28 Ocak 2013 Pazartesi

Uzun Yaşamanın Sırrı



Yazmak insana terapi gibi gelir, derim hep. Altından kalkılamayacak kadar ağır bir psikolojik sorununuz olmadığı sürece (hatta olsa bile), yazarak, içinizin nasıl da boşalacağını ve huzur bulacağınızı bilseniz, inanın masadan kalkmazsınız. Kafanız bozulduğunda, öfke dolduğunuzda, dışarıya vuramadığınız sözleri, dökün kâğıda. Bir kalem, bir sayfa kâğıt yeter. Ha yetemeyecek kadar doluysanız, o zaman bir defter al ve rahat et ey okur... Kısıtlanmaya gerek yok.

Yazmak çok yalnız, çok bencil ve çok içsel bir faaliyettir. Yalnız, çünkü sadece kendinizle sohbet halindesinizdir. Yazdıklarınızın içi insanlarla dolu bile olsa, hepsine laf yetiştiriyor bile olsanız, kalem sizin elinizdedir. Tüm kumanda sizdedir. Kimse tek hareket yapamaz. Bencil, çünkü söz hakkı sadece sizdedir ve kendinizi şımartmakla meşgulsünüzdür. Kendinize ayırmayı başardığınız o müstesna zamanın içine kimseleri sokmazsınız. İçsel, çünkü sadece içinizle muhatapsınızdır. Kendinizi sevmenin, sevdiğinizi göstermenin basit bir yoludur, yazmak. Edebiyat parçalamak zorunda değilsinizdir. Geçer not almak için debelenmenize gerek yoktur, çünkü hoca da yoktur ortada. Kimsenin anlaması gerekmez; kendiniz anlasanız yeter. Hadi biraz daha abartayım, kendinizi de anlamama lüksünüz vardır; çünkü sonu huzur vaat eder. Bir psikiyatriste gidildiğinde, anlatıp anlatıp çıkışta kendini kötü hisseden bir sürü insan duymuşsunuzdur. Ama sonrası bir ferahlamadır; baca temizlenmiş, tüm küller savrulmuş, yağır yağır birikenler defedilmiştir. İşte yazmak da böyle bir terapidir; kendinize karşı dürüst olmanın sonucunda, en başta kendinizle barış imzası atmaktır. Ve bedavadır.

Virgina Woolf’tan bahsederim ha bire… Madem bu ilk yazımdır, burada da bahsetmeden geçemeyeceğim. “Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabında demiş ki: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” Ben de şunu ekliyorum: Para kazanamasanız da, kendinize ait bir odanız olamasa da, boş zaman yaratın ve cinsiyetlere bakmadan, kim ne der diye düşünmeden yazın. İnsanın en güzel odası, kendi içindeki odasıdır. Oraya kimseleri sokmayın ya da sadece canınızın çektiğini sokun. Dağıtın bütün oyuncaklarınızı, fırlatın giyip çıkardıklarınızı, yatağı da toplamayın, bardaklar da pis pis kalsın. Ne gam! Ruhunuz temizlenecek ve düzene girecek, daha ne istersiniz!

Sözüm aslında kadınlara… Her ne kadar bol bol konuşarak ve aramızda dertleşerek içimizi boşaltıyorsak ve bu sayede erkeklerden daha uzun yaşıyorsak da, yazıp rahatlayarak bu yaşam süresini daha da uzatmakta bir sakınca göremiyorum. Dünyaya kazık kakmanın yolunu buldum arkadaşlaaar! Henüz sağlamasını yapma fırsatım olmadı ama gene de bu kıyağımı unutmayın.

İnci dişli çocuk kadınlar





“Kızımız artık genç kız oldu, büyüdüğünde bize dişlerini neden yaptırmadığımızın hesabını sormasını istemedik,” diyen o kadar çok ebeveynle karşılaşıyorum ki. Haksız da bulmuyorum bu düşünceyi. Çocuğu yamuk dişli kalsın, kim ister… Yalnız iki konuyu anlamakta zorluk çekiyorum: Birincisi ağızlardaki bir sürü çürük dişi görmezden gelip, diş sorununa sadece estetik kaygılarla yaklaşılması. Buna bağlı olarak, ikincisi de, kızlarını ufaktan vitrine çıkarmaya hazırlıyorlarmış gibi önlemlerin alınmaya başlanılması.

Ortodontik tedavi, işlevsel ve/veya estetik amaçlı olabilir: Isırma, konuşma ve yutkunma gibi işlevlerde sorun olabilir. Sağlık, iletişim ve kişinin psikolojisi açılarından mutlaka tedavi edilmelidir. Bu konuda artan bilinç sayesinde artık birçok çocuğun, gencin ve hatta yetişkinin ağzında teller görmek şaşırtıcı olmaktan çıktı. Amma velâkin diş çürüklerine hâlâ yeterince önem verilmiyor.

Genç kızı için randevu alan bir aile, yanlarında bir de küçük toraman bir oğlanla geldi. Nasıl şeker… Çocuklara olan zaafım yüzünden, hemen yanaklarını sıkıştırmaya başladım. Gülümseyince gözden kaçacak gibi görünmeyen çürükler silsilesini de fark ettim. Ağız, enfeksiyon yumağı olmuş. Kızı bıraktım anında. Çürüklerle ilgili bir yol çizip çizmediklerini sordum; değil yolu çizmek, çürüklerin varlığından rahatsız bile değillerdi. “Süt dişidir, düşer, yerine yenisi gelir,” tarzındaki yanlış düşünceye onlar da sahipti. Ama tabii bu onların değil, bazı diş hekimlerinin de suçu. Evet, süt dişleri ağızda misafirdir ama daimi dişler sürünceye kadar da sağlam kalmaları ya da çürümüşse tedavileri gerekir.

Geleyim ailenin yaklaşımına: Sağlık tehlikesi olan çürükleri bir kenara koyup, onlara göre gelinlik çağı yaklaşmış kızlarının estetik hiçbir falsosu kalsın istemiyorlardı. O an onlar için önemli olan on yedi yaşındaki kızlarının ambalajını şık yapabilmekti. Bu türden bir kaygıyla ilk kez karşılaşmıyordum. Anadolu’dan İzmir’e uzun yıllar önce göç etmiş bir ailede de aynı durum söz konusuydu. Bana ilk geldiklerinde on beş yaşında olan kızı için, ortodontik tedavi süresini yaklaşık üç yıl dediğim zaman, babası bunu çok uzun bulmuş ve değmeyeceğini, çünkü zaten nişanlı olduğunu söylemişti. Benim şaşkınlığım ve direnmem karşısında, aslında çok da gönüllü olmadığı bu evlilik işini tedavi bahanesiyle ertelemek için çabalayacağını belirtmişti: “Geleneklerimiz böyle Müge Hanım, ben de ister miyim ama bana yükleniyorlar. Eğer kabul etmezsem, kızımda bir kusur olduğunu düşünürler ve bir daha evlendiremem de. On yedi yaş evlenmek için geç bile, bizim âdetlerimize göre.” Bu baba yine de aileyi ikna etti ve tedaviye başladık.
Liseye de devam etmeyen bu kız çocuğunun tedavisini yıllarca uzatasım, benim içime sinene kadar evlendirmeyesim geldi. Tabii ki yapamadım ve iki buçuk yıl sonra tedavinin sonuna doğru düğün hazırlıklarına giriştiler. Kız da bunları o kadar doğal karşılıyordu ki, bana laf düşmeyeceğini o zaman anladım. Ona söylediğim son şey, hemen çocuk sahibi olmaması için önlem alması oldu. Bilgisi olup olmadığını sordum, utanarak bildiğini söyledi. Tedavinin son aşamasını beklemeden önce düğün için köylerine, sonra da yaşayacağı o uzak şehre gitti. Bana üç ay sonra tekrar gelebildiğinde, son aşamayı da hallettik ve benim evlenmesine kıyamadığım o kız, yeni evli ve başı örtülü bir genç kadına dönüşmüştü. Ama satır aralarındaki cümlelerinde hâlâ bir çocuktu. Kayınvalidesiyle yaşıyorlarmış ve yemekleri de kayınvalidesi yapıyormuş. “Buyur gel, bir kahvemi iç,” derkenki bilgiçliğine güleyim mi ağlayayım mı bilemedim.
Demem o ki, ne dişlerinizi ihmal edin ne de kızlarımızı bu kadar erken paketleyip evlendirin. Dişlerini düzelttirecek kadar sözüm ona modernleşmiş kafalar, çocuk yaşta evlendirme kafasından kurtulamıyorlar ya da izin verilmiyor. İki nesildir İzmir gibi, Türkiye’nin en medeni şehrinde yaşamalarına rağmen geleneklerinin ve aile baskısının ağırlığından kurtulamayan Anadolu insanları o kadar çok ki. 2012’nin en başarılı filmlerinden sayılan “Lâl Gece” de bu konuyu çok güzel anlatmıştı.
Şimdi on yedi yaşındaki kızıma bakıp “buncağızım daha kendini zor toparlıyor, evlenmek neyine?” ya da on dokuz yaşındaki oğluma bakıp “buncağızımdan koca mı olur bu yaşta?” diye düşünürken, evlenerek sınıf atladığını sanıp mutlu görünen o hastamı içim burkularak anıyorum.

BEN ZAMANIN DEĞİL, ZAMAN BENİM KÖLEM OLSUN




Koşup duran zamana kızıp duruyoruz ha bire, değil mi? Zaman mı koşuyor, biz mi yavaş gidiyoruz, ya da ikisinin ayarını mı tutturamıyoruz, bilmiyoruz. Bazen bir şekilde o zaman yetmiyor da yetmiyor, denilip duruyor. Ama öte yandan, sağ olsun Einstein sayesinde görecelik kavramını öğrendiğimizden bu yana da, biliyoruz ki, zaman, yapılan işe/birlikte yapılan kişiye/mekâna vs göre bize hep farklı uzunluklarda görünüyor.
Zaman yönetimi denen bir şey var artık, bilirsiniz: Plan program dâhilinde ve önceliklerinizi belirleyerek ilerlemek. Ahkâm kesecekmiş ya da işaret parmağımı sallayarak size ders verecekmiş gibi göründüğüme bakmayın. Ben de zamanımı şahane yönetiyorum diyemem. Aynı anda birkaç işe birden parçalanmak benim de başıma geliyor ve sonunda elde kalan yarım işler beni de sıkıyor. Yalnız bazen kendime kıyak çekip canımın istediklerini öne çekiyorum.

Benim oldum olası yapılacak işlerin bir listesini yapmak gibi bir alışkanlığım vardır. Bunlar öncelikli ya da acil olanlardır. Her birini yaptıkça yanlarına bir tik atarım. Öğrenciyken de hangi derse ne kadar çalışacağıma karar verir, bir liste yapar, bitince de sonuna imzamı atardım. Ama o imzayı atmak yok mu! Nasıl bir sevinç ve gururdu benim için. Hatta ona imza atmak değil, “kasıla kasıla imzayı çakmak” denirdi. Dersleri bitirmekten çok, o sevinci yaşayayım diye çalışırdım sanki. Ev ve iş hayatı, çoluk çocuk derken, listeler listelere eklendi. Birkaç kâğıt olacağına, konusu farklı olanların arasına bir çizgi çekerek yazmalar başladı. Ya da gün içindeki sırasına göre dizilir oldular. Arada listenin tümden kaybolma sıkıntısı olunca, minik bir defter edindim. Kadınların çantalarını bilirsiniz; her türden şey çıkar. Baktım ki o kargaşada defteri de zor buluyorum, bıraktım. O sırada cep telefonları imdadıma yetişti. Telefonun ekranına bir post-it ayarı yapıp döşüyorum ama orası da yetmiyor. E o zaman bu telefonun bir de hatırlatma ayarı var deyip, gün-saat-konu ayarı yapıp, vakti geldiğinde ötsün diye düğmesine basıyorum.

Şimdi gelelim bu listelerdeki işlerin hakkını ne kadar verebileceğimize… Bir kere ev ve işle ilgili olanları sorumluluk damarlarımızın sıkıştırması sonucu en başa yazmak şart oluyor. Ama yahu, canım bazen listenin en sonundakini nasıl çekiyor, nasıl çekiyor… “Tansaş’a yarın da gidebilirim,” deyip, o en sondaki maddeye bir sarılıyorum ki, keyfim tavan yapıyor. Yeri geliyor, cep telefonuma o hatırlatmasını yaptığımda mest olduğum ayar ötünce, onu da beklemeye alıyorum; ekranda sürekli “beni yap!” diye görünen bir mesaj kalıyor. Kalsın varsın…
Sorumluluklar zincirinin halkalarını zorlamadıkça, biraz da yaşım gereği sanırım, listeleri sırasını çok da takmadan izler oldum. İllede tamı tamına o saniye yapılması gerekmeyenleri geciktirince hiçbir şey olmuyor. Hatta bu şımarıklıkla yapılan işlerden gelen hayır daha da büyük oluyor. Bu sayede artık listelerimden korkmaz oldum. Zamanı kullanmanın kılavuzunu kendime göre yazıyorum. Abuk sabuk işler türetmeden, altından kalkılabilecek ve zamanlamasını kendinize göre yapacağınız planlamalarla her şey pek de güzel yapılabiliyor. Sevilen bir işi yaparken koşan zamanın, sevilmeyen bir işi yaparken ağır çekime girmesine de can sıkmamış oluyorum. Çünkü önce sevdiğim işi yaparsam, sevmediğimi yapmaya da motive oluyorum. Ya da tersi de olabilir; sonradan zevkle yapılacak olan iş kendinize bir hediye gibi olabilir. Canınız nasıl çekerse. Zaman yetmiyor, diye üzülmeyin, hayat hiç de kısa değil; zoraki yapılan işler yüzünden kaybedilen zevktir hayatı kısaltan. Yeter ki araya zevkli olanları serpiştirin. Mükemmeliyetçilikten dolayı kimseye madalya verilmedi şimdiye kadar. Kendi kendimize verdiğimiz madalyadan değerlisi de yok zaten. Hadi şimdi gidin bir Türk kahvesi için.

KIRIŞIKLIKLARA SARILMA ZAMANI



Belli bir yaştan sonra ortaya çıkan ve özellikle de kadınları rahatsız eden kırışıklıklardan kurtulmanın bin bir yolunu okuyoruz, duyuyoruz. Kaz ayakları (‘kelle paça’ya alternatif), dudak çizgileri (dilberdudağı), düşük kaş, gıdı sarkması (yaprak sarması), kaş ortası kırışıklığı… Her biri sanki uçuk kaçık birer yemek adı gibi.  Ben göz çevremdeki ilk kaz ayaklarını evin asansöründe keşfettim. Asansörler bunun için idealdir, çünkü ışık tam tepeden gelir, cilt birikintilerinin gölgeleri aşağı düşer ve işte oradadırlar. Fark ettikten sonraki geçici can sıkıntıma mani olmak için bir süre merdivenleri kullandım ama yedi kat da çık çık bitmiyordu. “Kazlarımla yaşamayı öğrenmem lazım,” deyip rahatıma baktım ve asansöre geri döndüm. Aslında en güzeli asansörlere ayna konulmamasıdır ya da aynaya hiç bakmamaktır ama mümkünü yok. Rujunu genelde asansörde süren ben dâhil tüm insanlar asansör aynalarından çok faydalanırız. Erkekler de kravat düzeltmek, kel değillerse saçlarına son rötuşları atmak ya da ‘Clark çekmek’ amacıyla kullanabilir tabii.

Mimiklerimi çok kullandığım için, gençken, arkadaşlarım beni uyarırlardı: “Yüzünü bu kadar oynatma çabuk kırışacaksın,” diye. E o zamanlar tabii buna çok itibar etmezdim; sanki hep genç kalacakmışım gibi kulak ardı ederdim. “Mimiksiz ve dolayısıyla ruhsuz yaşayacağıma kırışık yaşarım daha iyidir,” dedim mi dedim. Bugün buna pişman mıyım? Değilim! Asansör ışığı marifetiyle saptadığım ve gittikçe artan kaz, kertenkele, aslan, kaplan, her türlü ayağımla ve mimiklerimle yaşamaktan mutluyum. Kadın dergilerinde, gazetelerde ve tabii internette kırışıklıklar için boca edilen milyon çeşit kremi gördükçe de gülesim geliyor. Bıraksınlar bu ayakları…

Kırışıklık dediğin nedir… İnsana sunulan her türlü duygu ve düşüncenin, sevinçli ya da üzücü yaşanan her şeyin, cilt üzerindeki en naif kanıtıdır. Ben şimdi o yaşadıklarımı, İsviçreli ruhsuz bir bilim adamının laboratuarda tüpten tüpe aktararak bulduğu o kimyasal madde ile yok mu edeceğim? Buna izin mi vereceğim yani?

Evlenirken veya çocuklarım doğarken yüzüme dolan sevincimin, tepinmecesine komik bir şey anında ağzımı açarak gülmelerimin, hayretten küçük dilimi yutarak şaşırmalarımın, yediğim bir kazık yüzünden çöken yüzümün, babamı kaybettiğimde yaşadığım ‘ilk yakın ölümü’ ağırlığının, kulaklarımdan duman çıkarcasına duyduğum öfkenin izleri niye rahatsız etsin ki beni? Yaşadıklarından hoşnutsuz ve pişmanlıklar yaşayan insan bu kırışıklıklardan kurtulmak ister gibi geliyor bana.
Kremdi, maskeydi, kaynatılmış-demlenmiş-bekletilmiş ottu çöptü derken sunulan çözümlere bir de yüz yogası eklenmiş. Diyorlar ki: “Gözleri tamamen açın. Başparmağınızı gözün kenarına, kaz ayakları dediğimiz bölgenin üstüne koyun. Karşıya bakın. Hareketi sabah ve akşam yapın.” Basit, ama amaç buysa yapmıyorum arkadaş! Ben zaten ömrüm boyunca yüz yogası yaptım. Bol bol güldüm, şaşırdım, kızdım, öfkelendim. Ruhunun dışa vuruşlarından rahatsız olanlar yapsın. Dışa vurmayanlarda zaten kırışık falan olmuyor bence. “Açılmadan iade” minvalinde, doğduklarındaki gibi; cilt gıcır gıcır. Karşımda, ruhunu yaşarken teslim etmiş gibi duran o kırışıksız yüzler beni rahatsız ediyor; çünkü zaten duygu da yok, büst gibiler. Kırışıksız bir yüzün gıcırıyla yaşlanacağıma, yaşamış bir ruhun birikimleriyle donanırım daha güzel.
Ruhum kırışmasın yeter…

12 Ocak 2013 Cumartesi

YILBAŞI out, GÜNBAŞI in



Yeni yıl dilekleri, yeni yılda yapılacakların planları, geçen yılın muhasebeleri, artılar, eksiler vs… Genelde yazılı ve sosyal medya yoluyla artık daha fazla tanık olduğumuz bu listelemelere alıştık. “Geçen yıl şunu şöyle yaptım ve iyi olmadı. O zaman yeni yılda böyle yapayım,” tarzı kendine söz vermeler, pişmanlıklar ya da dersini almalar silsilesi… Hayat ticari bir müessese mi ki, yılsonu hesap dökümleri ve yeni yıla dair hedef planları yapılsın? Oldu olacak bir de eldeki malların depodaki sayımını yapalım. Bir kâr zarar hesaplarının yapılmadığı ve Excell’de bilânço çizelgelerinin hazırlanmadığı kalıyor. Dergiler deseniz, aynen “yaz öncesi fit olma tüyoları” hakkındaki temcitlerini, bu konuda da yapmaktan asla geri durmuyorlar. Valla bunlar artık saçma geliyor bana.

Niye? Çünkü sıradan bir gün değişiminin yeni bir yıla dönüşüyor olmasıyla, bana yepyeni bir boyut açacağına inanmıyorum. O mantıkla bakınca her gün yeni bir yıla girmek gibi benim için. Geride bıraktığım gün ve önümdeki gün ile yeni yıla girmek arasında fark yok benim için. Mutluluğuyla, hüznüyle, öfkesi ya da sevinciyle, bana bir şey öğretiyorsa, yıl değişiminde tüm hesapları sıkıştırmanın âlemi yok. Galiba bana her gün yılbaşı... Ya da günbaşı... Ay’ı bu işe karıştırmayalım lütfen :)



31 Aralık’tan 1 Ocak’a geçiş ile ne kafa yapım ne de karakterim bir anda değişim gösterecektir. Bu değişimi yeni bir yıla girerken yapmaya konuşlanmak, koskoca yılı atıl bırakmak gibi geliyor. Ha tabii ki, yapılan hatalardan bir çıkarım yapmak gerekir ama o hatayı geçmiş yılın sırtına yüklemenin de gereği yok. Temiz bir sayfa açmanın, güzellikleri tekrara odaklanmanın/ kötüleri kenara koymanın tek yolu yeni bir yıla giriş olamaz ki. Yıllar geçer gider ama her günün nasıl geçtiğine bakarak, yılları geçirmek daha kazançlı değil mi? Her gece yattığınız yerde alacağınız bir Z raporu sizi yormasın, hadi olmadı haftalık olarak geriye dönüp bir bakmak. Her şeyin sonucunu bir günde ya da bir haftada da alamayız, onları zamana yayalım. Bu yüzden bir kontrol delisi olun da demiyorum. Yeni bir yıla girerken, eski yılın bal kabağı arabasından bir gecede kurtulma beklentileriyle donanmak, fazla masalperest bir yaklaşım.

Yine de şöyle düşünülmesine itirazım yok: “Bu yıl şunlarla çok mutlu oldum ya da şunlardan dolayı üzüldüm.” Sadece, yaşanmış olanı anmak yani… O tek geceye bu kadar anlam bombardımanı ve sanki sihirli bir değnekle o gece her şey değişecekmiş gibi bir de vur patlasın çal oynasın yapılması da cabası… Eskiden severdik o ayrı.

Geçtiğimiz yıl içinde kişisel ve ailesel anlamda çok güzel şeyler yaşadım. Bunları yaşarken yenileri de eklensin diye umudumu ve hedeflerimi daha o zaman yeşertmeye başladım. Üzüldüğüm şeylere, elimden geliyorsa anında müdahale ettim; gelemiyorsa ve öğrenmem gereken bir şey varsa onu kulağıma küpe ettim ve kendi haline bıraktım. Elden gelmeyen şeyler için şikâyet etmeyi de bıraktım hanidir. Şikâyet etmenin ve olumsuzlukları, kafanın içinde dahi olsa, hatırlamanın enerji tüketen didiklemesinden kurtulmaya çalıştım. Bunların hiçbirini yeni bir yıla ait “yapılacaklar listeme” yazmadım. Değerleri sığ, çapları dar ve fikirleri sıradan insanların, değer bilmezliklerine takılmayı da bıraktım son yıllarda. Bunu bana öğretenlerin kendilerini sildim, öğrettiklerinin altını çizdim. Ömrü yıl be yıl düşünerek yaşamayı değil, anbean düşünerek, kasmadan ama kimseye de yedirmeden yaşamaya çalışıyorum.

Her şeye rağmen umuda olan ihtiyacımız kaçınılmaz. Umutları gerçekçi isteklerle doğurmak, beslemek ve büyütmek, yaşama asılma gücünü kaybetmemiş her insana gerekli. Umudunu kaybetmiş olmaktansa, ille de “yeni yıla hedefli umutlar”la güç bulacaksanız, sizden kıymetli mi, yapın bilânçoları gitsin. Ben de kim oluyorum… Tek dileğim sadece yeni yılda değil, her daim beden ve ruh sağlığı, mutluluk ve huzur eksik olmasın hayatımızdan.

9 Ocak 2013 Çarşamba

KİRALIK RUHLAR

Bir zamanların unutulmaz filmi "Sil Baştan"da unutulamayan mutsuz bir aşkın anılarının sildirilmesini izlemiştim. Bu uygulama beni de, birçok izleyeni de uzun süre meşgul etmişti: "Böyle bir imkân olsa kullanır mıydık?" minvalinde sorular ve uygulamaya yönelik meraklar... Bana bu filmi hatırlatan bir film izledim: "Dondurulmuş Ruhlar". Bir erkek tiyatro oyuncusunun, rolüne girememesi ve ruhunun ona ağırlık vermesi yüzünden, ruhunu çıkarttırtması sonucu yaşananlar anlatılıyor. İlk anda rahatlamış görünen kahraman, sonradan bunun bir işe yaramadığını görmekle kalmayıp, bu "ruhsuzluk"tan hoşlanmıyor. Sanatına faydası olur ümidiyle, kendine Rus bir kadın şairin ruhunu yükletiyor. Kendi ruhuyla, tamamen ruhsuzken ve başkasının ruhuyla, girdiği hallerin gündelik yaşamına ve sanatına yansıyışları çok ilginç. Doğal olarak, sırf benim değil, gene her izleyenin aklına bir sürü soruyu üşüştürüyor. (Aşağıdaki yazı, bu filmin gidişatı ve sonucuna yönelik bilgiler içeriyor. Eğer bu paragrafta film ilginizi çekti ise, devamını okumayın. Çünkü katilin uşak olduğu gibisinden ifşaatlarım var).

"Ruhum daraldı" ya da "ruhum sıkılıyor" dediğimiz zamanlarda, böyle bir seçenek sunulsa ne yapardık acaba? İnsanlar ölünce söylenen "ruhunu teslim etti" cümlesi ile artık hiçbir işlevi ve anlamı kalmayan bir cisme dönüşülür. Dar ya da geniş, o ruh olmayınca ne olduğunun ayrıntısına girmeye gerek yok. İnsanın yaşama şansı elinden alınmadan ruhunu teslim etmesi ya da emanete vermesi çok akılcı bir iş değil tabii ki. Ama diyelim ki olabiliyor... Hadi saçmalamada bir adım daha ileri gidip, ruh hastalığından musdarip bir insana bu bir tedavi seçeneği olsa, işe yarar mıydı acaba?
Matruşkalaşmış ruh


Ruhsal bir hastalık olarak, birden çok kişilik peydahlanması ya da halüsinasyonlar görülmesine neden olan bir ruh, o bünyeden çıkarılsa ne olurdu? Sosyal ve kişisel hayatına darbeler vuran bu ruhsal sapmalardan kurtulmak isteyen kişi, sağlıksız ruhundan kurtulunca bir "ohhh" çekebilse, fena mı olurdu... Şizofreni tedavisinde, yıllar önce, bir beyin ameliyatı sonucu, bitkiden hallice bir insana dönüşmeler de tıbbın literatürüne girmiştir. O zamanki tartışmalarda, bu işlem o insana bir fayda mı, zarar mı getiriyor diye bilim insanları az kafa yormadılar: Hasta da olsa ruh ruhtur, ameliyat yapılmamalı. Ya da beyin loblarından birinin alınmasıyla bir anlamda kaybettiği ruh ile daha mı iyi olur, dendi durdu.

İster filmdeki gibi ruhunu çıkarttırıp bir kavanoza koydurarak, ister beyin ameliyatı ile, istenmeyen tüylerden kurtulur gibi, istenmeyen ruhtan kurtulmak, insan haklarına aykırı gibi görünüyor. İstemediği ruhundan kurtulunca, ilk anda kendini çok iyi hisseden kahraman, bir süre sonra o ruhunu bile arar hale geliyor. Tepkileri anlamsızlaşıyor, ev ve iş çevresinde sorunlar baş gösteriyor. Bir çare olarak yüklettiği şair ruhu, ona, o ruhun asıl sahibinin anılarını yaşatmaya başlıyor. "Yahu zaten o kişi kendi ruhundan memnun olsa çıkarttırırır mıydı?" dedirten bir işlem. Öte yanda, bizim kahramanın ruhunu yükleten bir kadın görüyoruz: Ünlü bir sinema sanatçısı olma hayalleri kuran bu kadına da, bu adamın ruhu "Al Pacino'nun ruhu" olarak kakalanıyor. Ha yani bir de sahtelik de girmiş işin içine.
Konserve ruhunu izleyen adam


Böyle bir imkân olsa ve ben de kafayı yemiş olsam, "kimin ruhunu almak isterdim?" diye düşündüm. Aklıma hep sanatçı güruhu geldi. Ya bir roman yazarı, ya bir müzisyen ya da bir oyuncu... Yaratıcılığın ruhsal anatomisine olan merakım yüzünden, onların bir eser yaratırken ya da icra ederken girdikleri halleri, yarattıkları esere ulaşma çabaları ve o eserin öznesi olmayı hep istemişimdir. Şu koşullarda bu mümkün olmadığı için de, o insanların yanında bir gölge gibi sessizce yaşamayı hayal etmişimdir. Örneğin Sezen Aksu... Çok renkli bir karakter, unutulmaz sözler ve müzikler yaratmış bir sanatçı, hem dili hem ruhu kıpırdak ve derin, hem duygusal hem üretken... Ya da intihar etmiş bir yazar, bir şarkıcı... Daha fazla taşıyamadığı o duyarlı ruhunun sesini kesmek adına, onu kendi eliyle teslim etmekten imtina etmeyen insanlar: Örneğin Sylvia Plath, Kurt Cobain, Virginia Woolf, Ernest Hemingway...

En başta sözünü ettiğim "Sil Baştan" filmi ile bu filmin vardığı nokta aynı: "Arkadaş, anılarından veya ruhundan ne vazgeçebiliyorsun ne kurtulabiliyorsun ne de kurtulur gibi olduğunda da huzura eriyorsun."
İşte adamı böyle oynatırlar. Filmleri sizin için izledim, yorumladım ve son sözü de söyledim. Daha ne olsun yani... Anılarımız da, ruhumuzun inişi çıkışı/gittisi geldisi de, hepsi bizim ve bize özel. Yok öyle fıydırıp atmak. "Kafa nereye biz oraya" değil, "biz nereye kafa da oraya" ise, hem bu deve güdülecek hem bu diyar terkedilmeyecek. Çözümü ya da geçici de olsa kurtuluşları yaratmak için çaba lazım. İstemediğimiz anılar yaratmamaya/yarattırtmamaya gayret ederek o ruhu da sıkıştır(t)madan yaşamaya bakılacak. Arada sıkışırsa da, ipini gevşetin azıcık. Şımarın yahu biraz. Bir tek ölüme çare yok (Ne büyük laf ettim ama!). Her zamanki gibi basit bir öneri ile bu uçuk kaçık yazımı sonlandırıyorum: Hadi gidin bir kahve için şimdi :)




4 Ocak 2013 Cuma

FELÂKET TELLALI İŞ BAŞINDA

Bizim nesil de yoklukları yaşadı: Tüp, benzin, Türk kahvesi yokluklarını... Elektrik ve su kesintilerini (Lüks lambasıyla ve mumla az oturmadık; damacanaları, bidonları, küvetleri, hatta şişeleri az doldurmadık.) Bizim anneannelerimiz kıtlık da yaşamışlar. Klasiktir ya: "Savaş gördük biz," derlerdi. Allah ne savaş ne de yokluk/kıtlık göstersin.

Ciddi başladım ama ciddi devam etmeyeceğim. Öyle hanım hanımcık bir girizgâh yapayım dedim. "Neyin ya da nelerin yokluğu/eksikliği/kıtlığı olsa, alt üst olurduk?" diye düşündüm. Siz düşünüp yorulmayın, hepsini ben düşünürüm sizin için. Bunların demirbaş cinsinden değil de, tüketim malzemesi cinsinden olması daha bir önemli, diye de kafa patlatmadım değil. Sağlığa dair olanları da (ilaç gibi) saymayacağım. Bu bağlamda:
1- Soğan
2- Sarımsak
3- Şampuan
4- Tuvalet kâğıdı gibi, her türlü kâğıt temizleyici
5- Çay/Kahve (tiryakiliğinize göre çeşidi size kalsın)
6- Aseton
7- Bulaşık ve çamaşır deterjanı
8- Diş fırçası

Liste uzatılabilir tabii ki... 

Düşünün bir (ay pardon siz düşünmeyecektiniz). Düşüneyim bir, soğan ve sarımsak tükeniyor. Dünyada hiçbir ülkede de kalmıyor ve biz Türkler yemekleri soğansız, mezeleri sarımsaksız yapmaya mahkûm oluyoruz. Pembeleşmesi için bekleyeceğimiz soğanlarımız olmasa? Zamanımızın ve sabrımızın durumuna göre kâh incecik, kâh pabuç kadar doğradığımız o soğan parçacıklarının, yemeklerdeki lezzetinden ve tüm apartmanı saran kokusundaki davetten mahrum kalmak, nasıl olurdu? Kuru fasülyenin yanında tuza banarak kırt kırt yediğimiz kırmızı soğanlar olmasa? Misal kısırın ya da salatanın içine (kesinlikle incecik) doğradığımız, pikniklerde baş köşeye koyduğumuz taze soğanlar olmasa? Soğandaki C vitamininden, sarımsaktaki antibiyotik etkisinden eksik kalsak? Hohlayınca iç kıyan ve hohlayandan buz gibi soğutan o muhteşem şeyler olmasa?
Evet, ben bayağı bir düşündüm: Yok arkadaş, ölmeyiz. Damak tadımız bozulur, keyfimiz kaçar, ama ölüm yok ucunda.


Ya şampuan? "Yeşil sabuna talim ederiz," mi dediniz? Pislikten gebermemek için ederiz bittabi. Ama işte size bir çıkmaz sokak daha: Yeşil, mor, mavi, pembe her tür ve renkten sabun da kalmamış dünya üzerinde, mesela... Hadi kaldı diyelim, saçlardaki o katır kutur hisse ne demeli? (Hımmm, o zaman saç kremi de kalmamış demeli ki, iyice çivisi çıksın.) "Saçlardan çıkarılacak yağların insanlık için bir faydası olur mu?" diye kafa patlatacak bilim insanları türerdi kesin.  Saç yağından göz altı kremi ya da yemek yapıldığını, değil siz, ben bile düşünmek istemiyorum.
Ya da berberlerin kapısı aşınırdı: herkes kafaları sıfıra vurdururdu. (Ha yok yok, üzülmeyin, berberler varmış hâlâ.) Herkes ampul gibi gezerdi. "Saçı uzun, aklı kısa" şeklindeki atasözü şampuanın/sabunun yok olmasıyla tarihe gömülürdü (Feminizme destek cümlesi). "Deterjanla yıkardım," diyecek kadar cesaret gösterenlere, hemen listeye tekrar bir göz atmalarını öneriyorum. Yok anacım yok, deterjan da yok. Benim önerim, küllü su... Eskiden çamaşırları bununla yıkarlarmış. Bir taşla iki kuş: hem saçlar, hem çamaşırlar için çözüm bulundu.

Tuvalet kâğıdı ve muadilleri... Eskiden taharet bezleri vardı. Kenarlarına da tığ işi yapılırdı. Yahu ne acayip iş... İnsanlar ne estetik sahibi, ne sanatçı ruhluymuş da, poposu için bile özen gösterirlermiş. Ben çok yetişemedim o döneme ama şimdi düşünüyorum da, bir evde yaşayan herkesin bezi kendine mi aitti acaba? Kenar süsünün rengine göre mi ayırırlardı acaba? Mavi babanın, kırmızı annenin, pembe kızın vs... Yoksa hangisi kuruysa onu mu kullanırlarmış? Yani sonuç olarak o bezlere mi dönülürdü? Veya teksir kâğıdı, taş parçaları da kullanılır mıydı ki? Klozetin yannda bir top teksir kâğıdı ya da bir sepet dolusu orta boy taş... Off bu konu kötü çağrışımlara doğru gidiyor, uzatmayayım. Bunları da siz düşünün lütfen, bana ağır geldi.

Firmaların taharet bezi çalışmaları

Çay/Kahve... Keyif düşkünü Türk insanı için tam bir zulüm! Ayrıca bunları içmeden ayılamayan güruh için de ısdırap tabii. İçerken yapılan sohbetler, dedikodular eksilince, insanlar depresyona düşerlerdi. İçini dökemeyen, birilerini çekiştiremeyen ve deşarj olamayan insanlık, ruh sağlığını kaybedip, kendini alkole verirdi. Tempolu iş ortamlarının insanları, kahve ile açamadığı zihninin kurbanı olup, işsiz kalırdı. Geçim zorluğu ve işsizliğin bunalımıyla, hadiii o da alkolün kucağın atlardı. Boşanmalar artardı. Topyekûn saçları kazıttıkları için görünüm konusunda eşitlenen insanlar, tein/kafein krizi yüzünden, sınıflandırılmalara maruz kalırlardı. İş başvurularında: "Çay kahve içmeden çalışabilir misiniz?" sorusu mutlaka olurdu. İşi kapsın diye yalan beyanatta bulunanlar, zaten zamanla fark edileceği için, elinde kolisiyle kapı dışarı edilirdi. Devlet, bu bağımlıları kara listeye yazar, hiçbir yerde işe alınmamaları için bültenler yayınlanırdı. E mecburen bu güzel kafayla pavyona düşen insan sayısı tavan yapardı. Amma velâkin soğansız sarımsaksız mezeler yüzünden pavyona giden müşteri sayısı da azalacağından, oradan da aradığını bulamazlardı. Ölüm var mı ucunda? Bence var: parasızlık yüzünden aç kalan insanın sonu... Evlerden ırak.


Aseton... Bu sadece kadınları ilgilendiriyor ama olsun. En son büyük bir zevkle üç kat sürdüğünüz kırmızı ojelerinizin uçlarından gitmesiyle, aseton kıtlığı aynı anda olsa? Ha tabii ki, tırnak uçlarınızla onları kırtlatmanız mümkün tabii. Ama o üç kat oje ne kadar zamanda kırtlatılır biliyor musunuz siz? O arada bir iş görüşmesine ya da bir erkekle buluşmaya falan gittiğinizi düşünün (tamam düşünmeyin). Ne işi alabilirsiniz ne de kendinizi o erkeğe beğendirebilirsiniz: hem işsiz, hem bekâr kaldınız mı! O zaman yaz kış fark etmeden eldiven giyebilirsiniz, takma tırnak kullanabilirsiniz. Bu çok ciddi bir sorun teşkil etmiyor son tahlilde. Acaba boyacı tineriyle oje çıkar mı, diye aklıma geliyor. Akşama bir deneyeyim. Ama önce üç kat kırmızı oje sürmem lazım.

Bulaşık ve çamaşır deterjanı yokluğuna yukarıdaki küllü su çözümümü tekrar ediyorum. O zaman bunların yokluğunu listeye niye mi yazdım? Şampuansızlığa çare olamasın diye. Nası fikir ama? Tamam, bu kadar.

Diş fırçası... Bir diş hekimi olarak, diş fırçalarının bolluğunda bile dişlerini fırçalamayan bir halkla yirmi beş senedir mücadele ediyor olmam, bu maddenin listeye girmesini gereksiz kılıyor. Ama diş fırçasız bir hayatı tahayyül edemiyor olmak da, fırçalayan ahaliye bir gönül borcudur. "Demin dürüm yedim, o yüzden fırçalayamadım," diyenlerin, 'aslında hep fırçalarım da, çok acıktım ve yedim, yanımda da fırçam yoktu,' ayaklarını yemem arkadaş! O maydonozların, marulların kaç günlük olduğunu ayırt edecek kadar deneyimim oldu Allah'ıma şükürler olsun. Hatta beş gün önce yenen bir yemeğin soğan artıklarını da kaçırmam. (Neee, sen soğanı nereden buldun?) Emekli olunca, diş tedavilerini bırakıp, sadece "Diş Fırçalama Merkezleri" açacağım. Diyaliz merkezlerininki gibi, servisler ayarlayacağım ve insanları evlerinden alıp getirteceğim. Servislerin logosu da, "Soğan yok ama maydonoz hâlâ var! Dişlerde pisliğe son!" olacak. Evet, böyle bir hayalim var. Her semte bir camii gibi "her semte bir merkez"in yanı sıra, 81 ile yayılan bir ağ kuracağım; franchising'ler vereceğim. Konuya döneyim: Diş fırçasızlık bu memlekete komaz anacım. Bizim gibiler de eski fırçalarını kolaya yatırıp sertleşmesini sağlasınlar, idare olur gideriz artık n'apalım.

Dişiniz fırçalamazsanız işte başınıza gelecek olan budur.

Bu zevzeklikler bir yana, eğer benim yazı yazmama ve okuyanlara ulaşmama engel yokluklar olursa, ruhum kurur sanırım. O zaman eski zamanlardaki gibi sözlü edebiyata başlarız mecburen; kulaktan kulağa geçen anlatılar, hikâyeler olur, nesiller boyu. Sohbetlerin yanında bir de orta kahve ya da az şekerli demli bir çay fena olmazdı ama yok... Kader utansın!




2 Ocak 2013 Çarşamba

ÇORAPLAR FORA!

Klasiktir ama yaygın değildir: Geleceğe mektup yazmak... Bir anlamda geleceğe olan merak, geleceği yönlendirme isteği, gelecekte istenenlerle ilgili, hani şu evrene mesaj gönderme, kim bilir belki bu sayede olumsuzluklarla ilgili kaderi değiştirmeye çalışma çabası yüzünden de yazılır. Bu mektup yazılırken, bir yandan gelecek mutlu bir film gibi kurgulanır, bir yandan "acaba gerçekleşir mi?" diye de merak edilir. Ben daha önce "geleceğime mektup" yazmadım hiç ("Gideceğime" de desem olurmuş aslında). Peki bunları nereden mi biliyorum? Ne bileyim yahu, hepsi tahminden ibaret. Ama ben açıkçası öyle bilindik şeyler üzerinden bir mektup yazmak istemiyorum. Bilindik şeyleri, bir tek ben değil, hepimiz biliyoruz; tekrar etmenin anlamı yok. Tamam, hepimiz tüm sevdiklerimizle birlikte sağlıklı, mutlu, huzurlu, bol kazançlı, başarılı bir gelecek istiyoruz, öyle değil mi? Ayrıntılarda yollarımız ayrılabilir, o kadarına karışamam, kendime de karıştırtmam valla.

"Sevgili Gelecek,
(Daha ilk satırdan fiyasko! Sanki "sevgili" bir insan da, gelmesi bekleniyor gibi oldu. Neyse önlere ilerleyelim.)

Eninde sonunda geleceğini biliyoruz. Hatta sürekli gelme halindesin de, biz sana hâlâ bir türlü gelememiş muamelesi yapmakla meşgulüz. Bugün düne göre gelecek idi, yarın bugüne göre gelecek. Bu mantıkla en az beş satır doldururum da, değmez. Anlayan anladı. Yani demem o ki, biz niye ha bre, zaten yaşamakta olduğumuz zaman dilimini kale almıyoruz da, seninle kafayı bozduk ki? Halihazırda, hatta benim sana yazdığım şu anda dahi sen sürekli gelmekte ve yaşanmaktasın. Sana niye "çıkmaz ayın çarşambası" ya da bir türlü gelemeyen Godot imişsin gibi davranıyoruz ki? Gogol, bence, "Godot'yu Beklerken" derken geleceğin G'sine dikkat çekmek istemişti ve bunu ben anlamış durumdayım. Kendimle gurur duyuyorum. Bu mektubu okuyan kişi de benim bu parlak buluşumdan yararlandı ya, daha ne isterim... Ne istemem ki yahu! Gurur ve mutluluk karın doyurmaz.

Kusura bakma ama sevgili gelecek, çok kalleşsin. On yüz milyon yıl önce seni kim türettiyse, başımıza çorap örmüş. Ayaklar baş olunca, çorap da başa örülür oldu tabii. O çorabı da bir giymişiz, çıkarabilene aşk olsun. Örene mi, örülene mi kızsam bilemedim. İnsan evlâdı, ha babam de babam çalışsın dursun ve şimdikinden daha iyi olsun diye bir kavram yaratmak gerekmiş de, herkes bununla oyalanadursun istenmiş sanki. Senin bunda bir suçun yok tabii. Çocukken "ben büyüyünce..." ile başlayan cümlelere sardıran büyükler yüzünden, daha bir damla insanken, sana bel bağlamalar, hayal kurmalar ve daha donunu toplayamazken gelecek planlarına gark ettirmelerle başlarsın. Bir tanecik çocuğu büyüyünce doktor olmak istiyor diye mutluluktan zıplayan ve etrafa gurur dolu bakışlar fırlatan ebeveynler, doktor olmayan o çocuğu nasıl hırpalıyorlar biliyor musun sen? Ya da tam tersi, büyüyünce, uyduruk olarak gördüğü bir mesleğin hayalini kuran çocukların ebeveynlerinin yaşadığı depresyondan haberin var mı?
İşte başa örülen çorabın yakalandıktan sonra, polis merkezindeki teşhiri. Uyarmak boynumun borcu ve bir insanlık göreviydi.


Evlenip çoluk çocuğa karışsın diye pembe panjurlu evleri rüyalarından çıkarmayan genç kızlar için diyecek bir sözün var mı? Yok değil mi? Olsa da sus! Sakın konuşma, yaptın yapacağını! Zetina dikiş makinesi de cabası...
Peki ya, denizde yatı, Kordon'da katı, atı avradı hayal eden yağız delikanlıların hışmından kurtulabilecek misin? Gün olur devran döner, alırlar öçlerini.
Çocukluğundan itibaren hayal ettiği mesleğe, öyle ha deyince sahip olunamayacağını öğreten ve kendine mahkûm eden ÖSS kılıklı "gelecek katili"ne ne demeli? Bu aşkın katili sensin, teslim ol suçlusu sensin!

"Geliyorum, geleceğim" der oyalarsın, hepimizin başında Demokles'in kılıcı gibi sallanırsın. Sanki dönülmez akşamın ufku gibi uzakta parlar durursun. Hâlbuki sen hep buradasın ama bizimle saklambaç oynarsın. Sende öyle bir ego var ki, öyle bir megalomansın ki, kendine daha da dikkat çekmek için Mayalarla bir olup, kıyamet savsatasıyla beynimizi yedin durdun. Yoksa sen Şirinceli esnafın ticari emellerinin elinde oyuncak mı oldun? Yoksa sonunda seni de mi kafaladılar? İnşallah öyledir de, yüreğime sular serpilsin.

Valla istediğin kadar ayak oyunu yap, seni takmıyorum. Gelmeni beklemiyorum, çünkü dedim ya, sen zaten hep aramızdasın. Ben sadece "seninle baş edebilecek gücüm var olsun, yeter" diyorum. Dilek ve hayallerimin gerçekleşmesini senden değil, kendimden bekliyorum. Seninle kavga edeceğime, kendimle ederim daha iyidir. Ne oldi, rengin soldi? Geleceğin varsa göreceğin de var. Sende bir gelecek göremiyorum ben ayrıca. Biz yoksak, sen de yoksun. O yüzden bize iyi davransan iyi olur. Bir yürü git ya, geleceğin falan yok senin.

Hadi hayırlı tıraşlar! Git bu tıraşları Mars'ta falan yapmaya başla. Mars'a yolculuk yakında başlayacak. Üç senede varılacakmış, ama arada kozmik radyasyona maruz kalırsan Alzheimer riski varmış. İnşallah maruz kalırsın. Dünya'daki vaktin doldu anacım.

Selâmetle."

Bu arada, "gelecek" kavramına kafayı takmış ve bundan kurtulamayan insan evlâtları, bu sözüm size: Geleceğe güvenmeyin, ne yapmanız gerekiyorsa şimdi yapın. Ha bir de öyle birilerine kızınca gelmişine geçmişine kızacağınıza, "gelecek"e kızın da haddini bilsin artık. Artık birlik olma zamanıdır! Geleceğin iktidarını alaşağı etme zamanıdır! Örülen çorabı fıydırıp atma zamanıdır! Hepimiz Bugünüz!

Yineee de şahhlanıyoor ammaaan!!