31 Temmuz 2012 Salı

PASAPORT BAŞARILARIM NO.1

Resmi daire işlerinden oldum olası hoşlanmadım.
(Aman ne de büyük ifşaat! Sanki hoşlanan insan vardır da... Olsun ben gene de söyleyeyim. Hem zaten konuyu oraya getirmek için bir girizgâh yapmak gerekmiyor muydu? Başka türlü mü başlasaydım acaba... Bir daha deneyeyim o zaman.)
Yaz günü bu sıcakta resmi dairede iş peşinde koşmak hoş olmayacağı için kıvırtayım dedim ama olmadı.
(Ha bu daha iyi oldu sanki. Ama itirafı da etmiş bulundum. Ve fekat "resmi daire" demek bile canımı sıkıyor, o yüzden onu daha sevimli yapmak adına, "şirin ofis: Ş.O." diyeceğim. Blog benim değil mi istediğimi derim, di mi ama?)
Annemin ömründe sadece iki kez kullandığı pasaportunu daha fazla mahsun bırakmayalım diyerekten, her Egeli gibi bir Yunan adası rotası çizdik. Daha doğrusu ablam çizmiş. Ablam Ankara'da, annem ve ben İzmir'de olunca pasaportun üzerindeki örümcek ağlarını defedip, gıcırını almak için Ş.O. yollarına revan olmak bendenize düştü. Ş. işlere olan antipatim yüzünden prosedürleri de pek bilmem. N'aptım, tabii eşimden lojistik destek aldım.

Öncelikle internete girip bize en yakın Ş.O.'dan randevu almak lazımmış. Nereye tıklayacağımı öğrenene kadar üç telefon görüşmesi ile eşimin beynini yedim. Meğerse e-pasaport'a tıklamam yetermiş. Aman o ne güzel bir tıklayıştı, kendimle gurur duydum. Ardından bilgileri girdim; bilgisayarda "ay siz ne güzel bilgi girdiniz öyle" diye tebrik ekranı açıldı. "Rica ederim, hiç acımam girerim" seçeneği sunulmadığından, olmayan kutucuğu kapatmak zorunda kaldım. O bilgi senin, bu bilgi benim derken, randevu almak isteyebileceğimiz emniyet müdürlüklerinin listesi dalyan gibi karşımda dikilmez mi! "Teknolojinin gözünün yağını yiyeyim" naralarıyla, yürüyerek yarım saat, arabayla 10 dakika, dolmuşla 20 dakika sürecek mesafedeki ennn yakın olanına ulaştım.
Hayır, bu benim annem değil. Kimin annesi bilmiyorum.

O da ne??!! Başvuru çokluğundan dolayı yeni randevu veremiyorlarmış. "Yapmayınn, hani ben çok güzel girmiştim bilgileri, beni hatırlamadınız mı?" diyemedim tabii. Seyahat tarihine göre işlemlerin hızla yapılması gerekiyor, "e ben n'apacağım şimdi," dedim tabii. Listeye bir baktım onlarca emniyet müdürlüğü var. En yakın randevu tarihini veren yer yürüyerek 1 gün, arabayla 2 saat, dolmuş yok, otobüsle 4 saat mesafede. Tahminime göre yani. E hadi acık daha uzak bir tarih alayım ama daha yakın bir yer olsun tarzındaki parlak fikrimle yeni bir yere ulaştım: yürüyerek yarım gün, arabayla yarım saat, dolmuş gene yok, otobüsle 1 saat-20 dakika sürecek bir yer.

Böylesi ite kaka yapacağım bir Ş.O. işi için bir de bu kavuran İzmir sıcağında "bana göre tee" oralara gitmek... Var ya,  ablama neredeyse "abla ya, adalar hiç güzel değil. Boş verin," diyesim geldi. Evet, evet ben kalleşin tekiyim!
(Lafı uzatmayayım, diyorum ama uzuyor sanki :( Şimdi bakın şöyle yapalım: uzun uzun okuyası olmayanlar için sonucu söyleyeyim: pasaport işi halloldu. Okumak isteyenler için: ee sonunu merak ediyorsanız, biraz sabır lazım tabii.)
Kendimi içimden bi güzel döverek o randevuya talip oldum ve aldım.  15 Ağustos saat 15:30. E güzel...
Amma velâkin ablamın aklına torpil bulma fikri geldi. E ne de olsa otuz yıldır Ankara'nın suyunu muyunu içmişliği var; kız yol yordam biliyor. Dayımızgilin oğlunun çevresinden faydalansak, dedi. (Tamam, tamam sabırla okuyanlar için de bir kıyak yapayım). Kuzenciğimle yaptığımız yaklaşık 20 (yazı ile: yirmi) telefon görüşmesinden sonra, bana nereden torpil buldu dersiniz?)

Bu yazı çok uzadı. Devamını sonra yazacağım. Hem de biraz fikir jimnastiği yaptırmış olurum. (Çok lazımdı).

26 Temmuz 2012 Perşembe

RUH KALEMLİĞİ

Hani "kalemim değil" dediğimiz insanlar vardır. Birlikte olmaktan hoşlanmadığımız... Belki hayatın yoğunluğundan, belki artık insan seçmelere başlamış olmaktan, belki geçen zamanların değerini fark ettiğimizden ve belki de "e artık yetti!" nedenlerinden dolayı, tarihinizi birlikte yazmak istemediğimiz insanlar... Ya da "tam kalemim" dediklerimiz... İnsana ruhunun kalemiyle yazan, ruhunda sayfalar dolduran... Hem yazsın, hem yazdırsın istediklerimiz...
 
 
Bana göre en elit, en kaliteli ve kalıcı kalem dolma kalemdir. İşte o dolma kalemim olan insanların mürekkebi hiç bitmesin isterim. Biteyazarsa doldurmaktan büyük keyif alırım. Ruhumuza, kalbimize el yazısıyla ve dolayısıyla birbirine bağlı harflerle yazan insanlardır onlar... Kelimeler sanki tatlı bir melodi ve ahenkle yazılmıştır. Onları izlemek bile haz verir. Hem dolma kalemle yazılanlar silinmez de... Antika gibi değerlidirler. Gözünün içine bakarsınız yıpranmasın diye. Modası geçmiş olsa da, asaleti ile kendine çekerler. Belki çocukluğumuzu hatırlatırlar, belki de büyüklerimizi... Her zaman kullanmak istemezsiniz; özel anlara aittirler. Onları elde tutmak bile bir özen ister. Bazıları hassastırlar; tepetaklak gelirse mürekkebiyle ağlarlar. Onları dik tutup, kapağını kapatıp ağlamalarına engel olmak gerekir.
 
 
Ya da ucu azalmış, kalın ve kaba yazan kurşun kalem gibi insanlar vardır. Elimizde silgiyle gezesimiz gelir; zaten okunaksız ve zarafetten uzak yazarlar. Yontulmaları gerekir. Kırılgandırlar. Kolayca yazmak isteriz, kalemtraşla açarız açarız kırılırlar. Kıymıklıdır kimi, elimize batar. Sonunda biterler, elimizde tutamayız. Bazısı ucunda kendi silgisiyle gelir, özgüvensizdir. "Silinmeye hazırım" der sanki. Kurşun kalem insana sınav heyecanını hatırlatır. Silebilme olasılığını barındırsa da, "ya yanlış yazıyorsam" korkusudur.
 
 
Ya da adı 'tükenmez' olsa da, tükenen ve asla da yeniden doldurulamayan kalem gibi insanlar vardır. Doldurmak için çaba da harcamayız, çünkü yenisini bulmak kolaydır. Ama tükenseler de nedense kalemlikte dururlar. Bitse de "belki yazar yeniden" dedirten saçma bir umut besletirler. Aşağı doğru koyarız akar, yukarı doğru koyarız kurur. Ucuna nefesimizi verir, hoh'lar suni teneffüs yaparız. Belki yazar, belki yazmaz... 'Tükenmez' adından gelen,  aslında sahte bir umuttur verdikleri.
 
 
Ya da divit kalem gibi insanlar vardır. Mürekkep hokkası dibinde... Diviti hokkaya biz daldırmadıkça yazmazlar. Bir anlamda gururla ya da tembellikle beklerler, yazdırmanı... Bazılarının hokkası açıkta olduğu için kurumaya meyillidirler. Kolay değildirler bu insanlar. Hareketi senden beklerler ve yazımı da zordur. Duruma göre uç değiştirmek gerekir. Uç seçmek bize kalmıştır. Çok bastırarak yazmaya kalkarsak ucu ikiye ayrılır; çift yazar. Yaklaşımlarımızın şakül ayarı önemlidir; dikkat ister.
 
Her şeye rağmen kalemliğimizdeki kalemleri atmak da zordur. Arada bir dökeriz önümüze hepsini. Ruhumuza yaz(a)mayanları çıkarır çöpe atarız. Kim bilir bizim de başkasına yaz(a)madığımız zamanlarda bir de bakmışız çöpteyiz...
Mürekkebinizi bitirtmeyin, bitirenleri uyarın :)

23 Temmuz 2012 Pazartesi

KİTABINI SEVEN TANITIMINA KATLANIR

Meğer asıl iş sonra başlıyormuş da haberim yokmuş...

Yıllar boyu "yazdıklarım kitap olarak basılsın," diye hayal kurup, bir de niyet ettikten sonra, yayıneviyle dosya gitgelleri başladı. Hazırladığım dosyada maşallah her telden yazı vardı. Ne bileyim, meğer tek tür olması gerekiyormuş. Eyvallah dedim ve başladım elemeye. Hem zaten ince ünsüz bir yazar adayının anılarını kim n'apsındı? O yüzden deneme-anlatı türlerine öne çıkmaları komutunu verdim. Gerçi biraz palazlanayım, benim şu frenk ve hayvansal fobik yazıları da bir kitaba sıkıştırma niyetim var daaa, 10 fırın ekmek yemem gerekiyor daha (10 fırın!!! Bu gidişle kalın ünsüz olacağım galiba. Zaten şemsiyeli bir fotoğraf çektiresim geliyor, muziplik babında. Şemsiyeye sığabilmek için o zaman artık plaj boyunu edinirim bir tane).

Kitap elime geçtiğinde sayfalara dokunamadım, nasıl çekindim, nasıl korktum; inciteceğim diye. Doğurduğum bebeğe bakar gibi baktım ona. Birkaç saat sonra: "Saçmalama, bildiğin kitap işte. Aç da bak nasıl görünüyor" diye kendime kızdım da, ancak öyle normale dönebildim.

Ardından büyük bir hevesle sosyal medya çarklarına attım kendimi. E duyurmam gerekiyordu tabii (bknz: bu yazının ilk cümlesi). Hadi Facebook neyse de, Twitter dediler... :( El mahkum... Yıllar önce meraktan açıp, böğürtüden terkettiğim hesabın şifresini hatırlamam gerekiyordu. Bir hırsız kafasıyla, benim ne gibi şifrelerim olabilir, diye birkaç denemeden sonra hesaba ulaştım. Zaten son yazdığım twitler de, "yemişim ben bu Twitter'ı, ne işe yararsa bu da artık.. Hele de bizim gibi sıradan insanlar için..." minvalinde çemkirmelerle son bulmuş :))

Kitabın sadece eş dost tarafından alınıp okunacağından ve başkalarının çok da umur etmeyeceğinden o kadar emindim ki, boşuna uğraşıyorum şifre peşinde, diye de mızmızlandım durdum. Ve fakat öyle olmadı. Ne ben sosyal medyayı umduğumdan az kullandım, ne de sosyal medya bana umduğumdan az geri döndü. Oralarda dolandıkça, insanlar ilgi gösterdi. Facebook'ta paylaşımlar ve Twitter'da RT (Retweet)ler ile kendiliğinden, tahmin edemeyeceğim yerlere kadar ulaşmaya dolaşmaya başladı benim duyurular... O sayede kitap severlere, yeni yazar adaylarına ulaştım, onlar bana ulaştı. Övgüler, fikir alışverişleri, danışmalar, destekler... Gerçekten de çok hoş oldu. Kitap sahibi olmanın en güzel yanı geri dönüşlerdeymiş, onu anladım. Yazdıklarımın okuyanlar tarafından yorumlarını dinlemek ya da okumak, yazıları yazmak kadar zevkliymiş. Hele de her bir okuyanın kendini bulduğu ya da yakın hissettiği yazıların farklılığını duymak inanılmaz bir duygu.

Yalnız tanıtım işinin temposuna ancak iki hafta falan dayanabildim sanırım. Çünkü başladım utanmaya. "E yetti yani, iyi ki bir kitap yazmışsın" denecek ya da düşünülecek, diye çekinme emareleri peydahlandı bünyemde. Bu çekincemi fark edenler "deli misin, nice meşhur yazar ya da müzik insanı bas bas yüz kere yazıyor, sen niye utanacakmışsın ki" dediler. "Okuyun daha çok okuyun" ya da "dinleyin daha da dinleyin beni" diyen ego'lamacılardan hiç hazetmediğim için ben yine de azalttım duyurularımı.


Ama sonuçta dedim ya ince ünsüz bir yazar adayının sesini duyurabilmesi zor... PR uzmanı gibi çalışmak zorunda kaldım, hâlâ da çalışıyorum. O 1000 (yazı ile: bin) kitap nasıl biter yoksa... Kitap âleminin köşe başlarına, beni hiç tanımayan ince ve kalın bir takım ünlülere kitap yollamak gerekti: İnternet ya da yazılı basında tanıtımlar çıksın diye bir sürü insana kitap ve bültenler yolladım. Sırayla tanıtımlar dergilerde, kitap eklerinde çıkmaya başladı. Bir tv kanalından davet aldım, ama yaz geçsin diye bekliyorum açıkçası. İmza günü taleplerini de bekletiyorum: Yazın çok fazla tv izlenmediğini düşündüğümden ve yine yaz yüzünden kimsenin imzaya geleceğini sanmadığımdan...

Bu da karnem: D&R'ın anlatı bölümü kitaplarında en çok satanlar listesinde 1. sıraya kadar yükseldim. Utanma periyodumda 5'e kadar düştüm. Sonra bir silkelenip yeniden utanmayınca, 2'ye yükseldim. Hay o listeye girmez olaydım, diyesim geliyor. Çünkü insan bu defa da kaça çıktı, kaça indi diye takılıp kalıyor :)))

Velhasıl-ı kelâm, tanıtım görevi beni yazmaktan çok daha fazla yordu. Üstelik kitap satışından en ufak bir maddi kazancım olmadığı halde. Ha keyif almadım mı? Aldım... Ucunu bırakacak mıyım? Hayır... Çünkü mecburum da... Yine yazsam ve basılsa, yapar mıyım? Yaparım... Bu da bir çeşit "amcalara pipini göster" gururunun başka bir versiyonu galiba :)) Ya da "görmemişin oğlu olmuş..." vs vs (daha fazla anatomikleşmesem iyi olur).

Aslında kitaptaki yazılarımdan birinde ince ünlü bir vatandaşı hafiften eleştiriyorum. Acaba kendimi savcılığa ihbar etsem, sansasyonla tanıtım iç içe girse diye de düşünmüyor değilim. Ya da Twitter'da saksılı bir fotoğraf mı yayınlasam acaba? Reklâmın iyisi kötüsü olmaz, diyorlar. :))) Biri bana dur desin...

http://www.dr.com.tr/Kitap/Dis-Ile-Dus-Arasinda/Muge-Sandikcioglu/Edebiyat/Anlati/urunno=0000000404368