29 Mart 2010 Pazartesi

İki Dil Bir Bavul





Vizyona girdiğinde bir türlü fırsat bulup izleyemediğim için kahrımdan öldüğüm ve neredeyse kendime ceza olarak başka filme de gitmeme kararı aldığım bir film. İnternetten film izlemeyi de sevmiyorum açıkçası. DVD'si çıkar çıkmaz, uçarak aldım ve sonunda izledim. Artık sıra diğer filmlere geldi :)

Türkiye'nin içinde barındırdığı rengârenk mozaiğin hem düşündürücü, hem de gülümsetici bir örneğiydi. Yüzüm kâh duruldu ve üzgün bir ifade aldı, kâh gülerek aydınlandı. Bir kere kime üzüleceğinizi bilemediğiniz gerçek bir hikâye: Öğretmenin yaşadığı şoka mı, öğrencilerin hallerine mi, velilerin hallerine mi ve imkânların kısıtlılığına mı... Yeni mezun ve öğretme aşkıyla dolu genç bir insan, doğup büyüdüğü coğrafyadan çok uzaklara (Denizli'den, Urfa/Siverek/ Demirci köyüne), belki de bu kadarını tahmin etmeden yola düşüyor. Bunu yaşamış ve yaşayan o kadar çok kamu çalışanı var ki.. Ama bir öğretmenin durumu farklı bir boyut içeriyor: eğitilmeye aç ve eğitilmesi şart çocuklarımızın varlığı.

Eylül'de okulların açılmasıyla başlayıp, Haziran'da kapanmasıyla biten çekimler, tamamen doğal akış üzerinden yapılmış. Oynayan diyemeyeceğim, gündelik hayatını yaşayan bir öğretmen/öğrenci/köy halkı ekibinin, hiçbir repliği olmadan ilerleyen bir film. Her ay onar günlük çekimlerle tamamlanmış.


İletişimsizliğin aslında temel problem olduğundan yola çıkılarak çekilen bu film, beni, farklı dillerden olmaktan bağımsız olarak, istendiğinde, samimi çaba harcandığında, kalpler açık tutulduğunda iletişim için aynı dili konuşuyor olmak zorunluluğunda olunmadığına vardırdı yine. Aynı dili, coğrafyayı, ırkı, dini, geleneği paylaştığımız ama en ufak bir çatlaktan suyun sızdığı birçok iletişimsizlik yaşamıyor muyuz insanlarla? Temel anahtar önyargıları, at gözlüklerini ve sabit fikirliliği bir kenara bırakmak değil mi? Esnek bakış açılarıyla ve gerektiğinden çok anlamlar yüklenmeden yürütülen iletişimlerde, suyun akacağı yolu nasıl da bulduğuna tanık olmuyor muyuz? Esnekliği bir zafiyet ya da hata olarak gören dar açılarda daralmıyor muyuz? Bir kare içinden değil de, daire yumuşaklığında bakılma durumunda sert köşelerin batıcılığından kurtarmıyor muyuz kendimizi? Prensiplere ve hayat görüşlerine saygı boyutunu tabii ki silip atmadan gülümseyerek başlayan diyalogların hangisinden zarar gördünüz?

Bu filmde öğretmenin, çocukların ve ailelerinin bunu yaratma çabasını da gördüm. Başlangıçta örülü duvarlardaki tuğlaların gittikçe bir yana fırlatılması sonucunda herkese güzel dersler çıktı. Ama şu da var ki, keşke memleketimizin olanakları daha iyi olabilse. Bizler batıda yaşayıp giderken, doğunun kaoslarını, sorunlarını ve çaresizliklerini, her akşam haberlerde televizyonda film izler gibi görüyoruz. Fanus insanı olmayı hiçbir zaman sevmedim, istemedim. Bu filmi izlemeden başka bir filmle iyi vakit geçirmek istememem de, hiç olmazsa oralardaki duyguyu paylaşmadan keyfime bakmak istemeyişimdi. Ha bu mudur yapılacak, oralardaki insanlarımız için? Tabii ki değil. Yapabileceğim kitap, giysi, oyuncak yollamak. Hepimizin evinde yepyeni kalıp da, artık kullanmadığımız, okumadığımız gereçleri yollamak. Ne dersiniz?

26 Mart 2010 Cuma

ÜRETİYORUM, ÖYLEYSE TAKİP EDİN.. "JULIE & JULIA"



Rutine ve tekdüzeliğe yenilmek istemeyen enerjik bünyeler, hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın, bir çıkış yolu bulma çabasında oluyorlar. Ev hanımı ya da her sabah aynı çalışma ortamına girmek zorunda olan ve üretmenin farklı boyutlarına kafa patlatan kadınların önüne bent çekmek imkânsız. Her sabah aynı ruh haline uyanan ve bundan şikâyetçi olmasa bile rengini daha bir ışıltılara bezemek istemeyen kaç insan vardır? Sahip olduklarından alçakgönüllülükle tatmin olanlara sözüm yok; kaldı ki yerinde duramayanların da tatminsiz olduklarını demeye getirmiyorum lâfı. Un, şeker, irmik varsa, helva neden yapılmasın ki? Hele işe bir de tereyağı karıştı mı, bir Julia, bir Julie olmak çok mu zor?

İnternetle haşır neşir olmaya başlamalarımızla, zaman içinde değişen popülerlikte bir sürü akıma kaptırır oldu insanoğlu kendini. Mail’ler, chat’ler, Facebook, blog’lar ve Twitter ilk akla gelenler. Bunlar yokken de zarflı-pullu mektuplarımız vardı. Julia mektup döneminin, Julie ise internet döneminin enerjik bünyeleri. Biri daktilonun, diğeri bilgisayarın başına geçiyor. Kısır döngülerini kırmanın yollarını ararken, biri diğerinden etkilenmiş olsa da, ikisi de üretkenliklerini bir şekilde kanalize etmeye çalışıyorlar. Yeni bir eve taşınmanın coşkusu bile onları kesmiyor. En büyük ortak paydaları da, yemek yapmayı sevmeleri ve bunu herkesle paylaşmak istemeleri. Bulundukları zamanların olanakları çerçevesinde, aynı kapıya çıkan bir uğraşa yöneliyorlar: yemek yapmak. Klavye marifetiyle bu uğraşlarını herkese duyuruyorlar. İkisi de çok anlayışlı ve onlara destek olan eşlere sahip.

Julia’dan esinlenen Julie, modern zamanların akımı olan “blog” aracılığıyla gittikçe artan bir kesime hitap etmeye başlıyor. “Kim okur ki yazıklarımı” ümitsizliğiyle başlayan süreç, çığ gibi büyüyen “blog izleyeni” sayılarına ulaşıyor. Julia’nın yaptığı yemek ve tatlıların tariflerini yazdığı kitabı bastırma çabası, Julie’nin zamanında “blog”una ilgi olacak mı ve onun da yazdıkları yayımlanır mı acaba, kaygısıyla örtüşüyor.

Bunlar, yaptıklarını ya da düşündüklerini başkalarıyla da paylaşma aşamasına gelmiş yazarak üreten insanın da doğal kaygıları. Tanınmış, okunan, izlenen ya da takip edilen insanlarda bile bu kaygı hep var. Ucunda maddi kazanç endişesi olsa da, olmasa da, temel hırs alıştığı/alıştırıldığı ilgiyi kaybetmemek, hep pohpohlanan olmak, sürekli beğenilmek ve takipçilerinden geri dönüş alma hırsı gibi geliyor bana (söz Julia ve Julie’den dışarı). Oysa iyi yapılan işlerin üreticileri için yoğun bir PR çok da gerekmiyor. Biz okur/izleyici güruhu onları zaten hep takip ediyor ve yeni işi ne zaman çıkacak, diye merakta oluyoruz.

Twitter ve blog akımlarını bir süredir bizzat uygulayan ve takip eden biri olarak, açtıkları blog’lara daha, daha çok kişi tarafından üye olunsun ve yorumlar yazılsın, diye Twitter’da anons yapmaktan, eleştirilmek pahasına, bitap düşen tanınmışları gördükçe, bu hırsı kanlı canlı yaşamaktayım. Yazdıkları okunulası şeyler değil, demek gibi bir densizlik içinde değilim asla. Ama bu reklâm debelenmesi niye? Twitter’daki takipçi kadroları 10.000’leri geçmiş ya, blog’ları da o sayılara ulaşsın istiyorlar ve altında kaldıkça bir hezeyandır gidiyor. Hâlbuki 600 küsurlar da hiç fena değil. Bir sakin olun, diyesim geliyor.

Demem o ki, bu film bağlamında, iyi iş sessiz sedasız da olsa varmayı hak ettiği mertebeyi kendi yaratıyor zaten. Kulaktan kulağa, mail’den mail’e, blog’dan blog’a haberler çok güzel yayılıyor. Ben ki, sıradan insan, okunayım diye asıl yırtınması gerekenlerdenim, hiç diyor muyum: “Blog’uma üye olun, yorum yazın, hadi hadi sayılar artsın. Yok mu artıran?”. Blog’umda 54 kişilik dev kadromla ne kadar da mutluyum. Ama hele bir kitap yazayım, görün siz nasıl bas bas reklâm yapacağım. Sevin, daha çok sevin beni… :)

Hem Virginia Woolf kadınlara ne demişti: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der, diye düşünmeden yazın!” Julia ve Julie işe bir de mutfak katmışlar, ellerine sağlık: “Pişirin! Erkekler, tuzsuz olmuş, der diye düşünmeden pişirin”.

(Merak edenler için Julie’nin blog adresi: http://blogs.salon.com/0001399/ )

20 Mart 2010 Cumartesi

Bahara Serenad :)


Nisan Mayıs ayları,
Gevşer gönül yayları.
Çayır çimen bekliyor,
Bayanlarla bayları.

Bahara nüktedan bir yaklaşımla 'merhaba' diyeyim dedim :)

14 Mart 2010 Pazar

Küçücüktüm, büyüdüm...


Sene 1970 falan olsa gerek; annem öyle dedi biraz önce.

Ablam o aralar sarılık olmuş, iyileşmiş ve ben de ilkokula yeni başlamışım. Zarafet ve asaletiyle, hep "hanım kız" diye anılan ablam, babamızın koluna dayanmış. O temastaki sıcak alışveriş, fotoğraftan bile hissediliyor, ya da bana öyle geliyor. Çünkü biz her zaman varolan bir aile sıcağıyla büyüdük. Ablamın hafif muzip gülüşüne bakılırsa, babam bu fotoğrafı, makineye yaptığı ayarla, kendi kendine çekmiş. Babamın bir sürü hobisinin arasında fotoğrafçılık da vardı. Slaytlar, filmler de çekerdi. Şimdi elimizde makaralı filmlerde kalan dünya kadar eski anı var. Kendi küçüklüklerimizi izlemenin yanı sıra, şimdi hayatta olmayan büyükleri ve o zamanın çevresel görüntüleri inanılmaz güzel belgeler.

Ablam... Bana hem abla, hem anne oldu her zaman. Ben geç büyüdüm, o yüzden yaşlarımızın denkleşmesi otuzlu yaşlarımı buldu. Şimdilerde artık kâh o abla, kâh ben abla. Ama hep yanyana olduğumuzu bildik. 82 yılında ayrı odalara düştük; o evlendi Ankara'ya gitti. On sekiz yaşımdaydım, anlamadım fazla. Annem ilk göz ağrısını onun deyimiyle 'gurbete gelin verdikten' sonra uzun süre gözleri nemli dolaştı; kokusunu özledi. Ablam evin uslu ve söz dinleyen kızıydı; o nedenle de iyi bir ev hanımı olarak yetiştiğinden şüphe etmeden evlendirdi annemle babam onu. Evde yokluğunu çok aradılar; ben de mecburen onları oyalamak için biraz daha küçüldüm, benimle uğraşıp kafaları dağılsın diye. Yine de büyümüş olan yanım, anneme hep "evinde sağlıklı ve mutlu olsun yeter" diyerek avuttu. Eşiyle beraber iki kişi gittikleri Ankara'dan üç kişi döndüler, yanlarında bir tane lokumla. On dokuz yaşımda, bana kardeş geldi sanki. Artık hep birlikte o yeni dünyanın kokusunu özler olduk. Ankara'dan yanımıza o lokumun ayağından çıkmış çorapları alarak döndük. Ben onunla büyüdüm; ne çok baktım ben ona. Neyse...

Annem... Asla onun kadar hanımefendi olamayacağım sanırım. Üzerindeki elbisesini ya kendi dikmiştir, ya da o zamanlar arada bir gelen gündelikçi terzi teyzemiz Muzaffer hanım teyze. Ne şölen olurdu o günler... Salon masasının altına kocaman bir çarşaf serilir, akşama kadar üzerinde artık iplikler yumağı birikirdi. Annem bize hiç bağırmadı; bize hep yumuşacık yaklaştı. Sömestre tatillerinde elimizden tutup, akrabalarımıza götürürdü. Boynundaki kolyesini ve diğerlerinin hepsini boynuma takıp, deli kadınlar gibi dolaşmama hiç kızmadı. Benden hep tek bir ricası oldu: "N'olur biraz daha az konuş". Dinledim mi, hayır... Şimdi de konuşturmaya çalışıyor. Kotam dolmuş n'apayım...

Babam... İki dayımın eniştesi diye, âlem ona 'enişte' dedi. Herkes akıl danışırdı ona. İleri yıllarda zayıflayınca iyice Kaptan Custo'ya benzediği için, herkesçe bilinen mavi vosvosuna da 'Calypso" dediler. Ha bir de Erdal İnönü'ye benzetirlerdi. Bu fotoğrafta alâkası yok tabii ki. Sonraki yazılarımda Custo'msu İnönü hallerini de eklerim. Sağlam adamdı babam. Yedi sene, dört ay, on üç gün, on yedi saat önce gitti aramızdan... Özlüyorum hem beyinli, hem kalpli tavsiyelerini...

Ve ben... Hep muzip, ama asla yaramaz değil. Anlatmayayım kendimi; MİM muhabbetine dönmesin yazım. Eskiler zaten bilir, yeniler de zaten buradan öğreniyor. Kinetik enerjiyi artık statik enerjiyle dengelemeye çalışma yaşlarındayım artık.

Bu fotoğraf bir özlemi simgelemiyor. Dolu dolu ve doyasıya yaşadık biz o yılları. En büyük kârımız, güzel anılarımız. Buradaki iki evlattan türeyen dört torunla sil baştan yaşıyoruz, aynı güzellikleri.

7 Mart 2010 Pazar

Ad'ım Yok ki Benim


Sayın Yekta Kopan dün blog'unda yazdığı bir yazının en altında dedi ki: "İsteyen bu iki paragrafın arasına bir paragraf ekleyebilir, isteyen paragraflardan sadece birini alıp devam ettirebilir, isteyen metni kısaltabilir, isteyen uzatabilir, isteyen okuyup geçebilir, istemeyen zaten okumamıştır. Bu iki paragrafı dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Üstelik yazmaya oturmak için adınızı bilmeniz de gerekmiyor..." ( http://filucusu.blogspot.com )
Buradan yola çıkarak yazdığım yazıyı, yine onun onayıyla yayınlıyorum. Kendisine teşekkür ederim.

*********************************************************************



Adımı bilmiyorum ben. Elbette var bir adım. Çevremdekilerin beni çağırmalarına yarayan bir adım var. Var. Ama bilmiyorum ben. Biliyorum da, unutuyorum aslında. Pof diye bir ses çıkıyor, uçuyor aklımdan. Unutuyorum. Evet, evet en doğrusu böyle söylemek; unutuyorum. Karıştırıyorum. Kekeliyorum. Oysa adımı ezbere bilen birileri var, senin adın bu değil ki diyorlar. Unutmak da istiyorum aslında; bu adla yaşadığım yıllar bana ne verdi ki... Hiç... Geride bırakmak istediğim her şey gibi adımı da geride bırakmak istiyorum. Her şeyi o adla yaşadım; en çok da yalan dünyamı. Adım da yalan olsun; mumlarını yatsıda söndürdüğüm insanların yalan dünyasında kalsın. Adımın her çağrılışında tekrardan aynı zamanlara geri dönmeyeyim. Zaman bana ilaç olmadı; başkalarına oluyormuş, bir arkadaşım öyle demişti, adını unuttuğum. Çünkü o da, o yalanlara yalama olmuş yalakanın tekiydi ve sözde beni avutuyordu.


Ben çocukken kan bağım olmayan bir akrabamızın kızı olmuştu; adını Meltem koydular. Modaydı o zamanlar bu ad. Meltem büyüdü; daha ilkokula gidecek yaşa gelmemişti ki, adını beğenmemeye başladı: Zeynep olsun istiyordu. Herkes dalga geçti; ‘Çocuk işte, ne dediğini bilmiyor. Kim bilir kime özendi’ dendi durdu. Neden değiştirmek istedi kim bilir... Meltem direndi. Meltem gerçekten istemedi bu adı; Zeynep olmak istiyordu. Oldu da. Şimdilerde 40’larında olsa gerek Zeynep.


Acaba kaderinde ne değişti Zeynep’in bu değişimle, bunu bilemeyeceğiz asla, ama ben de artık adımı istemiyorum. Hatta yeni ad da istemiyorum. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim. Her an farklı bir adım olmalı. Hiçbirine anlam, duygu, anı ve eylem yüklenmemeli. Hiç kimse bana ne diyeceğini bilememeli. Artısı eksisi olmamalı adımın; yüksüz olmalı. Beni bilenler beni her defasında ilk kez görüyormuş gibi taze ve anısız bilmeli; ön yargısız ve son yazgısız olmalıyım. Kendime bulduğum bulmadığım her adla kaderim yeniden yazılmalı, yazan biri varsa. İşi zor olacak, çünkü hangi bir adımla uğraşsın. Kusura bakmasın ama defterimi düreceklerse, envanterimi tutmadan dürsünler. Onların işi kolay olsun, diye ille de bir adla yaşamak zorunda olmamalıyım.

Karşımdaki beni hiç tanımayan biriyse, onun belleğine o anda kekelediğim adla kazınıyorum. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim. Mesela dün adımı, hiç sevmediğim birinin adı yaptım; bakalım onun gibi kalleş olabilecek miyim, diye merak ettim. Bütün gün bekledim, ne zaman bir kalleşlik yapacağım diye. Aklıma tek gelen şey, o adın sahibine kalleşlik yapma plânları oldu; daraldım. Yok, yok en iyisi adsız kalmak.

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de. Sadece gözleri unutmuyorum. Anlamı gibi hoş olsun ümitleriyle konmuş adların sahipleri her zaman da aynı hoşlukta olmuyor ki. Mesela Melek; ne ağır bir ad. Adı bu diye, melek olması gerekmiyor tabii ama üstüne üstlük bir de şeytanın tekiyse, ben niye ona ‘Melek’ demeye mecbur bırakılayım ki? Gözleri fel fecir okuyorsa, benim için adı o.


Her gün yeniden tanıyın beni. Ben bile unutayım, dün kimdim, ne yaptım, ne yapmadım, neye sevindim, neye yerindim, neye kızarım, neyden keyif alırım… Adıma yapışan çiçekler solsun, konan böcekler hemen uçup kaçsın, adımın melodisi detone olsun, ışığı kaçsın, kalmasın hiçbir yükü kefesinde… Her adımımda adım değişsin. Değişsin ki, her uyanışım doğumum olsun.


“Hayır baba, fısıldama kulağıma. ‘Evlâdım’ de sadece, o yeter.”


5 Mart 2010 Cuma

Bir Bardak Suda Fırtına


Bu yazıyı, hocam Sayın Murat Gülsoy'un blog'unda (http://www.602gece.blogspot.com/) yayınladığı "13 Çok Kısa Öykü" adlı yazısındaki bazı cümlelerinden esinlenerek ve sanki bize kurs sırasında verdiği ödevler gibi kabul ederek yazdım. Cümlelerini alıntılamama izin verdiği için kendisine teşekkür ederim.
***********************************************************************


Telefondaki ses kendini tanıtmamakta diretiyordu. Bir zamanlar aşk yaşadığım bir kadın olduğunu ima eden cilveli bir edayla konuşuyordu. Yanlış numara olduğunu söylemek istemedim. Ama söyledim… Önce bir durakladı, hafifçe genzini temizledi.
“Hani…” dedi, cilveden alaylı bir tona geçen bir ses tonuyla. “Hani sen beni otobüs durağından aldığın gibi o ucuz otele götürmüştün de, resepsiyondaki çocuk sana bıyık altından sırıttı diye bozulmuştun. Hani aslında ben de bozulmuştum ama sen üzerinde durmamıştın; aşkımızın ve senin evli olmanın gereği, bu sana aşağılık bir durum gibi gelmemişti. Muhallebiciye gidecek halimiz yoktu ya, gibisinden tavır koyunca, ben de ses etmemiştim artık.”
‘Hanımefendi son kez söylüyorum, yanlış kişiyi aradınız. Ben hayatımda böyle bir şey yaşamadım. Numaraya tekrar dikkat edin ve ona göre arayın eski aşkınızı. İyi günler.’ demem gerekiyordu, diyemedim. O sesi ve yaşadıklarımızı unutmam mümkün değildi. Yüzümü basan sıcaklığın renk olarak da beni ele verip vermediğinin merakıyla, karşımda oturan karıma dikmiştim gözlerimi. O saniye karar verdim, telefondaki sese söylemem gerekeni söylemeye.

Söyledim… Ve telefonu kapadım…

Karım işkilli bakışlarını takınmıştı yine. “İnsanlar azıttı artık, ya tutarsa diye rastgele numara çeviriyorlar Allah bilir” derken, yalan söyleyen insanların açık verme jestlerinden kurtulmaya çalıştım. Tam emin de olamadım; karşısındaki kişinin gözlerine dimdik mi bakardı, yoksa sağa sola mı, yalan söyleyen insanlar… Hey Allah’ım ya! Yerimden kalkıp, kahve yapacağımı söyleyip, isteyip istemediğini sorarak mutfağa ilerledim. Olası bir krizden yırtmış gibiydim. Doğal olmalıydım. Mutfağa giderken aklım gene, yalan söyleyen insan nasıl yürür acaba’ya takıldı bu defa da.
“Sakızlı Türk kahvesinden yapar mısın? Mis gibi kokuyor, çok seviyorum. Lavabonun üzerindeki rafta, soldaki kavanozda.” diyen dillerini yiyesim geldi.
Ohh… Asayiş berkemal. Şöyle köpüklü köpüklü yapayım da keyif yapalım. Eyvah, ya fal kapatıp, yorumlarken laf sokarsa bana? İçtiği gibi alayım elinden fincanı en iyisi. Sonra da Tansaş’a kaçar, aile erkeği imajımı pekiştiririm. Yarın da mutlaka aramalıyım onu. Ama önce bir türlü atmaya elimin varmadığı ıvır zıvırın durduğu kilitli dolabımı karıştırmalı bir ara, o evde yokken. Çocukluk fotoğraflarım, diyerek geçiştirdiğim ve siyah bir çöp torbasına teptiğim o eski fotoğrafları deşmeli ve bulmalıyım ondan kalan iki eski anıyı. Biri o otelin yemek salonunda fotoğrafçının çektiği, diğeri de onun kartpostal koleksiyonundan bir İstanbul manzarası. Arkasına ‘beni de Kız Kulesi’ne kapatsan ve orada hep seninle birlikte yaşasak’ yazmıştı. Bilmiyordu ki, ben zaten çoktan Yedi Kule Zindanları’na kapatılmıştım. “Aşkın mahpushane, içinde ben mahkûm, saçların parmaklık, gözlerin gardiyan oldu” benim için yazılmıştı sanki…

Zaten bu sabah da kalbimin bomboş olduğu hissiyle uyanmış ve hayra yormaya çalışmıştım. Bugünün bir çapanoğluna gebe olduğu belliydi. Sabah ilacımı içmek için doldurduğum bardağa bakıp, suyu incelemeye başladığımı ve bunun ne kadar sürdüğünü bile tahmin edememiştim. Bir tuhaflık vardı bende bugün. Kahve yapmak için, sanki bir türlü ulaşamamışım gibi uzun süren salon-mutfak arası yolculuğumun sonunda bitmiş olmasından mutlu olarak mutfağa geldiğimde derin bir nefes aldım. ‘İyi ki, kahve yapmak benim görevim olmuş bu evde’ diye de sevinmeden edemedim. Hah işte yine aynı bardak ve bitmemiş suyum hâlâ duruyor bankoda. Hepsini içip bitirmiş olsaydım, bugünün lânetinden kurtarır mıydım acaba kendimi? Kalan suyu kahvede kullansam, aynı lânet karıma da bulaşıp, ben de onu köşeye sıkıştırır mıydım acaba? Ödeşmiş olur muyduk? Sağlam bir misilleme şansı yakalar mıydım? O nefret ettiğim işkilli bakışı bu defa da ben takınır mıydım zevkle? Silkelen oğlum, neler düşünüyorsun böyle, dedi sol omzumdaki şeytan. Bu kez haklı. Bir baksana numaraya oğlum, nereden aramış. Cepten mi, nereden? Alelacele arka cebime soktuğum telefonuma baktım; sabit telefondan ve şehir içinden. Hem de bizim buraların numarası. Olamaz, yakınlara mı taşındı yoksa? Tayini üç sokak ötedeki karakola mı çıktı yoksa? O zevzek polislerin olduğu karakol. Geçen gün nasıl da ürküttüler beni. Yirmi yıldır oturduğum mahallenin karakolunun önünden geçerken nöbet tutan polis memuruna her zamanki gibi selam vermiştim. Arkamdan koşup kolumu sertçe tutmuş, karakoldakilerin kimliğim konusunda kuşkuları olduğunu söylemişti. Soğuk soğuk terlemiştim. Umarım onlara amir olarak gelmiştir de, canlarına okuyordur.

Tansaş’a giderken arasam fena olmayacak, ayıp ettim kadına.

Bütün köpüğünü karımın fincanına torpil olarak koyduğum sakızlı kahve seansımız süresince, karım normal sohbet eder görünmekle birlikte, gözlerindeki manidar donukluk peşimi bırakmadı. Kahvemi, dilimi haşlaya haşlaya hızla içtim ve alışveriş bahanesiyle evden kaçtım. İşkilden dolayı dingildeme konulu atasözüne uyarak, dikkat çekecek hiçbir hareket yapmadan merdivenlerden aşağı aktım. Dışarı çıktığımda, ömrümce aldığım nefeslerin en güzelinin ciğerlerimi doldurduğu hissindeydim. Yarım saattir nefes almıyormuşum sanki. Karımın arkamdan bakıyor olma ihtimaline karşı, köşeyi dönmeden telefonuma dokunmadım. İlerideki yeni apartmanlardan birinin girişine süzülüp, oradan aramayı düşünüyordum. Yeni olduğu için taşınan hiç kimseyi tanımıyordum. Böylece rahatça konuşabilirdim.

İşte bu apartman… Murat apartmanı, no: 602. İçerisi karanlık ama ayna bile var. Ürkütücü.

Terli ve titreyen ellerimle arayan numarayı arıyorum.

Çalıyor…

“Buyurun, Göztepe karakolu.”

1 Mart 2010 Pazartesi

Üçü Bir Yerde


Sene olsa olsa ellilerin sonu...

Soldaki kaytan bıyıklı, tuttuğunu koparan delikanlı iş güç sahibi olmuş, hayata atılmış. Çocukluğunun haşarılıklarını geçmişte bırakmış, ama o haşarılıktan geriye ekmeğini taştan çıkaracak yüreklilik ve cabbarlık kalmış. Çenesinin şeklinde ve yüzünün ifadesinde mavi gözlü babasının dirayeti okunuyor. O baba ki, zamanında bu memleketin toprakları için savaşmış, esir düşmüş, yıllarca İngilizlerin emrinde çalışmak zorunda kalmış, hem de ta Hindistan'a kadar götürülmüş. Gemiyle tekrar İstanbul'a geldiklerinde, yıllar içinde oluşturduğu güvenle, "ben bir dolaşıp geleyim" demesini bile yadırgamayan İngilizlere bir oyun oynayıp asla geri dönmemiş o gemiye bir daha. Sonra ver elini İzmir... O işte böyle cesur bir babanın kanından olmanın mirasıyla atıldığı hayatı ters yüz etmeye durmuş. Yanındakilerin ağabeyi olduğunun bilincinde bir dayanak.

Sağdaki yağız asker, İktisadi Ticari İlimler Akademisi'ni bitirdikten sonra vatani göreve gitmiş. Bir izni sırasında bu hatıraya imza atmak istemiş. Babası ve yanındaki kız kardeşi gibi deniz mavisi gözlerinde yorgunluk mu var, ne? Hasret yorgunu belki de... Annesinin yaptığı Selanik usulü pırasalı börekleri özlemiş belki de. O anne ki, zamanının modern kadınlarından. Bekârken Singer'de nakış hocalığı yapmış, dizlerine kadar uzun saçları ve giyim tarzıyla güzelliği dillere destan olmuş, yarattığı 'beyaz iş' sanat eserleriyle adını duyurmuş, hocalığı sırasında onu gören müstakbel kocasının nişanlısını terk edip onun peşinden koşmasına engel olamamış biri. O işte böyle hoş bir annenin kanından olma mirasıyla kim bilir kimlerin yüreğini hoplatmakla meşgul.

Ve ortadaki tazelik... Kız enstitüsünü bitirdikten sonra aile bütçesine katkısı olsun diye annesinin evden yaptığı işlere yardımcı olmaya başlamış. Belki de üzerindekileri bile, o şahane dikiş bilgisiyle kendi dikmiştir. Mahallenin sevileni, evlerinin bir tanecik kızı, ağabeylerinin meleği... Tavsiye üzerine onu merak edip, evlerinin önünde komşu kızlarla otururken onu belli etmeden görmeye gelen müstakbel eşinin göz bebeği... ANNEM...

Bu fotoğrafın çekildiği zamanlarda dimdik görünen bu güzel insanların üçü de şimdilerde yetmişlerinde. Ne ana kalmış, ne de baba. Ama kendileri toplamda yedi çocuk ve on torun sahibi insanlar... İki tanesi eşlerini de kaybetmiş. Üniversite bitirip iş sahibi olmuş, hatta bazıları emekli bile olmuş evlâtlarıyla ve hâlâ gazı alınan küçüklükte olanından iş hayatına atılmış olanına torunlarıyla gurur duymasınlar da, ne yapsınlar...

Aslında asıl biz onlarla gurur duyuyoruz. Evlât ve kardeş olmanın, aileye sahip çıkmanın nasıl bir şey olduğunu bize dikte ederek değil, yaşatarak gösteren ve öğreten bu üçlüyü çok seviyoruz. Sağlıklı ve mutlu bir hayata devam etmelerini dua edip, başımızdan eksilmesinler diye diliyoruz.

Bu üçlü var ya, hâlâ her fırsatta, birlikte turlara katılıp geziyorlar; fotoğraflar çekip hepimize dağıtıyorlar. En son da Sevgililer Gününde Kuşadası'na gittiler. Ne diyeyim, darısı başımıza :)