10 Mayıs 2010 Pazartesi

İŞİ GÜCÜ BIRAK, YAŞAMAYA BAK



İlerleyen saatlerde sıradan bir gün olacak gibi görünen o sabah nasıl da zorla uyanmıştım. İşe gitmeyeceğim için geç kalkmakta bir sorun yoktu. Hem zaten o güne tepişmesi şart olan ev işlerini düşününce insanın erken kalkası da gelmiyordu ki:

"Yıkananlar ve ütülenenler bile hep aynı döngüde olmaktan sıkılmıştır. Acaba renklilerle beyazları karıştırıp monotonluğu kırmalı mıyım? Çamaşırların umru olacağını sanmam, ama bu değişiklikten benim ve ev halkının ne kadar keyif alMAyacağı belli. Ya da ütüyü başka bir odada mı yapsam acaba? Hiç yapmasam? I ıh... giysileri mahvetmek, oda değiştirmek veya buruşuk bırakmak çok da eğlenceli görünmüyor. Hepsinin ucu bana dokunuyor.
Farklı bir tat uğruna kendime yeni işler üretemem; paşa paşa bilinen düzenle işe koyulmaktan başka çare olmadığına kanaat getirip, renklileri ve beyazları ayırayım: her zamanki miktarda deterjan ve yumuşatıcı ikmalinden sonra, her zamanki düğmeye basıp, çamaşır makinesini kendi başına sıkılmaya bırakayım. Aslında ne belli, makinenin benim gibi şikayetçi olduğu. Dünyadan haberi olmayan bir makineye niye kendi monotonluk mıymıntılığımı yüklüyor ya da benimle paylaşmasını sağlamaya çalışıyorum ki... Yalnızım bu duyguda; evdeki hiçbir eşya benimle aynı histe olduğunu belli eder havada değil. Peki acaba soğanlar bıkmış mıdır, hep aynı türden yemeklerde pembeleşmekten? Ya tencereler? Yazılı olmayan bir düzende birkaç haftada bir aynı yemeklerin tekrar tekrar içlerinde pişirilmesinden beni sorumlu tutuyorlar mı acaba? Şu hap şeklindeki beslenme teknolojisi ne zaman halka açık hale gelecek acaba? Astronotluk kursuna mı yazılsam ne..."

diyeee saçmalarken telefonum çaldı.
"Günaydın canım, naber?"
"Günaydın... N'olsun be güzelim, taslar da hamamlar da aynı."
"Hadi kalk kalk, gel bir sabah kahvesi içelim Kordon'da."
"Aa çok iyi olurdu, ama bir sürü işim var. Malum bugün ev günüm." dedim bedbin bir halde.
"Bilirim ben senin ev günlerini; yine çamaşırlar dönüyordur ve sen yine 'acaba bu defa şunları karıştırıp da atsam nasıl olur' şeytanlığını aklından geçirmişsindir bile. Yürü çık o evden, en kısa sürede hazırlan ve haber ver bana." dedi neşeli bir komutan edasıyla.
"Doğru vallahi, peki tamam arayacağım seni." derken kahkalarımı tutamıyordum.
Çamaşır makinesinin karşısına geçtim, ve göğsümde elimi kaydırarak "ohhh canıma değsin, sen çalış ben dışarı çıkıyorum, naberrr" yaptım. İyi de niye bunu yaptım ve yapınca da zevk aldım? Evet, evet hemen hazırlanıp çıkmalıyım; bana iyi gelecek.
Hareketlerim anında hızlandı. Ortalığı toparladım, bir koşu giyindim ve günümün kurtarıcısı arkadaşımı aradım, koşarak evden çıktım.

Ohh hava nasıl güzeldi; çamaşır makinesinin içinde dönüp duran çamaşırları seyretmekle vakit kaybedilecek, bunalım yapacak gün değildi. Baharın kokusunu ve seslerini kaçırmanın âlemi yoktu. Arkadaşımla bankanın önünde buluşup, nereye gideceğimizden en ufak bir haberim olmadan neşeyle yürümeye başladık. Minnetle teslim olmuş, beni götüreceği yerlere sorgusuz sualsiz yelken açmıştım. Tahmin ettiğim bir yerler vardı, ama hiç de öyle olmadı. Deniz kıyısına kadar vardığımızda, günün her saati keyfiyle ayrı bir tadı olan Pasaport kahvehanelerinin çayı, ağzımda tükürük salgısını provoke etti. Martıların ve körfez vapurlarının hiç de sıkılmadan gelip gittiği bir noktada denizin dibinde bir masaya konuşlandık. Güneş sabah serinliğine tatlı bir şekerleme örtüsü sıcaklığıyla eşlik ediyordu. Sohbet deseniz, sanki bir önceki kaldığı yerde zor beklemiş gibi doludizgin akıyordu. Pasaport'un çay ve gevrek ikilisi, tok bile olunsa tüketilmek için insanın keyif hücrelerini dürtmekle meşguldü. Evde bıraktığım ve sağ gösterip sol vurduğum çamaşırları düşündükçe, bugün beni sizinle kalmaya mecbur edemediniz, zaferinin naralarını atıyordu ruhum. Hiç engel olmadım ruhumun şımarıklığına.

Kahvemizi de başka bir yerde içme teklifiyle aklıma gelen ilk yeri, şu anda düşününce, bazen ne kadar da kalıplara sıkışabildiğim için utanıyorum. Pasaport'tan Konak'a başka zaman olsa, dünyanın yolu, diyen ben hiç farkına varmadan kendimi Hisarönü'nün serinliğinde buldum. Dükkan önlerini yıkamış esnafın mesai telaşına karışan hareketlilik enerji pompası gibiydi. Daha önce hiç geçmediğimi ya da geçeli çok uzun zaman olduğunu düşündüğüm labirent gibi Kestane Pazarı sokakları dekor gibiydi. Sanki herkes ve her şey, oraya gelenleri mutlu etmek için çalışıyordu. Arkadaşımın oralara her gün gidermiş gibi büyük bir aşinalık ve sevencenlikle dalıp çıktığı ve benim de zevkle eşlik ettiğim dükkanlardaki her şeyi alasım geldi. Sattığı malzemelerle ne bakkal, ne ecza deposu, ne nalbur, ne hırdavatçı diyebileceğim ama bin çeşit mal ile dolu dükkanın sadece kokusunu almak için girdik. Sahibi buna ne şaşırdı, ne de alışveriş etmemizi bekledi. Kokladık, sohbet ettik, çay teklifini kibarca reddettik ve yürümemize devam ettik. Bir sonraki durak, ömrümde bu kadar çok çeşit kuru fasulya, kuru börülce, bulgur, buğday, kuru meyve ve pirinci sadece asla görmediğim değil, bilmediğim bir dükkandı. Birkaç gün önce canım çok çektiği halde 'artık bulamam' diye peşine fazla düşmediğim kuru patlıcanları orada gani gani buldum. Yemeklik kuru börülce ve tarçın çubukları/havlıcan/zencefil karışımına da dur diyemedim.

Kahvemizi nerede içeceğimize olan heyecanlı merakım biraz sonra giderildi. İki insanın yanyana zor geçebileceği dar bir geçitten ilerleyince, binaların arasında tepesindeki asmalarla cennet gibi bir kahveciye ulaştık. Yerlerinin temizliği, duvarlardaki fotoğrafları ve kanepeleriyle sanki açık havada bir ev salonunun samimiyeti vardı. Ve duvardaki bir tabelada aynen şu yazıyordu: "Artık Facebook'ta da varız. 'Fincanda' yazın, karşınızdayız." Buna durup durup gülerken, eve gidince hemen denemeyi planlıyordum (gerçi denedim ama o kadar çok yer çıktı ki). Fincanda pişirilen kahvelerimizi görüp de içmeye başlayınca bir kez daha şaşırdım. İnek sütünün üzerinde birikmiş kalın bir kaymak tabakası gibi köpük sahibi bir Türk kahvesi daha görmemiştim; iç iç hâlâ köpük.

Daha ne anlatayım... En az yirmi yıllık arkadaşıma "Allah senden razı olsun" ve muadili dilenci duaları eşliğinde veda ederken, beni böyle dürtmeye devam etmesini tembihledim. O gün gözlerime, kulaklarıma, dilime, burnuma bayram ettiren çevresel etkenler bir yana, sohbetimizin güzelliğiyle ruhumda festival yaşamaktaydım. Bunun geleneksel bir festival olmasını diliyor, canım arkadaşımı buradan kucaklıyorum. O kendini bilir...