28 Kasım 2012 Çarşamba

SADECE "GİDESİM VAR" DEDİ...

"Gidesim var" dedi...

Kafasında hep gitmek varmış.

Biri 'hadi' dese gidecek kadar olmuş.

"İçimizden gideriz arada" dedim.

"Dışımızla da gitmek önemli" dedi.

"Dışınla da gidip, için hala arkada kaldıysa,
İçinden gidip, oralarda durasın yoksa,
Ne fayda gidip durmak o zaman?..." dedim.


"Hem ruhen hem fiziken gitmek nasıl mümkün ki acaba?" dedi.

"Bilmiyorum..." dedim.

Sıkıldı, "sen de mi?" dedi.

"Hiç gitmedim ki... İkisi aynı anda hiç gidemedi ki... Biri gitse, öteki hep kaldı. Hangisi gitse, gene geri geldi" dedim.

"Basıp gitmeli..." dedi.

"Gelince vakti, kimse 'gitme' diyemez, dese de işlemez" dedim.

"Yakın, belki de çok yakın" dedi.


"Sular açsın yolunu o zaman...
Esen güller açılsın ayak uçlarında...
Kalmasın geride g(s)özün...
Selametle uğurlasınlar y(s)eni yoluna..."


dedim....

Gitmek gerekiyorsa ve gidilemiyorsa
Kalmak da gerekiyorsa ve kalınamıyorsa
Giden ruhla, kalmak zorunda olan beden kıvranıyorsa
Giden bedene, o ruh eşlik edemiyorsa
Süreli ziyaret değil, ömürlük refakat aranıyorsa
Esaret, cesareti yerle bir ediyorsa
Bu sabrın da selameti vardır elbet bir gün
Boşa istemez gönül gitmeleri
Boşa dellenmez akıl gitmelere
Gidip gelmelerde tökezlendiysen
Mutlaka doluyordur her çilen.



Esengül içindi... :)


27 Kasım 2012 Salı

TOPLA GEL, TOPLA GEL

Yazılmamış kurallar serimizin ikinci ayağı marketler...

Bizim evle işyerim arasında bir Tansaş var. Yakın olduğu için bakkala gider gibi kullanırız. Öyle bir defada aylık alışveriş sıkışıklığına gerek olmaz. Bugün çamaşır yumuşatıcı ve Nutella, yarın şampuan ve tuvalet kağıdı. Uğrar dururuz. Sabah geçerken uğrayıp, işe hem giderken hem dönerken bunca yükü (!) taşımak istemezsem, akşam üstü dönüşte uğrama şımarıklığına teslim olmam işten bile değildir. Gene de dışarıdan bir bakış atarım içeriye, çok kalabalıksa o akşamı çamaşır yıkamadan geçiririm veya şartsa havluların yüzümüzü zımparalamasına boyun eğebilirim ve girmem. Akşam üzerime çöken tatlı krizini de toz şekerle geçiştirmek zor olmasa gerek (Yalaaannn... Çokk zorrr). Şampuandan ve tuvalet kağıdından da feragat edip, saçımı Dalan sabunuyla yıkarım, tuvalette de kenarı antikalı dizi dizi taharet bezi... N'olacak yani, çözüm mü yok.
 (Google'da görseli yok :D O zaman Nutella'ya müracaat)



Ama tabii ki nereye kadar... Sonunda o marketten içeri girmemin kaçınılmaz olduğu o zaman gelir çatar. Bir kere çevre evlerde yaşayıp, elinde torbaları taşımak istemeyen semtimizin sivri ve cin akıllı sakinleri, market arabalarını mutfaklarına kadar götüre götüre araba kalmadı. Sonra Tansaş yönetimi baktı ki olmuyor, kimlikle izin vermeye başladı. Yahu buna rağmen arabalar karaborsadaydı. Bu müşterilerin kapının kenarında bir araba kiralamadıkları kaldı. Bir ara birinin balkonunda saksılık olarak yerini almış bir araba bile gördüm. Sardırmış sarmaşıklarını etrafına, ohh miss...Çocuk gezdirenlerden bahsetmiyorum bile.


Arabaların gani gani bulunabildiği o mes'ut günlerde ya da şu anki mavi plastikten yapılma çekçekli sepetler günlerinde, hiç değişmeyen bir şey var: Marketi içi koridorlar ne kadar geniş olursa olsun, alışverişi sadece kendi yapıyor sanan müşteriler her daim mevcut. Kendi bir yerde, arabası bir yerde. Yolun tam ortasına bırakmış gitmiş, benimkiyle geçemiyorum. Bir bakıyorum, arabanın sahibi taaa ağda-jilet-tüy dökücü reyonunda. O zaman iç sesim diyor ki: "Kıllarında boğulursun umarım!". Hadii önce kendiminkini tıkandığı yerde bırakıyorum. Alıyorum onunkini ferah bir yere çekiyorum. Geri dönüyorum, kendiminkini geçiriyorum ve ilerliyorum. Onunkini geri koyuyorum. Hizmette ve küfürde sınır yok.



Bazısı da insanın üzerine doğru sürüyor ki, yolu açtırsın ve kapsın.

Her bir rafa ayrı ilgi göstermesi gereken tipler de var. Tamam, maşallah memlekette her şey var, diyebildiğimiz zamanlara ulaşabildiğimizden beridir, her bir ürünün zilyon çeşidi üretildi. Bir tavuk alayım diyorsunuz, en az beş çeşidi var. Ama her birini de ellemen, yakından bakman, o daracık koridoru cüssen ve arabanla kapatman da gerekmiyor be anacım! Dolaptaki tavuk bile senin bu haline gıdaklayarak tepkisini koyar.
O inat, ben inat halet-i ruhiyesinde isek, bizim arabalar tosluyor haliyle. Kimin yaşı küçükse geri kaçıp yol veriyor artık. Ben de Midilli atı gibi yaşımı göstermediğim için, makyaja ve yağa bulanmış teyzeler (ki benden küçük olduğu o kadar belli ki) benden yolu kapıyor.
Acaba diyorum bu marketler, dolu görünsün diye bu insanları tutuyor olmasın?!

Market arabası kullanmanın da bir yolu yordamı var kardeşim. Biraz saygı lütfen! Önerim ve teklifim şu:
Markete gitme yaşına gelen herkes market arabası ehliyeti almak zorunda kalsın. "M tipi" ehliyet mesela (Marketin M'si). Önce yazılı sınav, sonra direksiyon sınavı. Yazılı sınav için,
* Bir markette reyon ve ürün arama/bulma,
* Ürün başında geçirilecek süre,
* Son kullanma tarihi en hızlı nasıl görülür,
* Markete gitmeden önce evde alınacaklar listesi hazırlama/ne alacağına daha evdeyken karar verme
* Yumuşatıcı ve yüzey temizleyicilerin koklamadan alınması... vb gibi konu başlıkları çalıştırılsın .
Bu konular pilot bir markette uygulamalı olarak öğretilsin, anında sözlü sınav yapılsın. Bu sınavdan geçen yazılı sınava hak kazansın.
Eş zamanlı olarak da market arabası kullanma dersleri verilsin. Yanı sıra "tek tekerleği yamulmuş araba nasıl idare edilir" bilgisi verilsin. Bu sınavları geçenler deneyimli, saygılı, fahri gönüllü müşterilerle (mesela ben) bir süre stajyer olarak gezsin, dolansın. Staj yerleri olarak 5M Migros'lardan, Mini Tansaş'lara kadar geniş çaplı bir saha seçilsin.

Daha n'apayım yani... Her şeyi devletten beklememek lazım. Bu yazıya sponsor olarak bana destek veren Tansaş, Migros, Nutella firmalarına ve Dalan sabunlarına teşekkürü borç bilirim. Şimdi gideyim de, tuz ve ayçiçek yağı alayım. Yarın da yeşil zeytin ve yoğurt alırım. Olmadı öbür gün alırım.


KALDIRIM SAVAŞLARI

Gündelik hayatı yaşarken ana-babalarımızdan, öğretmenlerimizden ya da kitaplardan öğrenemediğimiz, yazılı olmayan kurallar vardır. Onları yaşadıkça çevreden rastgele öğreniriz. İllede söylenmesi ya da kafaya çakılması gerekmez; izleyen, gören ve algılayabilen göz ve akıl bunları zaten fark eder. Kimisi gerçekten de fark edemeyecek kadar kördür ya da garibim kıttır n'aapsın (Kapasite meselesi). Kimisi de kendini cin sanır ve işinin bittiğine odaklanır ("Ben yaptım, oldu" kafası).

İlk konumuz:
Kaldırımda Nasıl Yürünür?


Kaldırımların genişi var, darı var, hiç yokmuş gibi olanı var. Sağ olsun belediyelerimiz dakka başı kaldırım yaparlar. Paris bulvarlarına özenirler ve yaparlar yaparlar bozarlar ("Birilerini zengin etmek" konusuyla ne sinirimizi bozalım ne de konudan sapalım, derim ben).



Diyelim ki, en helalinden yapılmış ve on yıllar boyu hiiiç değiştirilmemiş bir kaldırımımız var. Öyle sağlam, öyle temiz ki, o kadar olsun. Karşıdan bir hanım geliyor. Çocuğunu okuldan almış. Çocuğun yaka bağır dağılmış; teneffüsler hareketli geçmiş zaar. Okulların çoğunda öğrenciye özel dolap verilemediğine göre, atlasından ders kitabına, resim defterinden beden çantasına her şeyi o küçücük bedenler yüklenir de yüklenir. Anne besili. Çocuğu da yesin istiyor ama anasının ısrarla yemesinden/yedirmesinden gaklamış olan çocuk, tepki olarak yemiyor; nasıl cılız. E doğal olarak onca yükü taşıyacak alt yapısı da yok, anası yükleniyor. Ama o nasıl bir yüklenmektir azizim! Kaldırımın yarısı sadece annenin "dara"sını kaplıyor. Yüklendiği okul malzemeleriyle uzayda kapladığı brüt alandan diğer kaldırım nüfusunun payına çok az bir şey düşüyor haliyle.
Geçelim kiloyu falan. Hanımefendinin genel hal ve tavrından/duruşundan/görünüşünden, evinin nasıl dağınık olduğunu anlamamak imkansız. Hatta elinden kabuklu yumurta bile yenmez. Tam bir kirli çamaşır sepeti tarumarlığında ve aynı anda yürüme eyleminde. Arada çocuğa dikleniyor da: "Gene mi ödevini yapmadan gittin ha? Sana o kadar kalem aldım, niye yapmıyorsun ödevlerini? Nee kaybettin mi? Ne dağınık çocuksun, kime çektin bilmiyorum ki!"
Şimdi bana geçelim. Metrekare başına bir sürü insanın düştüğü büyük bir şehirde yaşıyorum. Herkesin vakti dar, işi çok, yetişecek yeri dolu. Yollar araba ve aradan fırlayan pizzacı/kargocu motorsikletlileri kaynıyor. Kaldırıma nasıl muhtacım! Ama yarıp geçmem gereken bir Majino hattı kurulmuş önüme (Bu hat Fransa'dadır, ama bence daha bilineni Çin Seddi'dir; ki kurguladığım sahneye pek de yakışır). Yardırıp geçmek için silahım da yok. Tek güvencem elim kolum. Ya da hiç uğraşmayıp, kuvvetlerimi kenara çekip, karşımdan gelen piyadelerin geçmesine izin vermek ve sonra yoluma devam etmek. Ama o kadar acelem ve bu konuya takıklığım var ki, yardırmamak için kendimi zor tutuyorum. O daracık köprüde karşılaşan iki keçi geliyor aklıma (hakkaten ya, hangisi geçmiş sonunda?). Tepeme toplanan keçiler ağır basıyor ve ben en öne burnumu koyup ilerliyorum. Ben iki adım, o bir adım hızındayız. A şehrinden o, B şehrinden ben çıksam, bu hızımla C şehrindeki havuz taşmadan musluğu kapatırım yani. Mümkün olsa ikizkenar üçgene tepeden dik ineceğim de, lojistik zayıf.
Kaldırımın üçümüzü birden kaldırması zor vesselam... 
"Hey sen ve senin gibi kaldırım canavarları! O kaldırımı babanız mı yaptı da , bu kadar sahipleniyorsunuz? Yoksa en sevdiğin şarkı 'kaldıramazsan kaldırırlar gülüm' müdür? Kaldı ki, 21 Aralık'a kaç gün kaldı şunun şurasında; valla seni kıyamete kaldırırlar da görürsün gününü!"

Bir başka örnek de, kaldırımda motorsiklet kullanan zarif bey... Baktım üzerime üzerime geliyor; değil kendine ait olmayan bir alanda seyir halinde olduğunu düşünmek, en ufak bir hız kesme yok. Önüne dikildim; bu yolda ölmek var, yol vermek yok. Hafifçe yavaşladı.
"Burası kaldırım."
"İyi ki söyledin, bilmiyordum."
"biiiiip..."

Bu kadar kabalığı ve bencilliği kaldıramıyorum yahu!

"Dağlar dağlar, kurban olam, yol ver geçem" diye çığırsam utanıp kenara çekilirler miydi acaba?
Galiba en iyisi kilo almam. Şöyle bir haşmetimle yürümem. "Endamım yeter" havasında salına salına yerleri titretmem. Evet, evet ben hemen gidip ekmek arası mantı yiyeyim.



26 Kasım 2012 Pazartesi

15 ADIMDA STRESİ DEFETME GARANTİLİ YAZI

Gazetelerde dönem dönem çıkan konular vardır. Yaza girerken fazla kilolarınızdan kurtulma tüyoları... Gripten korunmanın binbir yolu... İyi ebeveyn olmanın yetmiş sekiz yöntemi... vs vs... Bunlardan biri de "Stresle Başa Çıkmanın Yolları"dır. Kim uygular, kim becerebilir bilmiyorum. Stresli bir bünye iseniz, havanda su döver. Değilseniz vız gelir tırıs gider. Bugün gene dizi dizi öneriler silkelemişler. Konu sıkıntısı var zaar; "dalalım aynı teraneye, temcitlerin kralını yapalım" demişler. Ben size gayet pratik ve uygulanabilir öneriler sunacağım. Ama onların başlıklarından da kopya çekeceğim.

1- Öfkenizi dizginlemeyi öğrenin:

Ne dizgini yahu! Koyverin gitsin! İyi adamda kötü şey durmaz, derdi babam (Gerçi onu insan yapımı doğal gaz için söylerdi ama ben buraya da uygun buldum). Öfke öyle içerde falan tutulmaz. Şişkinlik yapar; aynen gaz misali. Salın gitsin. Bir avantajı vardır: kokusuzdur. Ama bu tür salıvermede tükürük fışkırması sorun olabilir. Öfkenizin muhatabına yakın durmamanızı önermek doğru olur kanımca. Amerikalıların başının altından çıkan "Öfke Kontrolü" kavramını da hiç önemsemeyin. Kontrol edilmiş bir şeyin adı asla "öfke" olamaz. Gitti mi stres? Gittiiii...



2-Kaslarınızı gevşetin:

Gazetedeki öneri, gün sonunda küvete su doldurup, içinde 15 dakika yatmak. Suya yazık ya! O suyla ne temizlikler yapılır, ne bulaşıklar/çamaşırlar/balkonlar yıkanır, ne lavabolar/ocaklar ovulur. Şöyle bir de güzel kokulu deterjanlar alıp kokteyl yapar gibi sulara kattınız mıydı, ohh misss! O sayede de kaslar şapşahane gevşer. Hatta öyle bir gevşer ki, yorgunluktan tutmaz hale gelir. İnsanın stresin adını bile anacak hali kalmaz. Gitti mi stres? Gittiii...

3- Elinize sıkabileceğiniz bir şeyler alın:

Egzersiz aleti ya da tenis topu önermişler. Çok züppece buldum şahsen. Onun yerine sonunda ailece çay keyfi de yapabileceğiniz bir yöntem önereceğim: Kardeşim poğaça yapınnn!! Hamuru karın, bol bol sıkıştırın, 1-2 saat yoğurun, rengi kaçsın varsın, sorun değil. Yiyebileceğinizin 3 katı fazlasını hazırlayın ki,  stres tümüyle hamura geçsin. Stres poğaçaya geçmez korkmayın. Fırında pişerken mefta olur o zaten. Harç olarak da peynir ve ısırgan otunu kullanın. Isırgan otunun stresi ısırma gücü vardır. Gitti mi stres? Gittiii...

4- Nefesinizi tutun, doğru nefes almayı öğrenin:

Demişler ki, 5 saniye tutun. Yahu 5 saniye kime yeter? Tutun şöyle 55 saniye falan, mümkünse daha çok. Bakın nasıl da tık nefes olup dikkatiniz dağılacak. Gözleriniz patlarken, canınızı kurtarmaya çalışırken, stres kimin aklına gelir. Ölüm tehlikesi atlatan insanlarda stres falan kalmaaaz! Hayatın değerini anlamanın en güzel yoludur. Ondan sonra tüm bardaklar dolu görünür; boş olanlar bile. Polyanna bardağı deniyor onlara (yani ben diyorum). Ajda bardaklar out, Polyanna bardaklar in! Gitti mi stres? Gittiii...

5- Koklayın: 

Limon ya da güzel kokulu mum önermişler. Pehh! Beyaz zambak ya da altın damla kolonyanın üstüne koku tanımam. Baygınlık geçirir gibi olursanız, endişelenmeyin: stresin defolma rehaveti o. Gevşemenin en baba alameti o. 4. maddedeki önerimle birleştirmenizde azami fayda görüyorum: kolonyayı burnunuza çekin ve 55 saniye nefes tutun. Stresle birlikte kalbiniz de gidecek gibi olur; sorun değil. O saniye nefesi verin. Ohhh!

6- Programınızı gevşetin: 

Evet, gevşetin ama onların önerdiği gibi değil: Tahmininizden uzun sürecek bir işi önceden bilin, demişler. Ne gerek var? Yahu her güne bir iş koyun. İster 10 dakikalık olsun, ister 1 saatlik... Verin hepsine koca bir gün. Hak etmiyorlar mı? Hayır mı? Ama siz bunu hak ediyorsunuz. Şimdiye kadar planladınız da n'oldu? İki ayak bir pabuca girmedi mi? Ben size iki ayağınız için tamm 6 pabuç diyorum! Bozdurun bozdurun harcayın. Gitti mi stres? Gittiiii...

7- 10 dakikalık bir gündüz tatili yapın:

Yok artık! 10 dakika? Bunlar bizimle alay mı ediyor, dalga mı geçiyor? Yooo buna izin veremem. Haklarınızı ben savunurum, korkmayın. Siz yeter ki strese girmeyin. Ben sizin içinizde saklı kalmış sesiniz, çığlığınız olurum. Belki de baskı hatası vardır. Yani acaba "10 dakikalık çalışın" mı demek istediler? Kesin öyledir canııım... Bu kadar vicdansız olamazlar. Hadi şimdiye kadar önerdiklerine ses etmedim ama buna tepkisiz kalamam. Bakın yapacağınız şey şu: 10 dakika çalışın. Hepsi bu. Stres gitmekle kalmaz, dönmemek üzere terk-i diyar eyler.

8- "Hayır" demeyi öğrenin:

Hayır: İngilizcede "no" olarak bilinen Türkçe kelime. "Evet"in zıttı.
Türk olup da bilmeyen var mı? Hatta olmayıp da Türkçe öğrenenler bile bunu bilir. Nasıl bilmezsiniz "hayır" demeyi? (Bunlar adamı iyice aptal yerine koymaya başladılar).
Birlikte çalışalım mı? Başlıyoruz: Önce "haa", sonra bir de "yııırrr". Oku bakiim Haa yıırrr, oku bakiiim Haa yırrr. Rahmetli Barış Manço şarkısını bile yaptı. Hâlâ ne diyor bunlar ya! Öğrenemeyenlere ödev: Bu akşam 120 sayfalık bir harita metod defterine "hayır" yazarak ve sonra da sesli okuyup anlatarak çalışsın. Yarın sözlü yapacağım. Te o kadar!

Daha başka bir takım tamamen zevzek ve saçma öneriler var, ama yukarıda yazılanları başka cümlelerle yazıp marifetmiş gibi sunmuşlar. Ben bunlara ek olarak şunları da yazmak isterim:
- Her gün komşunun torununu yarım saatliğine size oynamaya çağırın (ama altına kaçıracak olursa, hemen geri verin).

- Her ayın ilk gününde aşık olun. Her ayın son günü o ayın aşkını bitirin.
- Sporla vakit kaybetmeyin; eve yürüme bandı falan alacağınıza, o parayla bir koltuk alın. Yayın yayılın. Ayak uzatmak şart.

- Her kahvenin yanında bir sigara tellendirin. Light ve ince olsun yalnız. Yoksa kötü kokuyor. Olmadı 5. maddeyi uygulayın.
- İki günde bir trafik ışıklarının yanına tabure çekin. Geçen araçları sayın. Araç cinslerini ve sayılarını not edin.
- Balkona besili bir inek alın, bağlayın. Sütüyle banyo yapın. Kullandığınız sütü atmayın, leğende yıkanın. Onunla da yerleri silin. 2. maddeye destek olsun. İsrafın lüzumu yok.
- Yanınızda sürekli Big Babol sakız bulundurun. Pabuç kadar sakızı çiğnerken stres falan tırsar gider zira. Ayrıca kafanız kadar da balon şişirin, patlatın.
Bakın bu çocuk başından büyük işlere kalkışmış ve nasıl da pelte gibi olmuş.


Hepsi bu. Aslında daha birçok güzel önerim var ama vaktinizi almak istemem. Ne de olsa daha stres atmak için yapacağınız bir dolu şey var. Bunlar da sizde stres yaratmasın diye öneri ister misiniz?

25 Kasım 2012 Pazar

YOK ÖYLE BOŞ OTURMAK

Ben, bana "nasıl gidiyor?" denmedikçe kendimi pek anlatan biri olamadım hiçbir zaman. Dense de üstünkörü geçtiğim olur; sorana göre değişir. O kişinin sorduğu konuya gerçek ve samimi ilgisine göre, verdiğim cevapların kelime sayısı farklıdır. Merakının niteliğini, o konuya dair ilgi ve alt yapısını düşünmeden edemem. Laf olsun diye sorduğunu ya da aslında çok da ilgilenmediğini hissediyorsam, iki üç cümlelik cevaplar verir, ne kendimi ne de onu sıkmak isterim. Bazıları da alt yapısı olmasa da, özünde gerçekten de merak ve ilgi içinde olur. Onlara cümle sayısını artırırım ve naçizane bilgi olabilecek ya da bir ufuk açabilecek şekilde geri dönerim. Neyin nasıl gittiğinin sorulmasına da bağlı tabii. Burada sözünü ettiğim konular, benim yazmaya ve tiyatroya olan ilgilerimdir.

Yıllardır yazmama ve oynamama rağmen, bir yanım hep utanmıştır. Bunların değerli olduğuna hiç şüphem olmadı. Ama sıra dışı olmalarının, başkalarında uyandırdığı tepkilerinden de çekinmişimdir. Sonuçta evli barklı, çoluklu çocuklu ve meslek sahibi biri olarak, "bunlar da ne acayip uğraşlar, yapacak başka şey mi bulamamış" ya da "bunlarla uğraşırken, evini de ihmal ediyordur" gibisinden iç sesler bana malum olur. Kimseye de ne bunları savunmak, ne de evimin-işimin işlerini hiç de aksatmadığımı kanıtlamak isterim. Bir yanım aptalca eziklenirken, başka bir yanım cesurca diklenir. Utanılacak bir iş yapmadığıma olan inancımda yalnız olmadığımın ve evimi-işimi ihmal etmediğimin en sağlam kanıtı, ev halkımın bana verdiği destektir. Bu da bana yeter aslında. Ama yine de her daim ev halkımla dolaşmadığıma göre, yalnızken ruhumun bir yarısı köşeye siner, diğer yarısı Don Kişot gibi doludizgin koşar (Ruhum bir Mona Lisa).

Şimdiye kadar kimse yüzüme karşı olumsuz bir şey söylemedi. Fakat hissederim; gözlerden, nefes alışlardan, dudağın bir hareketinden, anında başka konuya geçişlerden... "N'apıyor bu kadın ya?" halleri. Öte yandan bir de, takdir ederken aynı anda içi götürmeyenler vardır. Kimileri de gıpta ederken, kendine kızar: "Benim niye hiçbir şeye ilgim yok?" diye söyler de samimice. Kimileri ise anında sözümü kesip, kendi niyetlerini saymaya başlar: "Yeni bir dil öğrenmek istiyorum, mesela Rusça. O arada bir müzik aleti çalmayı da öğrensem diyorum". Eveett!! Yapın lütfen!!

Evinizden, işinizden, eşinizden ne kadar memnun olsanız da, hiç memnun olmasanız da, bilmiyor musunuz ki aslında yalnızız şu dünyada? Biz iyisek, her şey iyi oluyor. Tersi de geçerli; hayatımızı birlikte geçirdiğimiz ailemiz veya arkadaşlarımız da aynı mantıkla yaşayınca, bize de iyi gelmiyorlar mı, o hesap. Önce kendi ruhumuzu beslersek, çevreyi doyurmamız da daha sağlıklı oluyor. Bunu herkes yaparsa, birbirimize ayna olup, gülümseyen ruhlarla karşılıyoruz birbirimizi. Fitneyle, fesatla, dedikoduyla beslenen ruhları, hormonlu gıdalar yüzünden hasta olanlara benzetiyorum. Her ne kadar çok önemli olsalar da, sadece çocuklarımız, yaptığımız yemekler, yaptığımız alışverişlerle bezeli sohbetlerden bunalıyorum.

Yaşlanmaktan korkar oldum, son yıllarda. Elimin ayağımın tutmayacağı zamanlardan... Sokak sokak gezen biri değilim aslında. Demek istediğim, evimde çok daha fazla zaman geçirmek zorunda kaldığım yaşlar gelince, kendimi oyalayabileceğim ve zaten bana çok yakın olmuş uğraşlarım olmalı. Oturduğum yerde yapabileceğim, yarenlik edebileceğim... O zaman tabii ki tiyatro olmayacak hayatımda. Yazmaya, ya da hiç olmazsa okumaya devam edebilmek isterim. Yazamıyorsam, minik bir ses kayıt cihazına kayıt yaparım belki de.

Pencere önüne konuşlanmış bir koltuk, belki dizlerimde bir küçük şekerleme örtüsü, yanımdaki sehpada sıcak ve ballı bir ıhlamur, ocakta yağsız-tuzsuz bir tarhana çorbası, düzenli aralarla almam gereken tansiyon hapları, geceleri uyku tutmadığı için ara ara aldığım bir uyku hapı, eksik uykular nedeniyle koltukta basan ağırlıkla başın düşmesi, az şekerli bir Türk kahvesi, torunlar gelirse diye sarılmış yapraklar, naftalin kokusu, boyamaya artık ihtiyaç duymadığım bembeyaz saçlarım... Kim bilir belki de kaşlarım bile dökülmüşse, yan yamuk çizdiğim kaşlarım olur. Apartman toplantılarında kaloriferin yeterince yanmadığından şikayet eder, kapıcının saat başı uğramasını isterim; maksat hareket olsun diye.

Pencere önündeki koltuğa oturup zaman zaman, annemi-babamı-ablamı, eşimle evlendiğimiz günü, çocuklarımın bebekliklerini, okul zamanlarını, mesleki koşuşturmalarımızı, borçlara girmelerimizi, ödemeleri bitirme sevinçlerimizi, eski bir aşkı, nelere anlamsız yere üzüldüğümü, ne basit şeylerle nasıl da mutlu olduğumu, kimlere kırıldığımı, "acaba şimdi n'apıyor?"ları, hak etmeyenlere gösterdiğim anlayış ve sabırları... düşünürüm. O zaman kaleme almak isteyeceklerim bunlar mı olur acaba? Bunları yapabilmemin öncelikli iki koşulu var: 1- Hafızayı tekletmemiş olmak. 2- Bedenen de sağlıklı olmak.



Demem o ki, sadece bu yaşlarımızda değil, ileride de oturduğumuz yerde yapılabilecek ve bünyemizin artık ayrılmaz parçası gibi olmuş, sonradan eğreti bir şekilde iliştirilmemiş uğraşları alışkanlık edinmeli. "Benim hiçbir hobim ya da ilgim yok" deyip duran bir arkadaşım var; üstelik yıllardır. Hem inanamıyorum hem de üzülüyorum.

İçime yerleşip beni rahat bırakmayan bu okuma-yazma arzusu için nasıl şükrediyorum... Hâlâ büyük bir enerji ve istekle koşturduğum tiyatro sevdama nasıl şükrediyorum... Ruhum her daim "yanıma kâr kalmış zevklerimi" de taşıyor olacak.

Bırakın benim "nasıl gidiyor" olduğuma kafayı takmayı.
Beni anlamayarak kaybetmeyin vaktinizi. Asıl anlamadığınız ben değilim ki.
Bana yapmacık ilgi göstermeyi ya da hiç ilgilenmiyor gibi rol kesmeyi de bırakın. Asıl ilgilenmediğiniz ben değilim ki... İçinizi öksüz bırakmışsınız, ağlıyor...



VEJETARYENLER VE HAYVANSEVERLER OKUMASIN

Ciğer... Ablamla ben çocukken, babamın, "kan yapar" diyerek mutlaka yememiz için ısrarcı olduğu tatsız tuzsuz organ. Üzerine ancak tuzu boca ederek yemeye çalıştığım ızgarasından çok sotesine katlanabiliyordum. Ama artık büyüdüm ve ne yemeyeceğime karışan yok, yaşasın! Yani artık sotesini de yemiyorum, ohhh! Ha bir de tababetçi bir eş ile yaşayınca, işe, ciğerin içinde biriken toksinler muhabbeti girdi. Benim ciğersiz geçirmek istediğim hayatım, bu sayede destek de buldu (zaten onunla bu yüzden evlendim). Bir kasapla evlenseydim, nice olurdu halim? Gerçi ben kasap izlemeyi ve et yemeyi çok seven bir insan olarak çok da zorlanmazdım. Kasap kocamı dükkanında sık sık ziyaret ederdim, etlerdeki sinir ve zarları temizlemesini hem izlerdim hem yardım ederdim, yağları ayırtmak isteyenlere ters ters bakardım, çünkü hayvansal yağa bayılırım. Allah kasap koca nasip etmediği için (Allah'tan eşim cerrah değil), et ürünleri pazarlayan fabrikalara ziyarete gitmeyi istemişimdir hep. Oradaki, daha bir havalı görünen kasapların ellerine geçirdikleri metal eldivenlere bile özenmişimdir. O, eti hiiç zorlanmadan kesen keskin bıçakları da severim. Evde ekmeği bile zorla kesen bıçaklarla az uğraşmadım zamanında. Hani bazen olur ya, bir türlü yenisini almaya vakit ayıramazsınız; işte o ara ekmek zor kesilir. Kanımca, en kolayı ekmek almayı bırakmaktır, o dönemde. Pilav yapmak daha kolay yani.


Rahmetli dedem, akciğer de yerdi yahu! Bir hayvanın, bir insanın tüketebileceğinden çok daha fazla miktarda anatomisini midesine indirirdi. Kuyruk yağı sevgim de ondan geçmiştir bana. Yıllardır kuyruk yağı arıyorum (gerçi çok da aramadım ama gönülden istiyorum), yok bulamadım. Birkaç kasap gezdim, "yok" diyorlar. Kasaplar insana ruhsuz bakıyorlar. İyi ki onlardan biriyle evlenmemişim. Meslek icabı şu deyimlere de vakıf mıdırlar acaba?: "Ciğerini okumak" ve "ciğerini yemek". Pek sanmam. Dedim ya, kese biçe duygu körelmesi olmuşlar; Allah bıçaklarını köreltmesin. Ama tababetçi eş çok güzel ciğer okur, meslek icabı. Abdullah isimli, göğüs hastalıkları uzmanı ve had safhada kibar bir beyefendi olan arkadaşımıza takılan isim: "ciğerci Apo".

Ben pek hayvansever değilim ama hayvandöver de değilim. Onlarla ilişkim için en uygun şarkı: "Seni uzaktan sevmek..." vs vs olurdu. Yani kendileri canlı iken. Yenebilir olanlarını, tabak-ağız-mide mesafesinde çok seviyorum. Yani kendileri cansız ve tercihan soğan-domates-biber-baharatlı vs iken. Sebze mi, et mi dense, et derim ama sebzesiz de yaşamam. E tabii İzmirliyiz; sadece hayvansal değil, zeytinli yağlara da zaafımız gani.

"O ciğer bitecek" diyen babam, bizi sakatat yemeye de alıştırmıştı. Hâlâ duacıyım ona. Allah'ım nasıl severim kokoreçi, kelle paçayı (hatta kelleyi ayrı, paçayı ayrı da severim), söğüşü, uykuluğu, billuru, işkembeyi... Eskiden beyin salata da yerdim, ama tababetçi eş ona da yasak koydu; e ne de olsa ciğer ve beyin toksin toplama merkezleriydi; ses etmedim, kabul ettim, saygı duydum. N'apayım söğüşüm beyinsiz de olsa yerim; söğüşün fazla zekisinin tadı daha lezzetli olacak diye bir şey yok.
Bizim ergenler henüz elinden tutulması gereken yaşlardayken, kısaca anaokuluna giderken, önünden geçmek zorunda olduğumuz bir kebapçı vardı (hâlâ da var). Kömürde kokoreç yapardı (hâlâ da yapıyor). Bir koku yayılırdı kiii, erkek olsanız bir yeriniz şişer, kadın olsanız durduk yere aş eresiniz tutar. O derece! Oradan her geçişte, çocuklar, "anne ne güzel kokuyor burası" derlerdi de, ben biraz daha büyümelerini beklerdim. Ama ne zaman ki onlara kokoreçi tanıştırma zamanı geldi ve yediler, sülalemize lâyık çocuklar olduklarını da kanıtladılar. "Ya sevmezlerse" endişemi sildiler. Hatta oğlum iki yarım ekmeğe yaptırırdı; -dı, çünkü çocuk artık İstanbul'da ve buradaki kokoreçe hasret.
Burayı bulmalı. Hem kokoreç hem midye. İkisi bir arada. Kokusunda davet var. Ateş beni çağırıyor.

"İstanbul'da kokoreç var" demesin kimse bana! Ona kokoreç denmez, kakofoni denir (Kakofoni: kulağa hoş gelmeyen ses. Ses kakışması). İşte İstanbul'daki de öyle bir "bağırsak-domates-biber" kakofonisi yani "Kokofoni". İpincecik kıyılmış kokoreç olmazzz! İçine domates-biber vs konmazzz. Kıtır kıtır eti hissetmek lazım; bir de biraz tuz ve bolca kimyon; hepsi bu!

Midye dolmayı anmadan geçersem yazım açık gider. Midye dolmayı da sevdirmeyi görev bildiğimiz çocuklarımız küçükken, midyenin denizden içinde pilavıyla çıktığını sanıyorlarmış.

Tüm bu yiyecekleri temiz ve sağlam bir yerden yemek gerekliliğini de vurgulamakta fayda var tabii ki. Ben AB'ye karşıyım; e artık nedeni belli.


Vejetaryen ve hayvansever arkadaşlarımın gönlünü almak üzere, en sevdiğim şarkıları yazayım:
- Bir kedim bile yok.
- Hoplayıver çekirge.
- Acayip hayvanlara benziirsen.
- Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin.
- Mini mini bir kuş.
- Ku vak vak vak.

Not: Ben aslında mecaz anlamdaki ciğeri hem yiyen hem okuyan bir cancağızıma, "ciğer okuyanlar" ve "insanın ciğerini yiyenler" üzerine bir yazı yazmaya söz vermiştim. Ama kasap havası ağır bastı. Kusura bakmasın. Ama sözüm söz onu da yazacağım.







20 Kasım 2012 Salı

ADINI 'İMZA' KOYDUM: MÜGE'NİN YOLU

Tefrika silsilesinin en başında söz verdiğim üzere, şimdi de iyi haberlere geçiyorum. Üç yazı boyunca şişirdiğim iç dünyanızı, bu güzel haberlerle söndürüp, sevgi pıtırcıklarına boğacağım hepinizi.

Ben kitap fuarına gitmeye niye üşeniyordum, niye gözümde büyüyordu? İşte o aşağıdaki olayları tahmin ettiğim için. Ki araştırıp da bulduğum yöntemler bile daha iyiymiş de, ancak o üç saatlik çileden sonra daha iyi anladım. N'apalım kısmet böyleymiş, göreceğim varmış. Ne halim varsa gördüm. Artık bu dünyada sırtım yere gelmez.
Havalimanı ve Tüyap'ın servisleriyle gitmeyi keşfettikten sonra, yayınevine geleceğimi bildirip heyecanlı bekleyişe geçtim. Yine de imza saatime zor yetişeceğim gibi bir pırpır halim yok değildi, ama yapacak bir şey de yoktu. Fakat şöyle güzel bir gelişme oldu: Benimle yakın zamanlarda aynı yayınevinden ilk kitabı çıkan Ali de (Ali Ünal-- "Alaca Dünya ve Yalnızlığım", çok tavsiye ederim!!) Antakya'dan geliyordu. Twitter'da ikimizi de takip eden ve sıcak bir iletişim kurduğumuz bir grup tatlı insan ikimizi de havalimanında karşılayacaktı. Ki o grubun elebaşısı da bloglardan yıllardır takipleştiğimiz sevgili "Kitap Delisi Gizem" idi. Gizem, annesi ve kız kardeşi, Ali'yi ve beni alıp Tüyap'a götürdüler. Bu benim ilk erimeye başladığım an oldu! Kaç tane yazara, üstelik sadece ilk kitabını yazmış yazara bu nasip olurdu bilmiyorum.
O âna kadar birbirini sadece sosyal alemdeki fotoğraflarından gören ama sohbetlerle ısınmış bu beş insan, sanki zaten hep buluşurlarmış gibi sarıldı birbirine. Neşe içinde fuara doğru yol aldık ve ulaştık. Orada da diğer arkadaşlar bizi bekliyordu.
Yayınevimizin standına vardığımızda, heyecanım tavanları deliyordu ki, fuarın tavan yüksekliğini tahmin edersiniz. Edemiyorsanız, yardımcı olayım. Bknz: aşağıdaki fotoğraf: 






Kitaplarımız, adımız yazılı karton ve sandalyelerimiz hazırdı. O sandalyeye oturmaya önce çekindim. Bir türlü inanamadım bunların gerçek olduğuna. Hafif bir başım döndü; açlıktan değil. Çünkü sabahın altısında kahvaltı edemediğim için aldığım poğaça ve uçakta ikram edilen sandviçi bir güzel yemiştim. Mutluluk denen içkinin sarhoşluğundaydım sadece. O stand bana evim gibi geldi. Bizi karşılayan güzel insanlar da benim misafirimdi sanki. Ve aslında onlar bize misafirperverliğin en hoşunu sunmakla meşgullerdi. Standın önü sanki bir kokteyl varmışçasına kalabalıktı. Hepimizin ağızları kulağı da geçmiş enseye doğru yol almıştı. Stand görevlisi şeker hanım da İzmirli çıkmasın mı! Bize hemen kahve ikram etti sağ olsun.

Sonunda oturmamız gereken yere geçtik ama sohbet gırla devam ediyordu. Gizem ve annesi sürekli fotoğraf çekiyorlardı. Ardından birer ikişer başkaları da gelmeye, kitaplarımızı incelemeye, imzalar istemeye başladılar. Ne zaman imza vermem gerekse, hem ne yazacağımı bilemiyorum hem de elim titremeye başlıyor. Aslında çok güzel olan el yazım sapıtıyor. Amaaan nasılsa bu kadın doktor, ondandır bu karışık yazısı, derler diye kendimi avutuyorum :) Bir akşam önce, evdeyken, hangi kalemle imza atayım diye dört renk (mavi, mor, pembe, yeşil) kalemi kızımla eleyip eleyip, onun seçtiği mavi kalemde karar kıldık. Ama ben o gün mor kazak giydiğim için mor olanla imzaladım (kızım duymasın) :))

Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi sırf kendi kitabımı değil, birer yazıyla katıldığım diğer kitapları da imzalamaya başladım, bir süre sonra. Hatta aynı ortak kitapların birkaç yazarı da geldi; birbirimize imza vermeye başladık, birbirimizi ağırladık. ("Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı" ve "İmza: Kızın"). O arada dişleriyle sorunu olanların şikayetlerini de dinlemedim değil; ne de olsa rahmetli Hipokrat'a içtiğim ant vardı. Yanımda götürdüğüm mini boy diş macunlarını da, kitap ayracı olarak hediye ettim :)
Ayrıca eşi de yazar olan bir arkadaşım ta Antalya'dan gelmişti; onlarla da sarmaş ve dolaş olduk. O bana kendi kitaplarını, ben ona benimkileri alladık pulladık hediye ettik.
Orada geçen yaklaşık üç saatin nasıl geçtiğini hiç anlamadım desem yeridir. Hatta Ali ve bana ayrılan süreyi yarım saat da aşmışız. Bizden sonra imzası olan hanımdan haberimiz olmadığı için (uyaran da olmadı, o da geç kalmıştı), apar topar standı boşalttık. Jest olsun, hoşluk olsun, ne demektir bilirim diye, hemen onun kitabını aldım ve imzalattım kendisine. Ama o benimkini almadı. Oh iyi ki vaktinden çalmışız (Belki de o yüzden almadı, cık cık cık!). Okumayacağım işte kitabını :))))

Sonra aynı ekiple fuarın kafesine geçtik. Oraya sonradan gelen ve yine sosyal alemden tanıştığımız bir başka şeker kız Esra da geldi, hem de ta Eskişehir'den. Kafede otururken yazar Irmak Zileli'yi gördük. Hemen yanına gittim, kendimi tanıttım. Hemen tanıdı; çünkü: 1- Ben onun romanını okumuş, onu Twitter'da bulunca güzel dileklerimi paylaşmıştım ve o da çok mutlu olmuştu. 2- Ona kendi kitabımı kargoyla yollamıştım. 3- Günler içinde, bir türlü okuyamadığını söylemişti. 4- Ben de sorun etmemiş gibi görünmüştüm. Utanmış gibi göründü ama bunu ne kadar aklında tuttu bilemem, çünkü çocuğunun ağzına köfte patates tıkıştırmakla meşguldü. Bir daha yazarsa, onun kitabını da okumayacağım :)))

Kafede sohbet güzeldi ama "abdala malum olan" bir huzursuzluk içindeydim. Zira yolum uzundu. Ama metrobüs denen icat vardı ya, neden huzursuzdum ayol! Hem ne diyorlardı: "Herkes inecek." Bitti gitti, sorun yoktu. Hâlâ yerinde olan saçlarımı, küpelerimi, yüzüklerimi ve fularımı bozmadan, herkese binlerce teşekkür ettim, sarıldım, öptüm ve veda edip kapıya yöneldim.
İlk bu yazıyı okuyanlar! Eğer gerisini merak ediyorsanız, dün yazılmış üç adet traji-komik hikâyem aşağıda boylu boyunca uzanıyor.

ZİNCİRLİKUYU-SÖĞÜTLÜÇEŞME METROBÜS HATTI (Tefrika No. 3)

Sabah temiz temiz giyinmişim (şık'la spor arası, 'rahat olayım'la-'çok da spor olmayayım' arası-diş ile düş arası :p), asansörde yüzüklerimi takmışım, havalimanında kimseye aldırmayıp tuvalette hafif makyaj yapmışım (uyanır uyanmaz da yapılmıyor ki yahu), uçakta küpelerimi takmışım, bir akşam önceden fönlü saçımı,  sabahın köründe de olsa tekrar düzleştiriciyle fiyakalandırmışım (okura saygı).
Ben bu hazırlıkların havasını sırasıyla şöyle kaybettim:
1- Deli rüzgarda saçlarım alabora olup yüzüme gözüme gelince, fönü mönü boş verip Cennet Mahallesi sakinleri gibi şak diye tepeden topladım.
2- Avcılar istikametinde giderken hafif bir sıkıntı bastı ve küpeleri çıkarıp çantama attım.
3- Avcılar-Zincirikuyu ısdırabı sırasında elimdekiler gittikçe ağırlaştı ve yüzükleri çıkardım.
4- Sinirden kaşım gözüm oynadıkça gözlerimi kaşıdım, makyaj dengesiz olarak bozuldu.
5- Boynuma taktığım kendimce şık bulduğum fuları, çektiğim gibi çantama tıktım.

Zincirlikuyu halkına bu kadar zebil görünmek ister miydim? Haaayııırrr!!! Özür diliyorum hepsinden ama n'aapayım, koşullar beni böyle yaptı. "Arabesk" filmindeki Müjde Ar gibi filmin sonuna doğru dağıldım. Sözüm söz bir dahaki sefere full aksesuar olacağım, diyebilmek isterdim ama kusura bakmayın be anam, one minute daha da gelmem.
O halde son hattın yolculuğuna çıkacak gücü bulamayıp, istasyonun kenar demirlerine dayandım. İzlemeye başladım. İçimden, bitmek bilmeyen insan seline deee, metrobüslerin az sayıdaki koltuklarına daaa, itişip kakışmanın kaçınılmaz kural haline getirilmesine dee övgülerimi düzdüm.
Art arda gelen araçlara koşuşturmalarını, kapıya denk gelmeye çalışmalarını, yüzlerdeki bıkkın ve yorgun ifadelerini izledim ve her birine ayrı ayrı acıdım. Buradan nasıl kurtulacağımı ve belki de hep burada (sanki bir ara evrende sıkışıp kalmış Matrix Müge'si gibi) kalacağımı düşündüm ve ürktüm. Yoo hayır, yılmak yoktu. Ucunda evladıma ve yeğenlerime kavuşmak vardı. Hemen orada koskoca bir çöp bidonu olduğunu ve onun dibinde sandviçini yiyen bir ergeni görüp, onun ne diye bu leş gibi şeyin dibinde yediğini düşündüm.Herkesin şakülü kaymıştı, balatası sıyrılmıştı ve ben her an onlardan biri olabilirdim. Silkelendim ve onlardan biri gibi araçlardan birinin kapısına denk gelmek için dizilip durdukları kaldırıma kendimi dizdim. Ona rağmen önüme birileri geçti. Çekçekli çantamı önüme koydum ve rahatsız ettim onları, gittiler. Sağımı solumu kolladım.
Gelen üç araçtan ancak sonuncusunun ve onun da en son kapısının rastgele önümde durmasına hayretler ve minnetler içinde kaldım. Saygı, sevgi, nezaket unutulmak içindi bu şehirde. Ben niye hatırlayayım ki! Kimsenin beni akıtmasına izin vermeden, hoop atladım içeri. Hızlı karar vermem gerekiyordu. Yerlerden en korunaklı olanına uçtum. Eşyalarımı yerleştirdim. Yaşları benden büyük teyzelere bakmadım bile. Oscar benim de hakkımdı. Onca tiyatro deneyimimi ortaya koymamın tam zamanıydı. Laf edecek olana lafım hazırdı. Cazgırdım artık arkadaş! Yaklaşık iki saat içinde kat ettiğim 43 durak ve 60 km sonrasında, karakterim hızla değişmişti. Adaptasyon hızıma inanamadım. İnteraktif eğitimin başarısına da... Mutasyona uğramış, bir İstanbulluya dönüşmüştüm. Survivor 2013'e hazırdım. Hindistan cevizi yemeye de alıştım mı tamamdı.
Ama o da ne! Meğer bu hat sadece 20 dk sürüyormuş. Daha ayaklarımın uyuşukluğu, belimin ağrısı ve sinirimin dumanı geçmeden, Söğütlüçeşme'de indiK. Biz hep iniyorduK. E zaten ne demişlerdi: "herkes inecek."

Kendimi Kadıköy Evlendirme Dairesi'nin bahçesinde buldum. Aman Allah'ım oturacak banklar vardı. Ağlayarak gittim önce okşadım onları. Sonra oturdum, sanki Bellona'ya iyi ki rastlamışım gibi, yatak uzmanından İşbir yatak bulmuşum gibi, Yataşşş gibi. Baktım insanlar şık şık giyinmiş nikâhlara girip çıkıyorlar. Kendimi o kadar iyi hissettim ki, içeri girip evlenenleri tebrik edesim, sarılasım, başımı omuzlarına koyup ağlayasım açılasım geldi. Eşek değillerdi ya, bir şeker verirlerdi herhalde; bu açlıktan ölmüş ve bir takım insani ihtiyaçları gelmiş insana. O arada taa Sarıyer'den, bir A noktası çıkışı endamıyla, yola çıkan oğluma öğrendiğim her şeyi anlattım ki, anası gibi sürünmesin, B noktasına varana kadar tipi kaymasın istedim. Ama zaten o artık İz-tanbullu olmuş çoktan :)
Bağdat Caddesinde turlayan yeğenlerimden rota aldım. Taksiye bineyim dedim, bulamadım. Bağdat Caddesi dolmuşuna bineyim dedim, bulamadım. Minibüs Caddesi dolmuşuna binip, oradan da taksiye atlarım dedim ve bomboş bekleyen bir tanesine zıpladım. 1.60 tl.lik dolmuş paramı iletsinler diye öndeki ruhsuz hanfendüye uzattım ve içimde bir yerlerde hâlâ yaşayan nazik tarafım dile geldi, rica ettim. Önce hiiiç bana mısın demedi. Sonra uzattığım parayı aldı. Paranın bir kısmını yere düşürdü. İneceğim durağı söylemedi şoföre. Hasbinallah veli vel mekin miydi neydi, onun niyetine sabır duası ettim.
Yola çıktık, köşeyi döndük, trafik tıkandı. Artık k'ler küçülmüştü, çünkü sadece 7-8 kişi bir aradaydık. Hepsini çok seviyordum. Birkaç durak sonra yanıma, elinde kocaman ve mis gibi bir buket çiçekle yaşlıca bir amca oturdu. Ohhh içim açıldı.


İnsanlığıma geri dönmeye başladım. Birden kitaplarım geldi aklıma: "Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı" ve "İmza: Kızın". İkisinde de yazılarım var (sakın kaçırmayın, çok güzel iki proje oldu). Kitap bile okudum, o derece yani. Hatta durağı kaçırıyordum, bu derece yani.
İndiğim yerden bir temiz taksi çevirdim. Bindim. Bütün İstanbul yollarını bilir bir edayla güzergah ve varılacak noktayı kararlı bir şekilde söyledim. Gölgeler henüz kısayken başlayan yolculuğum, sokak lambasının gölgelerindeyken tam 3 saatte bitti. İndiğim yerde toprağı öptüm, hatta artık FB'li bile olabilirdim (yalan). Yeğenlerimi koklayarak öptüm, sarıldım (gerçek). Kavuşmanın sevinciyle göğsümden bayrak çıkardım, ağladım (yalan).

Anacım onlar da "o yer dolu, bu yer kötü, orası soğuk, burası bilmem ne" diyerek beni yürütmesinler mi! Sonunda bir mekâna resmen deve gibi çöktüm. Oğlumun benzer bir yolculukta olduğu yolundaki habere artık şaşırmayarak, masaya gelen ilk ekmeğe saldırmadan önce tuvalete koştum.

Sonuç: Bir saat sonra oğlum da geldi. Daha ne isterdim! Ankara'dan gelen küçük yeğenim, İstanbul'da yaşayan büyük yeğenim ve taze İz-tanbullu oğlumla öyle güzel bir akşam geçirdim ki, metrobüs diye bir icadın olduğunu bile unuttum. Sadece bu tefrikayı yazmak için hatırladım ve şu an hemen tekrar unutacağım. Hatırlatana metrobüs bedduası ederim ve kesin tutar valla!


Halbuki ben deniz otobüsü ile gidip keyif yapacaktım...

19 Kasım 2012 Pazartesi

AVCILAR-ZİNCİRLİKUYU METROBÜS HATTI (Tefrika No.2)

Avcılar'da inmenin hemen ardından tekrar binme eylemine doğru yuvarlandıK. Yollara revan olmadan önce: "İndiğim yerde peron değiştirecek miyim?" diye sormuştum. Sandım ki, metro aktarması gibi olacak. Ama bunun ucunda "-büs" olduğundan tek cevap vardı biliyorsunuz: "Herkes inecek". Buna ek olarak: "İndiğin yerden bineceksin". E peki madem, vakti gelince çözerim durumu herhalde, dağdan gelmedim ya, pehh!

Güruh ülkesinin insanlarını takip ettim. Artık "hepimiz bir fidanın güller açan dalıydıK". Yek vücut olmuş, oğluma ve yeğenlerime gidiyorduK. Nasıl da özlemiştiK onları di mi ama! Karşı tarafa geçiyorduK ya, hep birlikte Fenerbahçe stadına gider, Allah ne verdiyse yerdiK.
Ben tabii "the cahil" olarak, ilk gelen araca saldırdım. Sıraya falan girmemeyi artık öğrenmiştim, çok çakalım ya! Ama daha öğrenemediklerim varmış, ...mış, ...mışşş... :(
Saldırın ey ahali!

Baktım yer kalmamış, olsun varsın iyi niyetiyle içeri tekrar akıtıldım. Bir yanımda selvi boylu al yazmasız bir delikanlı, öbür yanımda selvi boysuz al yazmalı bir kadın, diğer yanımda Gangnam style bir yeni yetme, bir başka yanımda emekli Salih öğretmen, az ötede Fahriye Abla, ben de olsam olsam Asiye (nasıl kurtulacağım bakalım)... Çok sıcak bir ilişki içinde yolculuk başladı. Öyle bir yerde durduruldum ki, tutunacak boru uzak, tepedeki tutangaç (adı ne onların ya?) da uzak, yakındakini selvi oğlan kapmış, dirseği ağzımda. Önünde koruduğu kolladığı sevgilisiyle neredeyse suni teneffüse girişmek üzere; dirseğinin kimin ağzına girdiğini mi düşünsün yani, ben de bi alemim yahu... Bacaklarımın arasına, yere çekçekli sırt çantamı sıkıştırdım. Üzerine poşetimi astım ama sıkı tutmam lazım, her an düşebilir. Omuzumdaki çanta, selvi boysuz kadının alnını öpüyor; yapacak bir şey yok, ben de çiğ çiğ dirsek yiyorum zaten. Gözümü korumaya çalışıyorum, yoksa ani bir fren sonrası "ilk imzasından dönen acemi yazar (ki ayrıca "the cahil"), İstanbul'dan gözü mor döndü," tarzında bir habere konu olmak istemem. Heytt ben de bir iki it-kak yaptıktan sonra âşıkları azıcık öte ittim de, bana yakın tutangaçı kaptım. Çok hızlı öğreniyorum yahu! Âşıklar anlamadı bile.
Arada oğlanın dirsek arasından ekranı görmeye çalışıyorum. "Bir sonraki durak Zincirlikuyu" yazıyor ama ben biliyorum ki, o son durak ve bizzz hepimizzz orada ineceğiz. Arada görünen duraklara bakıyorum, amanın destan gibi... Adaam sende, trafiğe takılmayan, medeniyetin zirvesi bir araçtayım, nasılsa zırt diye giderim.

Ya git git bitmiyordu, ya da bana öyle geliyordu. Cevap: bana öyle geliyordu ve o yüzden de git git bitmiyordu. Çünkü bir önceki etapta oturuyordum ve Cennet Mahallesini bile gülümseyerek izliyordum. Ve çünkü ayaktaydım ve dünyanın en berbat yogasını yapıyordum. Âşıklar indi, yerine üç tane taze üniversiteli geldi: iki erkek, bir kız. Konuşan sadece bir erkek; diğerleri sadece sırıtıyorlardı: "Ehliyetim yok ama trafikte çoook araba sıkıştırmışlığım var icabında. Alooo olum gene mi babaanen öldü yaa! Bekliyom kanka, gel artık.. Abi bu oğlan da hep böle diyo. Bi akşam toplandık, aradı babaanem öldü dedi. Ertesi hafta bi daa.. E olum daha geçen hafta öldü dedin, dedim.. Haa o zaman ölüm döşeğindeydi dedi abi ya.. Nıhaha haha..." Ters ters bakıyorum ama kim görüyor ki, görse ne olacak ki... O da ne! Diğeri de konuştu! Meğer tüm durakları ezbere sayıyormuş.
Sanki elli beş tane durak var, bitmiyor bu yooolll!!! Asla evlatlarıma kavuşamayacağım, mezarıma "Meftabüs'te öldü" yazsınlar! Belim, bacaklarım koptu; ayaklarım hissetmiyor, ellerim uyuştu, derken pencere önü boşaldı ve ben borunun bir ucuna yapıştım. Allah'ım sırtımı dayamak, pencereye yaslanmak, bir boruya tutunmak nasıl güzel bir duyguymuş da değerini bilememişim, affet beni. O arada uzaktan bir koltuğun boşaldığını gördüm. Haa ona oturmak gibi saçma bir hayale kapılmadım tabii ki, çünkü arada seksen beş insan falan vardı, ben sadece izleyiciyim. Boşalan yere oturan tıfıl tayfa bir oğlan işi biliyor: yüzüne öööyyyle bi ifade takınmış ki, "hiiiç iyi değilim ben, oturmam lazım" ifadesinin Oscar'lık hali. Bizim tiyatroya önermeli onu ama ne yazık ki metrobüste yaşıyor, gelemez. Bu arada içimden sarf ettiğim küfürlerden hiç bahsetmiyorum bile. Sabredeyim, sanırım eninde sonunda bu yol biter. O kadar zebilim ki artık, dirseklerimle boruya kaykıldım dinlenmeye çalışıyorum. E tabii sabah 6:30'dan beri çoğunlukla ayakta olmanın helâk düşmüşlüğü de var. Ama ben İzmir'den bile daha kolay gitmiştim oraya kadar. Tüm bu olanlar imza günüme katıldığımı, orada geçirdiğim şahane vakitleri falan unutturmuş bana. Telkin, tevekkül, sabır falan hak getire...

O arada yeğenimle telefonda konuşmaya ve nerelerde olduğumu söylemeye çalışıyorum. Hat sürekli kesilip duruyor. Dengemi kaybettikçe debeleniyorum. Üç dört denemeden sonra konuşabilir hale geliyoruz. Ve ben etraftakileri takmadan saydırıyorum: "Ne biçim bir yer bu İstanbul! Her yerden insan çıkıyor. Bari bir yerde azalsa içerdeki insanlar. Azalacağına artıyor. Yemişim böyle şehri ben!"

Ve sonunda Zincirlikuyu! Sormaya gerek yok, güruh ülkesinin insanlarıyla birlikte hiç zorlanmadan indiK, indirildiK. Ne mutluyduK ya Rabbim!

"Her ölümlü bir gün metrobüsü tadacaktır," yazılmalı kapısına... Diyeceğim budur.

Devamı geliyor... Gidin bir tuvalet arası verin hadi ;)


BEYLİKDÜZÜ-AVCILAR METROBÜS HATTI (Tefrika No.1)

Veni vidi vici.
En basit haliyle İstanbul'a gidiş dönüşümün özeti budur. Ama içi beni, dışı kimi yakar bilemem o kadarını artık. İmza günü tahminimden de güzel ve özel geçti. Tanıştığım insanları anlatmam lazım. Ama şimdi değil. Çünkü önce içimden şu "İstanbul'un yolları" zehirini atmalıyım. Yani önce kötü haberi vereyim de, iyi haber sonraya kalsın. Bu yazının anafikri: "İstanbul'da ulaşım adamı delirtir," olup, okumak istemeyenleri şimdiden uyarırım. Yol yakınken okumaktan vazgeçseniz de sizi anlarım. Metrobüslerin çalışma düzenini bilenler çok eğlenecek eminim. Bilmeyenler de öğrenecek. Demek ki herkes okuyacak :)))

Kitap fuarının bulunduğu Beylikdüzü adı verilen ve bana göre şehire uzaklığı nedeniyle kendisini "tilki-bakır-boşaltım sistemi" içeren deyimle andığım yere ulaşmada sorunum olmadı. Çünkü o iyi  haberlerden sayılıyor, o yüzden o sonraya kaldı. İmza günü bitince oğlum ve yeğenlerimle buluşacağım Erenköy-Bostancı civarına gitme yolculuğum müstesna bir deneyimdi, bir İzmirli olarak. Gitmeden önce yaptığım araştırma sonucu, Tüyap'ın servisiyle Bakırköy deniz otobüsü iskelesine gelecek, oradan Bostancı'ya geçecek, oradan da bir taksiyle hasretlerime kavuşacaktım. Servisin ve deniz otobüsünün saatlerini not aldım. Yollara hazırdım, gazam mübarek olmayı bekliyordu.
Amma velakin fuarda konuştuğum tüm İstanbullular bana metrobüs icadına binmemi önerdiler. Tüyap'tan Kadıköy'e kadar zırt diye gidecekmişim. Bir değil, iki değil, herkes böyle deyince, benden daha kötü bilecek değiller, şeklinde saygı duydum ve onları paşa paşa dinledim. "Nerede ineceğim, nerede aktarma yapacağım, bir daha nereden bineceğim?" gibi o an için anlamlı gelen sorularıma aldığım cevaplarla "nassıı yanii??" oldum ama cevap hep aynıydı: "Zaten herkes inecek, sonra herkes gene binecek." Bu ne ya? Herkes benim evlatlarla buluşmaya mı gidiyor?
Elimde çekçekli bir sırt çantası, omuzumda normal çanta, diğer elimde kitap dolusu bir poşetle döküldüm yola. Bir çıktım; deli bir rüzgar var. Saç baş karıştı, önümü göremedim; durdum saçımı topladım. Görüş mesafem açılınca görevli bir beye metrobüs durağını sordum. Köy insanlarının "aha şu dağın ardı" dediği bir mesafe gibi geldi bana, eli kolu dolu bir İzmirli olarak. Tek taraflı ve bana doğru gelen insanlar, sanki insan kovanından çıkmış arı-insanlar gibiydiler. Yürü yürü göremedim istasyonu. E hadi birine daha sorayım dedim; ve inadına da o kişiler genelde benim gibi oranın yabancısı olurlar. Neyse ben de bari az sayıda da olsa benimle aynı yönde ilerleyenlerle devam edeyim dedim. Netce itibariyle, en akılcı yol metrobüs icadıysa, herkes ona gidiyordur di mi ama?

Daha önce metrobüs görmemiş olan ben "the cahil", sonunda ufukta gördüğüm otobüsleri metrobüs olmaya yakıştıramadım. Daha havalı bir şey bekliyordum. Utanmadım ve birine sordum: "Bunlar metrobüs mü?". Ve hayal kırıklığı... Evet onlarmış. Çok takılmadım artık ve kendime en güzelinden bir "bir kullanımlık bilet" aldım. Ne zaman turnikelerden geçecek olsam, ya okutamazsam ya da çalışmaz da burada rezil olursam, diye bir korku yaşarım. Saçma ama gerçek. Tek defada okuttum ve içimden attığım zafer narasıyla savaşa başladım (ki o anda pek de bir savaş neferi olduğumu bilmiyordum).
Bir baktım sıra var. Her medeni insan gibi sıraya girdim. Otuz saniye geçmedi, sıra mıra hak getire oldu, hatta götüre oldu, çünkü hakkımı gasp ettiler. "Haa öyle mi," dedim ben de daha iyi bir yere kaydım. Anında otobüs geldi. Hurra bindirildim. Binmek değildi o, içeri doğru akıtıldım. Binmeyecek olsam bile nereye gidiyorsa gidecektim artık.
Ohh bir yer buldum, oturdum. Yüklerimi de yere koydum. Süpermiş bu ya! (erken yaşanan bir sevinç). Güzergah gösteren ekrana baktım: "Bir sonraki durak Avcılar" yazıyor. Hah ben de orada ineceğim. İyi de biner binmez mi ineceğim yani, dedim. Yanımdaki odundan bozma kıza sordum. "Herkes inecek" dedi. Kendi kendime konuşur gibi rol kesip, aslında ona sordum: "Ama bir sonraki durak diyor da." Hiiiç üzerine alınmadı, demek ki iyi rol kesmişim. Kriterimin ekranda ne yazdığı değil, herkesin inmesi olduğuna kendimi ikna etmem zor oldu. Mecburen "ekrana bakma ekrana bakma, insanlara bak, ne zaman inerlerse in" telkinleriyle bir yoga yapmadığım kaldı. Meğer yogayı diğer aktarmada yapacakmışım da haberim yokmuş (her şey çok güzel olacak sanan İzmirlinin dramı).
Meğer metrobüs güzelmiş, ben kargaşadan görememişim; yeni gördüm :) Yalnız hedefi hiç beğenmedim.

Pencereden dışarıyı izleye izleye gittim. Ohh ne güzel, trafik sıkışmıyor, akıp gidiyor. Otomobiiil uçar gideeer, günleri geldi aklıma. Hatta duraklardan biri Cennet Mahallesi'ydi de, aklıma dizisi geldi. Bakındım etrafa, hiçbirini göremedim :) (Hâlâ eğlenecek gücüm vardı yani). Aaa sonra bir baktım birisi "son durak" diye ünledi. Biri ona karşı çıktı; diğeri gene "son" dedi. Bir başkası "olur mu ya!" dedi. Sonunda ben şoföre seslendim, "inin" dedi, indiK. 'İndiK'teki "K"yi kapsayan sayıyı hiç bilemiyorum, çünkü çoktuK. O "K"ye, indiğimiz yerde başkaları da eKlendi. ÇoK Kalabalık olduK. Ama en azından "herkes inince ineceksin," aşamasının birincisini sağ salim atlattım. Hafif bir başarı sarhoşluğu da yaşamadım değil yani.

O zaferle, içine doğru akıtıldığım araçtan dışarı doğru da akıtıldım. O âna kadar ayaklarımı kullanmam pek gerekmedi. Meğer kalça-bacak-ayak-kol-el sahibi olduğumu öğreneceğim bir sürece doğru gidiyormuşum da kimse söylememiş.


Ha bu arada hani aşağıdaki yazılarımdan birinde, "imzama gelin, iki çift lafın belini kıralım" demiştim ya, o bel benim belimmiş.
Ayşe Hatun Önal'a sevgilerle: "kırıcan mı belimi" şarkısı metrobüs icat edilmeden yazılmış ya helal olsun böyle öngörüye...

Devamı hemen geliyor, bir defada okumak sıkar diye bozdurup bozdurup harcayacağım bu tefrikayı ;)



15 Kasım 2012 Perşembe

ANLAYIŞIMI SEVEYİM (mi acaba?)

“Fazla anlamak iyi değil, yorar insanı. Sonuçta mezar taşında yazmayacak ki "çok anlamaktan öldü," diye.
Fazla anlayış iyi değil, üzer insanı. Sonuçta madalya vermeyecekler ki "çok anlayışlısın," diye.

Anlaman kadar yorgun, anlayışın kadar üzgün olmak da var sonunda.

Elinden geliyorsa, "anlayanı" anla...
Elinden geliyorsa, "anlamayanı" salla...
Elinden gelmiyorsa hiçbiri, bari bununla mutlu yaşa.”


Babamı ziyaret ettik annemle. Gidişinin onuncu yılıydı. Baktım herkes ölmüş orada. E haliyle… 

Hep öyle olur ya: Hastaneye gideriz, sağlığa şükrederiz. Kabristana gideriz, hayata şükrederiz. İlle de bir “kafaya danklama” ziyareti olacak ki, başka türlü danklatamadığımız o kafayı, gömdüğümüz hayattan bir çıkarabilelim. Ve her defasında aynı nakaratlar:
“Sağlığımızın ve hayatımızın değerini bilmek lazım.”,
“Bundan sonra hiçbir şeyi kafama takmayacağım.”,
“Şu hatayı tekrarlamayacağım.”,
“Artık kazık yememeye çalışacağım.”,
“Daha hoşgörülü olacağım.” (Kafanın bizden çektikleri)
Ne yazık ki “kafa nereye biz oraya,” diyen şarkıdaki gibi de olamıyor. “Biz nereye kafa oraya,” demek daha doğru.
İşte o kafa, kelime anlamı olarak boynumuzun üstündeki büst kısmımız olarak var olsa da, ‘içindekiler’ kısmı biraz karışık. İçeriğini genel olarak huy, natura, karakter vs şeklinde tanımlarız. Bu içerik de pek sağlamcı ve hatta inatçıdır; can çıkmadan o kafanın içinden pek çıkmaz. İstediğimiz kadar nakaratlar boyu sözler verelim, kararlar alalım, bir başımıza da olsa antlar içelim. I ıhh, değiş(e)meyiz. Mesela anlayışlı bir varlıksan, ömrü billâh öyle yaşarsın (mı acaba?).
"-de" ayrı yazılır ama hadi anlayışlı olayım.

Kendi “anlayış gösterdiğim şeyler”  listeme şöyle bir baktım. (Ha ben bir taneyim, benden anlayışlısı yok, demek istemiyorum, baştan söyleyeyim.) Liste kabarık. Kimilerinden pek memnunum, “iyi ki” dediklerim var. Kimilerinden hiç memnun değilim, “gereksizmiş” dediklerim var. İyi ki’lerle neler olmuş? Kalp kazanmışım, dostluk devam etmiş, pireye kanıp yorganı yakmamışım, öfkeyle kalkıp zararla oturmamışım vs. Gereksizmiş’lere bakınca, içim cızlamıyor değil.  

Benim kendime karşı da anlayışım yüksektir; e yahu başkasına yaptığım kıyağı kendime niye yapmayayım, değil mi ama… O kadar torpilim olsun. O yüzden de, eskiden yaptığım bir şey için genelde pişman olmam, kendime kızmam; “dışarıdan nahoş ya da gereksiz de görünse, o gün o uygun düşmüştü, yaptım,” diyebilirim. Çünkü bilirim ki, bodoslama davranmam, geldiği gibi hareket etmem, konuyu o anda değerlendirir/sonuçlarını düşünür/kefeleri tartar, ona göre adım atarım. Sağduyuma ve kararlarıma güvenirim. Bu bağlamda “gereksizmiş” sınıfına giren anlayışlarımda da, kendime değil, o anlayışı zerk ettiğim vatandaşa ya da olaya kızarım. Çünkü ben gel zaman-git zaman içinde bundan rahatsız oluyorsam artık, o kişinin/olayın bunu hak etmediği noktasına ulaştırılmışımdır. Her ne kadar olay anında yeni bir anlayış için tereddüt ettiğim olsa da, o kafa var ya o kafa… İçindeki can çıkmadan içindeki huyu atamayan kafa yani… O yeni anlayış için de kendini engelleyemeyen kafa hani… Huyunun dikine gider. Ama dedim ya, “Şu an içime sinen bu, biraz zorlanıyorum. Evet, çok yumuşak davranıyorum ama beni huzurlu yapacak olan da bu,” dediğim anda kafaya yüklenmenin de anlamı kalmıyor. Taviz ya da özveri, adına ne derseniz deyin, yorganınıza sarılmak istiyorsanız o an, tüm pireleri kışkışlamak zor olmuyor.  
Bunun gibi bir yaratık için değmez.

Yorgan çok. Olmadı birini yakıveririz artık.

Vardığım nokta şu: İyi ki’lere diyecek sözüm yok. Gereksizmiş’lerle barışmaya çalışıyorum. Ben önce “beni” mutlu edecek, akşam başımı yastığa koyduğumda huzurlu edecek şekilde davranarak, o anlayışı gösterdimse ve bu anlayışım muhatabı şahsiyet bunu istismar ettiyse ya da değerini bilmediyse, bu “onun derdi/benim de dersim” olmalı. Sonunda elimde kalan olumlu bir şey yoksa huyuma küfrederim, o olur. En yukarıda kestiğim ahkâmı kendime uygulayabilme başarım düşük olduğundan, “anlamayanı sallamak” gibi bir şey yapmayı beceremem. Çünkü anlayışıma layık gördüğüm insan benim için değerlidir. Sallamak istemem yine de. O anlayışlarım da, denize attıklarıma eklenir, o olur. Ben de bununla mutlu yaşamaya, yine de “anlama yorgunu, anlayış üzgünü” olmamaya çalışırım, o olur. Ama yeri geldiğinde siz sallayın lütfen, tamam mı? Ne zaman yeri gelir diye bana sormayın, çünkü ben bilmiyorum.

Son tahlilde eğer o dert etmiyor, ben de dersi alamıyorsam, zaten bizim için daha fazla yapacak bir şey kalmamıştır. Ne halimiz varsa görelim… Bırakın ya, okumayın bu yazıyı daha fazla. Bari yazıyı bitireyim de, okunmamış yeri kalmasın.
(Babama bir sonraki ziyaretimde söz veriyorum, nakaratlarımı tekrar gözden geçireceğim. Sonra yalancı çıkıyorum.)