24 Eylül 2011 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Yaş yirmi bir. Kavak yelleri henüz dizi film olmamış ama yüzyıllardır estiği gibi bende de esiyor. Üniversite öğrencisiyim. Eşimle çıkıyoruz o aralar. Şehir dışında olduğu için çok aralıklı görüşebiliyoruz. Mail, cep telefonu, msn olmadığı gibi telefonu da bağlatarak konuşabiliyoruz. O da ancak haftada bir kez; babamın akşam toplantısı olan günlerde. Çünkü henüz haberi yok çıkıyor olduğumuzdan. Dolayısıyla "konuştuğum çocukla", buraya geldiği zaman olabildiğince çok vakit geçirmek istiyoruz birlikte. Onun arkadaşlarından birer ikişer nikah/düğün davetleri gelmeye başlamış. Bazen bir haftasonu geliyor ve benim de ona katılmamı arzu ediyor. E ben de istiyorum tabii. Davete icabetin altında akşam çıkabilmenin dayaılmaz cazibesi var. Aman ne önemli :)
O haftasonu çok yakın bir arkadaşı evlenecek diye geliyor. Rastgele de annemler İzmir dışına gitmişler. Anneannem bizde kalıyor doğal olarak. Girdiğim çıktığım saatleri, bir deftere not etmediği kalıyor; emanetim ya.. Ama o düğüne de gitmek istiyoruz çok. Anneannemi kafalamak kolay ama gene de çetelemi tutarken olumsuz bir not düşülsün istemiyorum. Bir kız arkadaşımın evlerinde nişanı var, diyerek izni koparıyorum. Onun kriterlerine göre en geç on bir, hadi biraz daha iteklersek on ikide dönmemi bekliyor. Offf o kadar erken dönmek de ne sinirdir; herkes tam eğlencenin dibine vurmuşken... Külkedisi gibi geri dönmek; araba balkabağına dönmeden. Genciz işte; ayrıca kırk yılda bir olan bir şey. Anlatmak ne mümkün. Daha doğrusu anlaşılabilmek.

Japon çizgi filmlerinde olduğu gibi gözümün kenarında bir yıldız parlıyor sinsice. Hatta biraz da pis pis sırıtınca, köpek dişimin kenarında aynı yıldız görünüyor. İyice abartınca, ellerimi de ovuşturmuş bile olabilirim. Kararım: evdeki tüm saatleri bir saat geri almak. Müthiş fikir!! Şöyle bir tur atıyorum evde. Nerede masa saati, nerede duvar saati var... Arazi taraması yapıyorum. Anneannemle yattığım odada ve salonda birer duvar saati. Annemlerin odasında bir masa saati. "İyi be çok değilmiş.. Parmak izi de bırakmamalıyım" :) Öğleden sonra anneannem şekerleme yapmak için yatıyor. Eldivenlerimi giyip, saatleri tek tek bir saat geri alıyorum. Ohhh çok mutluyum, kendimle gurur falan duyuyorum, o derece yani.
Anneannem uyanıyor. Merakla saatlere şaşırmasını bekliyorum. Ana! Hiç bakmıyor bile! E süper yahu! Ufaktan hazırlanmaya başlıyorum. O da o arada darısı başlarıma olsun dilek ve dualarını sıralıyor. Allah iyilere çattırsın, falan... Azıcık kaptırsam ona kendimi, gidip tüm saatleri düzelteceğim; vicdan yapıp. Ama maşallah tık demiyorum. Kovalıyorum kafamdaki iyi düşünceleri hemen. Yine de "amiiin anneanneciğim amiiiin" diyerek, nabzına uygun şerbeti basıyorum damarlarına doğru. Bir yandan da içimden kendimi ikna cümleleri: "N'apalım buna mecbur etmeselerdi. Akacak kan damarda durmaz, gezecek genç içeride kalmaz. Hani bir de sürekli gezen tozan biri olsam.."
"Hadi kızım, Allah'a emanet ol." temennileriyle çıkıyorum evden. Ollleeyyy!! (aa pardon o zamanlar bu nida yok henüz.. olsa olsa yaşasıınn demişimdir). Önce nikah ve kokteyl, sonra sadece arkadaşların olacağı disko programına başlıyoruz. Eller havaya tarzında geceyi akıtıyoruz. Saat bir gibi evde olmaya karar vermişim. E ne de olsa bizim evin sınırlarında saat daha on iki olacak. Şahane!

Karanlık eve hırsız gibi sessizce giriyorum. Geldiğim ânı görmesin diye, annemlerin yatağına kıvrılıyorum. Salondaki ve bu odadaki saate bakıyorum: babalar gibi on ikiyi gösteriyor. İçimde bir huzur, bir huzur... Zabbaha kadder mışıl ötesi bir uyku.

"Günaydın anneannecimm!"
"Günaydın da, sen niye orada yattın?" (CSI-İzmir)
"E seni uyandırmayayım diye." (Kırmızı Başlıklı Kız'ın yalancı versiyonu)
"Kaçta geldin?" (Komser Şekspir)
"On ikide yataktaydım." (Pinokyo'nun kız versiyonu)
"Hayır saat birdi sen geldiğinde." (Komiser Kolombo'nun anneanne versiyonu)
"Aaa olur mu hiç, yuh artık o kadar geç.. Mazallah yani!" (Vücut diline, mimiklerine ve ses tonuna dikkat et kızım.. bu işte bir iş var.)
"Yok yok ben baktım saate.. Bir idi."
Innkkk.... hık mık.. kem küm.. (iç sesimin köşeye büzüşmüş hali) Olamaz, evdeki saatler öyle demiyordu ama!
"Anneanne ben girdiğim gibi baktım saatlere, on iki idi valla."
"Onları bilemem, benim kol saatim biri gösteriyordu. Benim saatim şaşmaz. O saatlere ne olmuş bilmiyorum. Ben de baktım akşam, anlamadım. Pilleri bitiyor herhalde. Nedense tam da aynı anda."
"Anneanne ben gevrek almaya gideyim mi? Sen de o arada yumurta haşla istersen. Sonra da dayımlara gider sabah kahvesi içeriz. Hı? Ne dersin?" (İşi yalakalığa bağlayarak, durumu kurtarmaya çalışan kavak yeli mağduru)
Durumu anlayan anneannem, bunu annemlere hiç çaktırmadı. Ama uzun yıllar sonra ben anlattım zaten. O zaman tatlı gelmiyordu ama şu an tatlı mı tatlı bir anı... Böyle dertleri olmayan kendi çocuklarımızı, geçmişteki halleri anlatırken eğlendirdiğimiz anılardan.. Onlarınsa hiç böyle kaç göç anısı olmayacak diye konuşuyoruz... Biraz sıksak mı çocukları acaba? :)

19 Eylül 2011 Pazartesi

"O" BEN DEĞİLİM...


Orhan Pamuk'un son kitabı "Saf ve Düşünceli Romancı"yı okurken, uzun yıllardır aklıma takılan noktaları görünce bu yazıyı yazmak istedim. Kabaca şöyle; bir kişinin yazdığı yazıdaki/romandaki karakterlerden birinin mutlaka o kişi olduğunun düşünülmesi. Ya da yaşandığı anlatılan olayların, mutlaka yazanın başından geçmiş olma ihtimaline inanılması. Okur olarak hepimiz yapıyoruzdur, ya da yapmışızdır bunu. Aslında doğal da bir tepki bu. Değil roman yazıp daha geniş kitlelere ulaşmak, şurada kendi bloglarımızda yazdıklarımızın bile bu yargıyla okunma ihtimali yüzünden yazmaktan çekindiğiniz şeyler olmuyor mu? Sizi bilemem ama benim oluyor.

Kurgu denen ve bir zamanlar bir Türk yazarın "kafadan atmaktır kurgulamak" babında espriyle yaklaştığı bu kavramı, okurlara kabul ettirmek zor görünüyor. Aslında bunu bloglarda yapmak daha da zor. Çünkü genelde çoğumuz burada kendi hayatımızdan kesitler yazıyoruz. Diyoruz ki, bu benim başımdan geçti. Ama eş dost var. İşte buraya yazılan "kurgusal" yazılardan yola çıkarak, hayatlarımızı deşifre ettiğimizi, iç ve dış dünyamızdan tüyolar verdiğimizi veya yazdıklarımızı alenen yaşadığımızı ve bir de üstüne üstlük internetten ilan ettiğimizi sanmaları daha yüksek bir olasılık. Sırf bu yüzden yeni bir blog açasım gelmiştir. Belki de açmışımdır :))
Hep düşünüyorum; ben blog açtığım zaman niyetim hiç de bu değildi. Yani "web günlüğü" mantığıyla yazmak için çıkmamıştım yola. Yıllardır deneme, anlatı, makale vs yazardım zaten. Burada da devam edecektim. Öyle de başladım. Fakat blog takiplerim arttıkça, farkına varamadığım bir şekilde, transa girmiş ya da hipnotize olmuş gibi, ben de kendimi kişisel temalar üzerinden yazar buldum. Ortam sanki bir kafede buluşmuş insanların birer birer kendini anlatabildiği bir ortamdı ve ben de anlatmazsam olmayacaktı. Kâh etki altında kalarak, kâh dolduruşa gelerek, kâh okuduklarımdan ilham alarak ve çoğunlukla da çok isteyerek hayatımın içindeki olayları ve insanları burada paylaşır olmuştum. Ha zevk almadım mı? Hem de çok zevk aldım. Ama zaman zaman bundan sıyrılıp, eğitimini de aldığım "kurmaca-yaratıcı yazarlık" yoluna girmeyi çok istediğimi fark ettim.
İşte takıldığım nokta tam da burası...
Çok uzun bir zaman süresince, burada yazdıklarımın büyük kısmı kişisel yazılardan oluştuğu için, yazmayı hayal ve arzu ettiğim kurgu bazlı yazılara geçişte, çekince göstermeye başladım. Bir de geçmişten kuyruk acım vardı; onu da düşününce iyice geri çekildim. Yani, bir zamanlar yazdığım bir yazı yüzünden "vaaay sen misin buradaki özne?" denmiş ve kendimi/yazdığımı/nereden yola çıktığımı/nasıl kurguladığımı açıklamak zorunda kalmıştım. Aslında ne gereksiz bir açıklama... Kendini aklama çabası... Deneyimsizlik işte. Ha şimdi çok mu deneyimliyim; değilim ki hâlâ bu çekincem var. Ama artık bilinen yazarların buna dair söyleşileri, hatta üzerine yazdıkları makale ve kitaplar var. Savunmamızı en başta onlar yapar oldu. Çünkü zaten asıl hedefte onlar var. Orhan Pamuk da kurgunun tarihçesinden bahsederken bunlara hem dünya, hem kendi özelinde parmak basmış (sy: 29). Okumanızı öneririm; o yüzden fazla ayrıntısına girmeyeceğim burada.

Kendi adıma konuşacağım ama eminim aranızdan bir çoğunuz da bana katılacaksınız: ben okuduğum bir kitaptan, izlediğim bir filmden, gözlemlediğim insanlar ve olaylardan, duyduğum bir müzikten, ya da mal mal bakındığım zaman bile bir şeylerin bana ilham verişini yaşıyorum çoğu zaman. Bunların çağrıştırdıkları, bendeki anılar, özlemler, kırgınlıklar, sevinçler, mutluluklar ya da deneyimlerle birleşip, yeni bir forma giriyorlar ve hepsinden bağımsız başka bir şeye dönüşüyorlar kafamda. Yani hamuru yeniden karıyorum ve tadı benzer olsa da yeni bir kurabiye yaratıyorum. Doğal olarak her yazan insanın yazdıklarında kendinden parçalar oluyor. Ama bu demek değil ki, kendini de merkeze oturtuyor. Ha oturtanlar var, o ayrı.

Bu kurgu meselesine takıldığımı hissedenler olmuştur belki. Geçen ay içinde yazdığım hayvansal yazılarımın birinin sonuna eklemiştim: kurguladım bunları, gibisinden bir not. Buna en basit haliyle "süslemek" diyeyim. Bendeki ham maddeden yola çıkıp, üzerine biraz kafadan atmasyonlar (kısaca kurgu :p) ekleyince, alın size hikâye. Ama ben bundan fazlasını yapmak istiyorum artık. Daha çok yalan söylemek istiyorum :)) Düzenli olarak yapabilir miyim bilmiyorum, çünkü blogların genel temayülünü de seviyorum.  Ayrıca sürekli daldan dala konan zihnim, her daim tek tip yazmama da şahane bir şekilde direnecektir.
Çektiğim doğum sancıları bundandır. Aslında seviyorum bu sancıları da. Hiç bitmesin istiyorum. Sancı ve huzursuzlukla daha üretken olabileceğimi hissediyorum. Yeter ki başını bir göstersin, kolu bacağı ya da tüm vücut geç çıksa da olur.

16 Eylül 2011 Cuma

RUHUM HAMİLE

Doğum sancısı gibi... Ama ağrı değil, kıvranma hissi. Sezaryen de olmayacak biliyorum; yani bana öyle geliyor. Normal doğacak. Cinsi belli değil, çünkü ultrasonla bakılamıyor. Bakılabilse de anlaşılmıyor; saklıyor kendini. Zamanı yakın ama tam tarihi belli değil. Tek bildiğim doğsun diye deliriyor olduğum.
Birbirimize dokunacağımız, uzun süre birlikte yol almayı umduğumuz bir süreç olsun istiyoruz. Niye çoğul konuşuyorum ki acaba? Bunu daha çok ben istiyorum. Ben istedikçe ve onun elini bırakmadıkça, o zaten beni bırakmaz diye umuyorum.

Bir ağacın altında kendi başıma kıvrana kıvrana mı doğururum, ya da bir bilenden yardım mı alırım bilmiyorum. Doğarken öyle mutlu ve güçlü olacağım ki, anesteziye bile gerek kalmayacak; gözlerinin içine baka baka izleyeceğim doğmasını. Doğarken o değil, ben ağlayacağım sevinçten.
Tekmelerini hissediyorum; ruhumda, kalbimde.
Uykusuz geceleri bile iple çekiyorum. Ona hep kendim bakacağım; kimselere bırakmayacağım. Müzikle doyuracağım onu, kitap okuyacağım ona. Arada bir, benim kadar sevenlerle paylaşacağım onu. Üzerine titreyeceğim. Baş ucumda tutacağım. Gittiğim her yere götüreceğim onu; ya yanımda, ya kalbimde, aklımda. İnsanları izleyip, ona besin toplayacağım.
Ellerimde, gözümün önünde büyüyüşünü izleyeceğim.
Yeter ki bir doğsun... satırlarım...

KENDİME NOT...

Hani bazen...
Sebepsiz bir yorgunluk, durgunluk,
Sebepsiz bir anlamsızlık, boşluk,

Olur ya bazen, arar insan...

Sebep kaçar, sen kovalarsın.
Belki de onu yakalaman,
Daha beter eder, sanırsın.
Yakalasan bir türlü, yakalamasan...
Sebepsizlik takılır aklına,
N'olur sanki kendi haline bıraksan...
Bir uyursun geçer yorgunluğun,
Bir gülersin geçer durgunluğun,
Bir çiçeğe dikkatle bakarsın, geçer anlamsızlığın,
Yazarsın iki satır, geçer boşluğun.
Bak aslında kendin buldun çareni...
Sana diyorum heeeyyy!

13 Eylül 2011 Salı

BU YAZININ ADI YOK.. BULAMADIM.. FİKRİ OLAN? (soru)

Şimdi bir yazı yazacağım. Kendime izin verdim: ne kadar konsantrasyon kaçması, çağrışım dalgası, 'aa şu da geldi aklıma' cümlesi gelirse, kasmayıp yazacağım anında. Umarım bu halim Virginia Woolf'un 'bilinçakışı' tekniğine tekabül ediyordur :)) (züğürt tesellisi)

Bir sitcom yazasım var. Yani istiyorum. Canım çekiyor. Artık iple çektiğim, dört gözle beklediğim, yollarına gül döktüğüm bir sitcom kalmadı gibi. Yabancılardan var birkaç tane. Ama insan "yerli malı Türk'ün malı, herkes onu kullanmalı" düsturuyla büyüdüyse, istiyor şöyle zekice kotarılmış bir komedinin Türk olanından izlemeyi. Her şeyi senaristlerden beklememek lazım, di mi ama canım (Soru işareti konmuyor böyle cümlelere. Çünkü cevap beklemiyorum. Kendi kendime konuşuyorum aslında. Yoksa ben imlâya, işaret ve işaretçilere taparım. Ayrıca hediye diye imlâ kılavuzu gelse, mest olurum. Bunu da hep söylerim, kimse ciddiye almadı şimdiye kadar. Söz blogtan dışarı.)

Neyse...
Diyorum ki, senaristlerin çoğu ağlamak, özdeşleşmek, 'yalnız değiliz' demek isteyen halkımızın nabzına göre şerbet vermekten şeker komasına soktular. Evet tamam, çok fazla sıkıntı, dert, haksızlık ve bilumum olumsuz şey var bu memlekette. Ama bir o kadar da mizah var. Elektrikli olmamızın nedeni de bu; artı eksi kutupların güller açan dalıyız biz milletçe. Güldürürken düşündüren Nasreddin Hoca'nın, düşünmeden gülen bilmem kaçıncı göbeğiyiz. Gerçi bazıları düşünse de gülecek bir şey bulamayabilir, o ayrı bir yazı konusu olsun (Valla ben yazmam bu konuda hayatta. Size kıyak işte.. Hazır konu yarattım.. Bugün ne pişirsem gibisinden, bugün ne yazsam diyen varsa, kapsın hemen konuyu. Bugün doğana isim de Nasreddin olsun mu.. olsun.. sormadım bakın gene)

Neyse...
Madem mevcut olanlarla mutlu değilim, "ben de kendim yazayım. Hem kendim güleyim, hem belki başkaları da güler, fena mı olur.." dedim (sormadım). Başımdan geçenleri acık da kurguyla soteleyerek buraya yazarken, çok eğleniyorum. Sanki kendim yazmamışım gibi, yüz kere okuyup eğleniyorum (sen kendini ne sanıyorsun be kadın). Bakıyorum okuyanlardan da üç beş eğlenen var (neyime yetmez). Biraz Friends, biraz Seinfeld, biraz How I Met Your Mother (H.I.M.Y.M.), bolca Avrupa Yakası kıvamında bir aşure yapsam, nasıl olur? (işte bu bir soru!! çekinmeden cevaplayabilirsiniz.) Aslı gibi modern ve tercihan İzmirli bir kız, Rachel gibi büyük şehire gelip yerleşse, Jerry Seinfeld gibi bir ev sahibi olsa, onunla ihtilafa düşüp (Almanya'dan oğlum gelecek, çık evden), Ted gibi bir avukattan yardım istese, esas kız bu avukata kendini sevdirsin diye yirmi sekiz (yirmi dokuz da olur, size kalmış) takla atsa, esas oğlan "film bu ya" kızı iyice maymun etse, kız Facebook'tan oğlanı ha bire dürtse, twitlerine imalı sözler yazsa, (şu aralıkta neler olabileceğini bilmiyorum, reytinglere göre karar veririm artık), Ted artık çocuklarına analarının kim olduğunu açıklasa (H.I.M.Y.M.'ın sadece 1. sezonunu ve bölük pörçük son bölümlerini izlediğim için olay ne durumda bilmiyorum. Yoksa artık dizinin adı, How I Met Your Grandmother mı oldu...) Benim dizinin adı da "Ananızla New York'un Avrupa Yakasında Nasıl Tanıştım" olsa...

Yok, olmadı bu.. Vazgeçtim. Sitcom yazmayacağım. Birileri yazsın, oynarım ama. Hadi yazsanıza valla. Dizi süresince her şeyi unutalım, kopalım her şeyden, şeker komasına gireceğimize pirzola yemiş olalım bol bol. Fazla proteinden gut olalım. Hem de very gut olalım. Hı? Olmaz mı? (soru)

(Benim süleymancık n'apıyordur acaba şimdi....hadi bu da soru olsun; bir şeye benzemedi bari interaktif bir yazı olmuş olsun)

9 Eylül 2011 Cuma

ANNEMİN KOMŞULARI

Bu sabah bir hastam geldi. On beş yaşında güzel mi güzel bir kız. Onun gelmesine bayılıyorum, çünkü ışık gibi doluyor içeri. Gözleri, gülüşü, yüzünün ifadesi, konuşma tarzı... Herşeyiyle tam bir ergen, tam bir yeni yetme, tam bir masumiyet örneği (müzesine gitmeli mutlaka :p)... Tedavinin başında gayet iyi gidiyorduk; her dediğime ya da istediğime harfiyen uyuyordu. Amma velâkin bir süre sonra değişti, çünkü ergenliğe daldı. Sanki resmen boyut  değiştirdi; tedavinin gereklerini yapmaz, ne desem dinlemez oldu. Ama diyorum ya, çok da şeker bir kız, insan kızamıyor da :) Neyse bugün, sonunda tedavisi bitti. Bak gene saptım konudan; konsantrasyon sorunu olmalı bende :)
Geldi koltuğa oturdu. Gene seyrettirdi bana kendini. Bir kirpikleri var; nasıl uzun ve güzel. "Gözlerinin önünde kirpiklerini görebiliyorsundur herhalde, o kadar uzun ki" dedim. "Yok, göremiyorum" dedi gülümseyerek. Ve o noktada ben yapacağım işten kopup (konsantrasyon kaçışı, çağrışımlara gark olma, "onların getirdiklerini anlatmazsam çatlarım" hali) muhabbete başladım:

Annemin bir komşusu var; çok iyi bir kadın, İpek Hanım. Apartmanın neredeyse yüzde doksanı gibi, o da eşini kaybetmiş. Bir oğlu var, evli. İpek teyze süsüne meraklı; saçları kızıl ve küt kesimli, makyajsız denk gelmedim hiç. Mutfağında marifetli; annem ameliyat olduğunda çok güzel şeyler getirmişti, sağolsun. Hatta bir kısmını ben de aşırıp eve getirmiştim :) Bu İpek teyzemiz takma kirpik takarmış meğer; buna da denk gelmedim. Annemden ve başka bir komşudan duydum (dedikodu). Ama tabii yaş ilerleyince takmak da, yamulduğunu fark etmek de zor oluyor herhalde. Kirpikleri yan yamuk takıp çay sohbetlerine geliyormuş. Bir iki derken, komşulardan biri dayanamamış söylemiş, 'kirpik yamuk' diye. Hiiiç bozuntuya vermeden kalkıp, aynanın karşısında düzeltmiş, oturmuş, sohbete devam etmiş. Hem "helâl olsun", hem de "ne gerek var" diyesim geliyor ama helâl demek ağır basıyor.


Annemin bir komşusu daha var; o da çok iyi bir kadın, Ayten Hanım. Annem ondan ne zaman bahsetse, adını nedense hep unuturum. Sonra "haaa kaşlarını çizen kadın" derim ve elimle de şeklini yaparım havada. Şimdi buraya yazdım ya, hayatta unutmam (keşke daha önce yazsaydım diyecek oldum ama onu bana hatırlatan kaşları nedeniyle demeyeceğim). Ayten teyzem kaşlarını tümden ya alıyor, ya da kaşları yok bilmiyorum. O nedenle de kaş çiziyor kendine. Tamam eyvallah çizsin, mecburiyetten ya da canı istediği için... Bana mı düştü onu yargılamak... Ama... Öyle bir çiziyor ki! İsmail Dümbüllü ile Adile Naşit karışımı bir yarım ay şeklinde. Yani suratında sürekli bir şaşırmış ifade. Apartmanda ölüm oluyor, dualara geliyor; Ayten teyze o an,  ölenin hayaletini görmüş gibi sürekli. Kahveye çaya geliyor, Ayten teyze "aaa bu kahve miiii?" diye şaşırmış sanki. Kapıdan uğruyor, mesela "akşamüstü bekliyorum" diyecek, Ayten teyze aslında "aaa bana mı geleceksiniz?" diye ünlem halinde sanki. Benim de mimikler zaten kıpraşık, onu görünce kaşlarıma çok zor hakim olabiliyorum. Eskiden de Denizlili bir Nevriye teyze vardı; o zaman da onun ağır Denizli aksanına kapılıp, on beş dakika sonra onun dilinden konuşmaya başlardım. Yani ben bu mimik ve aksan olaylarında akışa kaptırmakta, kendime dur demekte zorlanıyorum.

Geçenlerde bir gün, Ayten teyzeye kısa bir şey için kapıdan uğrayan annem, teyzemizi kaş operasyonu yapmadan önce yakalamış. Amanınnn, bu defa annemin kaşlar havaya kalkmış; şaşırmış kadıncaaz 'yanlış eve mi geldim?' diye. Göz ve ses yordamıyla, karşısındakinin Ayten Hanım olduğunu anlamış da, rahatlamış. Ayten teyzede de bir kaşsız yakalanma/basılma hissi olmuş tabii. Karşılıklı olarak şaşkınlıklarına ket vurup ayrılmışlar. Ve fakat bir saat sonra gittikleri sabah kahvesi seremonisine gelen teyzemiz, telaşla olsa gerek, kaşın birini düz, diğerini yay şeklinde çizmiş. İyi ki orada değildim... Abartılı bir Mona Lisa misali yüz ifadesiyle, benim yüzüm ne şekillere girerdi kim bilir. Yarısı kızgın, yarısı şaşkın bakan bir yüze bakıp nasıl normal konuşabilirdim, bilmiyorum. Mesleğim gereği dişleri yamuk insanlara bakınca nasıl düzeltesim geliyorsa, o kaşları da biraz tükürükle silip yeniden çizesim de gelebilirdi (tükürük meselesine hiiiç girmiyorum, korkmayın) :D

Sene 1974-75 olsa gerek. Yani ben ilkokul dört ya da beşteyim. Oğlan çocuğu gibiyim. Kız çocuğu olduğuma dair belirtilerim henüz yok. Ayrıca saçlarımı toplayıp, şapkamın içine sokmuşum. Kız gibi bir oğlan, denecek kıvamdayım daha.
Yazlık olarak kiraladığımız evdeyiz. Annem bakkala yolladı, ekmek alacağım. Girdim, sıramı bekliyorum. Sırada olan başka bir teyze daha var. Yanındakiyle gülerek sohbet ediyor. Arada bana bakıyor. Kadından korkmakla, korkmamak arasında bocalıyorum, nedense. Arkadaşıyla eğleniyor ama bana da kızıyor sanıyorum. Gözlerimi kaçırıyorum. Sıranın bir an önce bana gelmesini ve bu lanet yerden kurtulmak istiyorum. Kadın bana dönüp bir de soru sormaz mı!: "sen kız mısın, erkek mi?". Soruya kızıyorum, ama bir an önce cevaplayıp, hatta ekmeği de almadan bu kadından kurtulmak da istiyorum. Ters ters "kızım!" diyorum. Gene gülüyor ama aynı anda kızıyor da sanki. Bundan cesaret alıp, "peki ya siz, kızıyor musunuz, gülüyor musunuz?" diye soruyorum. Attığım adımın altında ezilip, hızla çıkıp ekmeği almaya başka bakkala koşuyorum. Evde anlatınca, annemler de gülüyor. Ama ben o kadının neden bana kızıyor gibi baktığını yine anlayamıyorum.
Yıllar geçiyor, tabii ki unutmuşum bu olayı. Kuafördeyim, makyaj yapılan bir kadına kaş çizildiğini görüyorum. Ve o an tüm jetonlar şangır şungur aşağı düşüyor: O "enine Mona Lisa teyze" de kaşlarını çizmişti ve bana göre kızgın bir ifade vermişti kaşlarına. Yüzünün üst kısmı kızan, alt kısmı gülen teyzenin esrarı çözülüyor sonunda.
Bıyıkları kaşına kaçmış bir amca.
Kaş kirpik, yüze anlamını veriyor ya da alıp götürüyor. Olduğumuzdan farklı gösterebiliyor. Mecburiyetler dışında estetik katkıları onaylamıyorum. Ayrıca mesela Ajda Pekkan... Offff televizyondaki yarışma programında onu gördükçe yüzüm taş kesti. Ne dudakları birleşebildi, ne Mr. Spack kaşları yüzünden ağzından çıkanlarla yüzü uyum gösterebildi. Yüzünde hareket edebilen hiçbir mimik kası kalmamış. Taşlaşmış bir yüz, bende ancak heykeltraş elinden çıkmış bir büst hissi uyandırıyor. Ona bakınca, yukarıda anlattığım tüm o teyzelerin alnından öpesim geliyor. "Çizilmiş kaş da ne ki" diye... Hele de güzel yapıldıktan sonra, helal olsun.
Ayar kaçırmadan bakımlı bir yaşlı olmak lazım. Budur aldığım ders. Nokta.