur; coşar, eser, yağar, altında nefessiz bırakır...
Zamanın ebatları olan 'yirmi dörtlük gün', 'altmışlık dakika' azıcık daha uzun yaşasaydı isteriz hani...
Ya o zaman aralığına sığmakta zorlananlar, ya da o zaman aralığının güzelliği yüzünden,
Yirmi dörtler, yirmi beş olsun; altmışlar yetmiş olsun, otuzlar kırk olsun dileriz hani...
Ve aynı isimli bu soyut ve göreceli şey, bazen de geçmek bilmez.
Üstümüze üstümüze basanların zamanı bize farklı algılattırması yüzünden, zaman bir ağır çekim kıvamı alır hani.
Belki unutmak, belki iyileşmek, belki bitirmek, belki başlamak, belki kavuşmak, belki kurtulmak için... hızlansın isteriz ya bazen...
Ve belki de kavuştuysak ayrılmayalım diye,
iyileştiysek bu hep sürsün diye,
unuttuysak da "ilerde ya yeniden hatırlarsam" endişesiyle yavaşlasın isteriz bazen...

Peki ya dursun istediğiniz anlar?

23 yıldır mesleğimi yapıyorum. Vardığım noktadaki en keyifli şey, deneyimlerimin verdiği lüks.
17 küsur yıldır anneyim. İki çocuğumun şu anki yaşları öyle güzel ki...
46.5 yaşındayım. Ne gencim, ne yaşlı. Ama ikisi de var bünyede.
Annem 73 yaşında. Dizleri dışında bir sorunu yok çok şükür.
Artık hobilerime ruhen ve bedenen vakit ayırabildiğim bir dönemdeyim.

İşte ben bu noktada zaman dursun istiyorum.
Her gün mesela 22 Ocak olsun. Saatler kendi başına dönsün ama anlamı olmasın, sembolik olsun.

Ellerim titremesin ki mesleğimi sürdürebileyim.
Çocuklarım büyümesin ki, onlardan ayrılıklar hep şimdiki gibi kısa kısa olsun.
Yaşlanmayayım ki, her yaşı anlayabilir kalmaya devam edeyim.
Annemin nefesini hep duyabileyim.
Evden işe, işten eve, evden tiyatroya koşabileyim.
Gideyim bir kahve koyayım kendime de, saçmalamayı keseyim :))

19 Ocak 2011 Çarşamba

TİYATRO TEFRİKASI-3

Gel zaman git zaman derken, gelme desek de gelen, gitme diye sızlansak da takmayan zaman aktı gitti. Önceki 'varan'lardaki kaliteye alışmış olan bu bünye, piyasadaki diğer tiyatro topluluklarını bir türlü beğenemedi. "Ne yapabiliriz, ya da kendimiz mi bir şeyler başlatsak" minvalindeki hararetli konuşmaların özneleri olan ekip arkadaşlarımla, artık gündelik sohbetlere döndük. Mecburen.. Kabullendik... Kendimi artık primlerini sahneyi özleyerek ödemiş emekli amatör oyuncu olarak görüyordum. Civardaki kahvehanelere gidip meddahlık mı yapsam diye tabii ki düşünmedim :)) Tek sahnem ev ya da arkadaş ortamlarındaki sessiz film oyunlarıydı. "Tiyatroya devam ediyor musun?" diye soranlara içim cızzz ede ede olumsuz cevap veriyordum. O arada çocuklarım okuma fişlerinden, iki bilinmeyenli denklemlere kadar ilerlemişti. Sayemde "olmak ya da olmamak" ile başlayan okuma maceraları, "A şehrinden saatte 60 km hızla çıkan bir araba, 500 km ötede dakikada 100 cc su dolduran bir havuz dolana kadar kaç saat geçer" gibisinden abuk mecralara ulaşmıştı. Yaniiii çocuklar artık liseli olmuştuuu :) Ne çok sahnesiz kaldığımı varın siz hesap edin gari...


Tarih: Ekim 2009. İstanbul'dan çok yakın bir arkadaşım telefonla arıyor ve diyor ki: "Mügeee, İzmir'de de Müjdat Gezen Sanat Merkezi (MSM) açılıyormuşşş!!". "Zamaaan geeel geeel, ruhumun sesine geeel" diyen ben, fitili ateşleyip araştırmaya koyuldum. Kasım'da kaydoldum, Aralık'ta dersler başladı. Yaşları 16 ile 45 (bu tabii ben oluyorum) arasındaki bir sınıf insanla çalışmalara koyulduk. Ama sınıfı görseniz tam bir lise; bağıran çağıran, hocanın sözünü kesen, ödev yapmayan, ödevi erteletmeye çalışan bir grup içindeyim. Sınıfta yetişkin olarak, (bir hocamızın bize taktığı isimle 'Ermişler' grubu), sadece 5 kişiyiz. Hemen örgütlenip, bu hengameyi susturma planları yapmaya başladık. 1 ay sonunda sınıf düzene girmiş, ödevlerin verdiği neşeyle ahenk içinde dans ediyordu (üzerlerine Elidor saç kremi sıktık dermişim).

Yedi ay boyunca her Cumartesi ve Pazar oraya gittim. Her gidişimde uçarak... Bir kez bile "hastayım gidemeyeceğim", "öff bugün de canım hiç çekmiyor", "aa bu Cumartesi de keyfime bakacağım", "misafirlerimizi Cuma değil de, Pazar günü kabul edelim" vs demeden... Ev halkının da biyolojik ritmi benimkini destekleyince, evde yeniden ezberlerimi takip edecek birileri hep oldu. Ders günü herhangi bir resmi tatile ya da bayrama denk geldiğinde bile, vücudum bir eksiklik hissetti. Öyle günlerde okula doğru giden ruhumu zar zor geri döndürdüm. Sınıf arkadaşlarım bana önce Müge teyze derlerken, "ya biz sana teyze demekte zorlanıyoruz, Müge abla desek? Hem senin neredeyse bizden farkın yok" demeye başladılar :))) Bunu duyan "ablacılar", o zaman biz de Müge diyeceğiz, haberin ola mektubu yolladılar. Hepsi başımla birdi. Hocalarıma da ben; bana lütfen 'Müge Hanım ve siz' diye hitap etmeyin, ben sizin öğrencinizim, Müge daha hoşuma gider dedim. Ama ben onlara "hocam ve siz" demeyi asla bırakmadım. Böyle bir hitap derlemesinden sonra sınıf kaynaşmaları daha bir hoş oldu.



  Binaya girince her yerden gelen müzik, dans ve tiyatro sahne çalışmalarının sesleriyle, hani o hep imrendiğim "Fame" dizisinin ortamına sonunda kavuştuğumu hissederdim. Konservatuar ciğerinin kapısında kedi olmuş ben, artık ciğerin bir parçası olmuştum. Tabii ki yine Shakespeare'siz olamayacak süreçler sonrasında, Moliere ile biten eğitimimizin son durağı sahneye bir oyun koymaktı (gerçi ben bu zamanları yaşarken de blog'a yazmıştım ama şu an yazdıklarım olayın farklı bir boyutu). Sınıf çok kalabalık olduğundan ve herkesin de iyi kötü bir rolü olmalı düşüncesinden yola çıkarak, çok da bilinmeyen bir oyuna hazırlandık. Oyundaki adım Neriman'dı ve köyün lafını esirgemeyeniydi. Ben hep oyunun sahnelenene kadarki prova aşamalarında çok eğlenmişimdir; herkes de aynı şekilde. Güldüğümüz belli olmasın diye kendimizi kasarken gözümüzden yaşlar süzülmesinden, tuvalete zor yetişmeye kadar varan bir prova dönemi geçirdik. Ha tabii arada hocamızın sinirlenmesi ile cezaya kaldığımız da oldu :))

Haziran sonunda dersler ve oyunumuz bitmişti. Yedi ayın doygunluğu damar boyutunu aşıp, hücre düzeyinde hissediliyordu. Endoplazmik retikulum bile keyifle salınıp, hücre duvarına takılıyordu. Varan-III, diğerlerinin acısını sonuna kadar çıkarmıştı. E benim vasiyet de geçerliliğini kaybedince, avukatımla vasiyeti yırttık attık.

12 Ocak 2011 Çarşamba

TİYATRO TEFRİKASI-2

Varan-1'in ardından kazım kazım kazındığımız bir sürece girdik. Damarda durmak istemeyen kan akmak için mecra arıyordu. Bürokrasi, maddiyat ve hafif dozlu politika bir araya gelip, grubumuz dağıtılınca sudan çıksak ancak bu kadar balık olabilirdik. "Kızım Olmadan Asla" haleti ruhiyesinde, çocuğumuz elimizden alınmış gibi kalakalmıştık. O zamanlarda sahnemizin bulunduğu binayı görmeye bile yüreğim dayanmıyordu. Her köşesinde bir anımızın, emeğimizin, telaş ve heyecanlarımızın göz kırptığı bir mekândı, ne de olsa. İçimizdeki gaz öyle yüksek volümdeydi ki, bunu atacağımız bir başka ortam bulamayacağımızı düşünemiyorduk bile. Telefonlarda ve o da yetmeyince buluşup toplantı yaptığımız zamanlarda orayı yeniden kazanmanın yollarını araştırmak ve üzerine gitmek üzere planlar yapıyor, girişimlerimizi de uyguluyorduk. Uzatmayayım, olmadı, olamadı, olduramadık, oldurtmadılar (çile çekmenin fiil çekimi haline gelmesinin bir örneği).


Güzel okulum
 Acı haber tez gelir de, güzel haber daha geç geldi, ama geldi. Bizi çalıştıran hocalarımızdan biri, gruptan beşimize özel bir haber verdi: TOBAV (Tiyatro Opera BAle çalışanları Vakfı) amatör oyunculuk kursu açacaktı ve sınavla öğrenci alacaktı. Elenme ritüellerine alışkın olan biz, sınava koşa koşa gittik. Acayip yağmurlu bir Ekim gününde, İzmir Kız Lisesi'nin tiyatro salonunun kapısında yığılan adayların arasına karıştık. Yanımda eşim, çocuklarım, ekip arkadaşlarım... İşin güzel yanı, sınavı kişisel olarak geçmeye değil, 'hep birlikte geçmeye' dua ediyorduk. Sınavı Devlet Tiyatrosunun değerli bir yönetmeni/oyuncusu ve Opera'nın gene değerli bir yöneticisi yapıyordu. İçeri girdim. Bir doğaçlama ve piyano başında yapılan bir kulak sınavı ile 10 dakika sonra dışarıdaydım. O gün de sınavdan hemen sonrasına ayarladığımız biletimle, İstanbul'a mesleki bir toplantıya gitmem gerekiyordu. Arkadaşlarımın sınavlarını bekleyemeden ama aklım onlarda kalarak ayrıldık.
İki gün sonra gelen telefonda sevinç ve heyecandan sesi kendinden geçmiş arkadaşım, beşimizin de sınavı geçtiğini müjdeledi. O sevinçle toplantı binasını terk ettiğim gibi, kendimi İstiklâl'e attım. Önüme gelene "biliyor musunuz, sınavı geçtik!!!" diye bağırasım gelmişti.
Çalışmalara yine aynı okulda başladık. Okuduğum okul olması bağlamında da hoş bir başlangıç olmuştu. Birkaç dersten sonra babamın kalp sıkıntıları artmaya başladı. Derse devam konusundaki disiplin nedeniyle, mazeret bildirip, katılamadığım zamanlar oldu.
Elimde ödevim olan Shakespeare'in Romeo ve Jülyet'ini babamın uyuduğu zamanlarda ara ara okuyarak, hastane odasında refakat ettiğimin ertesi gecesi babam gitti. Akmak isteyen kan o gece yavaşlamaya, gün be gün donmaya, sonunda kurumaya kadar ilerledi. Bir gayret birkaç derse devam ettim, hatta ödev de verdim. Ama yok, ı ıhh, olmuyordu. Aklım giden babamda ve dirayetli ama üzgün annemde iken, konsantre olmakta zorlanıyordum. "O gün babanız ölse, sahneye çıkmak zorundasınız" diyen zihniyeti kabullenmek ne mümkündü. Hele de mesleğiniz değilse, her şeyden üstün gelmiyorsa, düşünmeniz gereken başka öncelikleriniz ve sorumluluklarınız varsa.
O değerli hocaların bana katabileceklerini gözüm görmez olmuştu. Üzülerek de olsa veda ettim.

İçimde sınav geçmenin gururunu saklayıp yeni düzene ayak uydurma telaşına girdim. O günlerden çook sonra bir gün eşime şunu dedim ve şu an bile düşünürken hem içim sızlar, hem de gülesim gelir: "Bir kez daha tiyatro yapamazsam, vasiyet ediyorum. Mezar taşıma yazdır: Tiyatroya doyamadı." Hakikaten komik ama çok içten istedim bunu.
Velhasıl-ı kelâm, Varan-2, birinciden çok daha kısa sürdü ve hüzünlü bitti. Ondan sonraki dönemler bol miktarda yazmakla geçti. Epey de verimli bir süreçti.

Aaa benim tiyatro serüvenlerim de amma melodram kıvamındaymış yahu. Yazdıkça bir hoş oldum. Neyse merak etmeyin, daha güzel anılarla bir sonraki tefrikada buluşacağız. Çünkü o mezar taşı siparişime gerek olmadığını zaten birçoğunuz artık biliyorsunuz (ref: bol "-na'lı ödevler).

MİMOLOJİK UÇUŞLAR

“Okuma serüveninizde unutamadığınız, hayatınızın bir dönemine, özellikle de çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin hayal dünyasının oluşumuna etki eden yazar kim? Hangi kitabı elinize aldığınızda döner gidersiniz o günlere?”


Bu mime cevap verdiğimde hangi kitabı yazarım diye düşünürken, iki kitap geldi aklıma. Aslında iki yazar: Aziz Nesin ve Kemalettin Tuğcu. İlkokuldayken kitaplarını en çok okuduğum iki yazar.


Benim okuduğumda kapak böyleydi.
 Aziz Nesin'inkilerden en çok aklımda kalan ve hâlâ bir cümlesini ara ara hatırladığım bir kitap: "Şimdiki Çocuklar Harika". Hatırladığım cümle de ilginçtir yani: "acaba ne yalan uydursam" :))) Dakika başı yalan senaryosu düşünen biri değilim, ama anne olup da çocuk büyütme rotasına oturduğumdan beri kendini hatırlatıyor. Çünkü bu soru cümlesini okuduğumda çok etkilenmiş ve acaba benim çocuklarım olduğunda da buna ihtiyaç duyarlar mı diye düşünmüştüm. Hah işte tam bu noktada şunu söyleyip kendimi temize çıkarmam lazım: kendim çocukken bu soruya cevap bulacağım diye debelendiğimi, daha doğrusu bu soruya gerek duyduğumu hatırlamıyorum açıkçası (çünkü şahane yalan atardım diye algılanmasın ama :D). Yaptıklarımı yalanla soslandırmam ya da yumuşatmam gerekmedi hiç.O nedenle de bu cümleye şaşkınlığımdan dolayı olsa gerek, ki bu kadar unutmamış olabilirim (kendiyle, yazarak konuşan kadın). Daha o zamanlardan, değil portakalda vitamin, portakalı bile olmayan çocuklarımın bana yalan kıvırmak zorunda hissetmemelerini dilemiştim bir nevi.
Kitabın geneli ise hem çocuklara, hem de büyüklere hitap eder. Zaten Nesin de, bu kitabı sadece çocuklar için yazmadığını belirtmiştir. Bu kitabın iki farklı neslin birbirini anlama yolunda güzel bir yoldaş olduğunu düşünürüm. Hem çok eğlendirdiğini, hem de yukarıdan da anlaşılacağı üzere düşündürdüğünü söylemem yanlış olmaz; tüm Aziz Nesin eserleri gibi. Çocuklarıma belli bir yaşa geldikten sonra okumaları için aldığım kitaplardan biri oldu bu.

Kemalettin Tuğcu kitapları için aynı tadı aldığımı söyleyemem. Bir sürü kitabını okumuş olmama için için üzüldüğüm de olmuştur. Çocuk kitabı olarak yazılmış bir eserin, ağlata ağlata okunması ne acıdır. Aklıma gelen ilk kitap adı "Yetim Malı". Ah be kardeşim, kahrımdan öle öle, gözlerimi ve burnumu sile sile okumaya da devam ederdim. O zamanlar bir kitabı yarım bırakmayı ayıp sayar, saygısızlık addeder, yana yakıla da olsa bitirmeye bakardım. Tek faydası kendi yaşamıma şükretmeyi öğretmek olmuş olabilir, ama o yaşta da bunu ne kadar fark ettim Allah bilir...

Bunların dışında da Ömer Seyfettin ve Rudyard Kipling'i anmadan geçemeyeceğim. "Diyet" ve "Orman Çocuğu" da etkilendiklerim arasındaydı.
Aa tabii bizim neslin genç kızları hatırlarlar; Barbara Cartland kitaplarında kurduğumuz hayaller ve özenmelerin tadı da bir başkaydı değil mi? :)) O dönemlerde yazın hem ev işlerinden kaçayım diye, hem de kendimi gaptırıp goyverdiğim için yatağıma gömülüp gömülüp okurdum.

Sevgili Herbirenk (]-[erbirenk) beni mimlerken bu kadar coşacağımı düşünmemişti kesin :) Ben de düşünmemiştim ama içim çağladı, ben de dur demedim. Ve onun miminde ve sonrasında bahsettiği iki kitabın da değeri es geçilemez; söylemeden edemedim doğrusu ( http://herbirenk.blogspot.com/ ).

Mim pasını kendi kale'mden şu üç kaleye uçurmak isterim:

http://meyraningemisi.blogspot.com/
http://edebiyatelestiri.blogspot.com/
http://delilerinteknesi.blogspot.com/

11 Ocak 2011 Salı

EBEVEYN OLSAN DA GEL, OLMASAN DA :)



 "The Playbarn Magazine" dün yayına başladı.

En güzel ve en kısa şekilde "The Play Barn Türkiye'deki ilk ve tek 'saatlik' oyun/eğlence/emanet işletim sisteminin markasıdır" şeklinde tanıtılan bu sistem sanal bir dergi çıkarmak istemiş. Ve işte karşınızda...  Anne-babalara yönelik içeriğiyle eminim "hımmm, vay be" diyeceğiniz birçok yazı bulacaksınız. İşin başında http://sanatnotlari.blogspot.com ve AJANDA'dan çok iyi bildiğiniz sevgili Sinem var. Yine güzel bir iş çıkarmış durumda. Hem ellerine sağlık, hem de tebrikler!!

Link verme konusunda nasıl da başarısız olduğumu artık herkes fark etmiştir sanırım :))) O nedenle adresi yazıyorum; kopyalayın yapıştırın bir zahmet n'oolur :)

Bakmadan Geçmeyin, Okumadan Kapamayın, Üye Olmadan Gitmeyin. Valla bak çok şey kaybedersiniz. Hizmeti ekranınıza getirdik :))

http://www.theplaybarnmagazine.blogspot.com/

7 Ocak 2011 Cuma

TİYATRO TEFRİKASI



 
İlkokuldayken çocuk çocuk yazardım. Atatürk'e, Anneler/Babalar Gününe, 23 Nisan'a şiirler... Onları eski bir yazımda sözünü ettiğim, babamın daktilosunda temize çeker dosyalardım bir de. Bazen, annemi iş yaparken görüp, bizim için çalışıp durmasına kıyamayıp ona şiirler... Hatta hediye diye şiir verdiğim de çok olmuştur. Annem hâlâ saklar bazılarını. Üniversite yaşıma kadar yaptım bunu. Sonra büyüdüm :) Yazma tutkum şiirlerden hatıra defterlerine evrildi. Gençlik hallerimin "küçük sırlar" versiyonu başladı. O zamanlar bloglar olsaymış ne güzel olacakmış. Şiirler, hatıralar bir yana hiç bırakmadığım ve yazdım mı sayfalarca yazdığım mektuplarım asla eksik olmadı o yıllarda. Yazamadığım zamanlarda kasete konuşup yolladığım da oldu. Çene de bol ya, hiç zorlanmadım :)

Ortasondayken konservatuarın tiyatro bölümüne hazırlanmaya niyet ettim. Hem de hiç araştırmadan, soruşturmadan.. Sınavda bir fıkrayı oynuyormuşsun demişti, bir arkadaşım. Fıkra buldum; kendi kendime odaya kapanıp çalışırdım. Aslında o sırada da epey bir eğlendim. Amma velâkin, o yıllarda tiyatro oyunculuğu pek de parlak bir meslek değildi. Babam bu konudaki kaygısını anlattığında haksız bulamadım onu. O yüzden de fizik, kimya, biyoloji yollarına geri döndüm. O yollara düşmüş olmaktan hiç rahatsız olmadım, ama oyunculuk hep içimde kaldı; eninde sonunda yapmak istediğim bir arzu olarak. Çevrem hep "sen oyuncu olmalıydın" dedi durdu; gülümsedim geçtim. Tek kanallı yıllarda ERT adı altındaki Yunan kanalından "Fame" dizisini izlerken ekrana yapıştığımı hatırlıyorum; offf nasıl özenirdim.

Üniversite, ihtisas, evlilik ve art arda iki bücürden sonra tek sahnem hayatın sahnesi idi. Prova bile yapamadan, ezbersiz, arada ezberi bozuk, dekor ve kostümü düşünemeden doludizgin geçen yıllardı onlar. Kendimizi unuttuğumuz yıllar. Her şey zamanında denir ya, işte o zamanlar da bunu gerektiriyordu. Çok yorulduk, geriye dönmek istemem ama "kariyer de yaparım, çocuk(lar) da" derken de hiç şikayet etmediğim yıllardı.

Çocuklarımın altı ve sekiz yaşlarında olduğu yıl, o zamanki sekreterim olan, hâlâ da çok sevdiğim ve görüştüğüm tatlı kız, gazetedeki bir söyleşiyi bana haber verirken heyecanlıydı. Çünkü tiyatroya olan tutkumu ve yapabilme arzumu çok iyi biliyordu: bize çok yakın bir kültür merkezinde oyunculuk atölyesi açılıyordu. Verilecek eğitimden sonra, "Gençlik Tiyatrosu" oluşturacaklarından söz eden Ali Poyrazoğlu'nun sözleri başımın üzerinde kocaman bir ampul yaktı. Ama.. ama.. ben artık genç değildim ki.. Otuz yedi yaşımdaydım. Günü geldiğinde gittim Poyrazoğlu'nun huzuruna çıktım: "Çok istiyorum ama yaşım...".
Konuşturmadı bile fazla: "Sendeki bu ilgi ve cesaret olduktan sonra tabii ki geleceksin. Hemen kaydol."

Dört aylık, amatörler için gayet de sıkı bir eğitimden sonra sıra oyun çıkarmaya gelmişti. Ama eleme yapılması gerekiyordu; sınav yapılacaktı. Yüz kişiyle başladığımız atölye mevcudu birinci elemede elli kişiye, ikinci elemede on beş kişiye düşürüldü. Vee Eylül'de oyunun provaları başladı. Hangi role daha uygunuz ya da becerebiliyoruz diye seçmeler yapılırken, birçok bayan arkadaşım gibi benim de iki role hazırlanmam gerekti: ciddi ev sahibesi ile hafifmeşrep bir kadın. İkisini arka arkaya vermem lazımdı. Önce hafifmeşrepi oynadım, ayağımda yüksek topuklar ve ağzımda bir sakız. O bitti, diğerine başladım. Ayakkabıları çıkarmayı akıl ettim ama sakızı ağzımda unutmakla kalmayıp, ciddi hanfendüyü oynarken çiğnemeye de devam etmişim. Salondakiler yıkılıyor ama o kadar da ciddi bir parça ki, nesine gülüyorlar anlamıyorum. Replik hatam yok, tavırlarım ve beden dilim tamam... Sonuçta ciddi ev sahibesi rolüne uygun görüldüm :) Provaların zorluğunu, yorgunluğunu ve neşesini, prömiyer akşamının zevkini, alkışları, kutlamaları, aldığım tatmini anlatmam çok zor. Eşimi ve çocuklarımı da provalara çağırırdım; biz çalışırken salonun bir ucundan içeri girdiklerini görünce nasıl sevinirdim. E ne de olsa evde ezber yaparken beni çalıştırıyorlardı ve velilerim olarak sonucunu görmeye hakları vardı :)

Birinci oyundan sonra, ikinciye de çalışıp, bütün kışı ev, iş ve sahne arasında mekik dokuyarak ama bir an bile gık demeden geçirdim. Yaza doğru bürokrasi ve siyasetin oyununa gelen (kibarcası) grubumuz dağıtıldı. "Olsun bu da yeter bana" diyemeyecek kadar gazımı almış olan ben ve arkadaşlarım şap gibi ortada kaldık. Oraya koştuk, buraya koştuk. I ıhh geri alamadık sahnemizi. Ama tozu bir kez işlemişti bünyeye. Onu da geri vermeye niyetimiz yoktu.

Bu "Varan 1" idi. Ama o zaman henüz bilmiyordum bunu. İlk ve tek deneyimim olacak sanıyordum. O hüzünle yazmalarıma geri döndüm.

5 Ocak 2011 Çarşamba

KİM İSTER OSCAR MOSCAR.. BLOG ÖDÜLÜ VARKEN :)

Çok sevgili Cep Aynası sağolsun bu şık ödülü yollamış. Ne kadar layık olduğumu bilmiyorum ama, düşünmesi beni çok mutlu etti. O bu ödülü fazlasıyla hak ediyordu.

Ayrıca çok sevgili Lityumm da bu tatlı ödülü paslamış. Ona çok çok teşekkür ederim. Sevindirdi beni. Gülümseten blog'una yakışır bir ödül almış o da.

Ödül ve mim paslama konusunda geçen haftalarda epey bir liste ile "abartılar ödülü"nü aldığımı düşündüğümden, bu ödülleri paslamayacağım :)) Zaten benim blog arkadaşlarımın hepsi ödüllere layık diye düşünüyorum.

Bu aralar çok meşgulüm. Konsantre olup yazmak zor geliyor. Kafamda dolaşan konular var gerçi. Şık ve gülümseten yazılarla dönüşüm muhteşem olsun diye beklemedeyim :))) E tabii ödülün hakkını vermek lazım di mi ama :)) "Şimdi sorumluluk daha fazla" diye bir klişe fırlatıp, köşeme geri döneyim :p