30 Aralık 2009 Çarşamba

Annelerin Yaşı Olmaz (Radikal 2 yazıları)

Yaşı 99 olsa gerek diye hesap etmişlerdi çocukları. Çocukları dediysem onların da en genci, dört torun sahibi 68 yaşındaki kızıydı. Diğerleri de torun torba sahibi dede ve babaydı. Annelerini yaşatmak için bu yaşlarında zor topladıkları güçlerini sonuna kadar zorluyorlardı. En ufak bir tıbbi sorunu bile olmayan "eski toprak" anneannem sadece erimekte olan, yavaş yavaş bozulan vücut makinesinin çabaları ve kâh farkında kâh değil, ona akıtılan sevginin gücüyle yaşıyor gibiydi. Balkan harbi ve dünya savaşlarını yaşamış gençliğini anlatırdı bize eskiden. Karneyle ekmek almalarını, yokluğu, ekmeğin kırıntısının bile değerini ve yaşamak için o devirde bile nasıl da çalışmak zorunda kalışını. Çocukken ekmeği ziyan ettiğimizde, kupkuru olsa bile suyla ıslatıp yeniden yenebileceğini söylediğinde midemiz bulanırdı ama biz yine de anlamaya çalışırdık onu. "Mutlaka ev sahibi olmaya bakın" derdi. "Kira insanın belini büker, ama evin varsa sırtın yere gelmez." Paraya tapmazdı ama değerini anlaması için öyle çok deneyimi olmuştu ki...

Dedem onu zamanın Singer mağazasında görmüş ilk ve vurulmuş. Selanik göçmeni anneannem de o devirde bile çalışan ve modern görünümlü bir hanımmış; saçları dizlerine varırmış neredeyse. Singer'de nakış hocalığı yaparak geçimini sağlarmış. Son yılların çok popüler ve değerli eşyalarından sayılan ve birçok evin dekoruna yansıyan "beyaz iş" hocasıymış. Taze cumhuriyet yıllarının çağdaş genç kızı, dedemin kalbini çalmış. Dedem gele gide, hem de araya büyüklerin sokulduğu görücü usulü olmadan anneannemi evlenmeye ikna etmiş. Ama o da az yakışıklı ve yağız değilmiş hani; masmavi gözleri ve dalyan gibi boyuyla. Savaş yıllarında yıllarca esir kalmış, İngilizler tarafından Hindistan'a götürülmüş. Bir İstanbul ziyaretlerinde, "Biraz gezip geleyim" diyerek tüymüş gemiden; tüyüş o tüyüş. Sonra memuriyete girmiş.

Ne kolay yaşıyoruz

Anneannem art arda üç çocuk doğurmuş; biri annem, diğerleri dayılarım. Evliyken de nakış işlerine evinden devam edip, maddi destek sağlama çabasını bırakmamış elden ama bu defa annemin de yardımıyla. Sonradan o yıllarda ürettiği muhteşem beyaz işlerdeki mahareti, sabrı ve emeği gördüğümde, "ne kolay yaşıyoruz" diyesim gelmişti. O zorluk yıllarında, dedem memuriyeti nedeniyle çoğunlukla evden uzak kalmasına karşın üç çocuğunu yetiştirmekteki dirayetini ve gücünü hayret ve hayranlıkla dinlemiştim. Şimdi sıra evlatlarındaydı ve onlar da minnetlerini ifade etmekte, haklarını ödemekte kusur etmiyorlardı.Yıllar geçip de koşullar değiştikçe ayak uydurmakta hiç zorlanmadı. Televizyondan ve gazeteden güncel olayları düzenli takip eder, Ecevit'e kızar, Demirel'i överdi; bu da dedemden kalma bir inançtı. Bosna'daki savaşa, enflasyona, her şeye gelen zamlara tasa tutar, uykuları kaçardı. Okul çıkışlarımda her hafta Salı günü ona giderdim, bana nefis yemekler hazırlardı. İş hayatım başlayıp da bu düzenli Salı ziyaretlerim sekteye uğrayınca çok üzülmüştüm ama o hiçbir zaman sitem etmedi.

2001 olduğunda dedemi kaybedeli 18 sene geçmişti. Anneannem yaşı 94 olmasına karşın hâlâ yalnız yaşıyordu. Evlatları ve torunları sürekli etrafında da olsa, yanına ona göz kulak olacak, bir iki işini yapacak bir yardımcı tutulması konusundaki ısrarlarına o direniyordu. Tam da ikna olup, haftada birkaç kez gelmesine izin verdiği yardımcısı, bir gün sabah eve anahtarıyla girmeye çalıştığında kilidin hâlâ açılmadığını ve anahtarın da hâlâ kilitte olduğunu fark edip, eve giremedi. Çilingir yardımıyla açılan kapıdan girdiklerinde neyle karşılaşacaklarını bilemeyen annem, dayılarım, yardımcı hanım ve komşular, onu tuvaletin önünde yatar ama yaşar durumda buldular. Sabaha karşı tuvalete gitmek için kalktığında ayağı kilime takılıp düşmüş, bacak kemiği kırılmıştı. İki ay içinde iki büyük ameliyat geçirdi. İlk ameliyatından sonra yoğun bakımda onu ilk gören bendim. Birilerini tanıyamamaya ilk o zaman başladı. O, bir prenses gibi asil ve kibar anneannemin yerine bağırıp çağıran, beni bile tanımayan bir başkası gelmişti sanki. "Travmanın ve anestezinin etkisidir" deyip üzerinde pek durulmadı ama ondan sonrasında da gittikçe artan bir hafıza sorunu başladı. İlk başlarda daha az yaşadığımız unutkanlıklara karşın çoğunlukla hiçbirimizi ihmal etmedi, eşlerimizin, çocuklarımızın, kayınvalidelerimizin hatırını sormayı, işlerimizin nasıl gittiğini öğrenmeyi atlamadı. Defalarca dört nesil bir araya gelişlerimizde nasıl da gurur duyardık.

Annemin annesine vedası

Yıllar içinde bakışlarındaki fer ve o cin ifade soldu. Takvimler 2006 Ocak ayının sonlarını gösterirken, o artık daha çok uyur olarak geçiriyordu günlerini. Ziyaretlerimden birinden çıktığımda gözlerimde titrek yaşlar, boğazımda ve yüreğimde bir ton ağırlıkla sürdüm arabayı. O gün yazdığım notlarımı buldum bugün: "Anneannem... hokka burnuyla hâlâ yaşam savaşı veriyor. Yaş olmuş 99. Mavi gözlü yağızı çoktan unutmuş, bana boş boş bakıyor. Ona baktıkça korkuyorum yaşlanmaya, yaşamaya o kadar uzun, hem de unutarak. Bugün gittim anneanneme, 'öp' dedi, öptüm içine kaçmış yanaklarını kokusunu içime doldurarak. Anında unuttu beni ve öptüğümü. Eve gelinceye kadar yüzümdeki ifade değişmemiş fark ettim de; acımayla karışık şaşkınlığım. Ne desem boş..."Günlerce nöbet tutuldu başında, helalleşildi gözyaşları, kâh pınarlara dolmuş kâh yüreklere aktı. Bana son sözü "Gene gel" oldu, her ne kadar acısa da içim, sevinerek son anlarında "Yine tanıdı beni". Şubat'ın ilk günleri, onun son günleri oldu. Annem diyor ki, "Olsun varsın gene öyle yatsaydı, bakardık biz ona, yeter ki nefesi olsaydı bu odada". Anne... Yaşam onu kucaklamasa da, kucaklanmak istenen, her yaştaki evlâdı hasrete düşüren, çocuk hissettiren, sıcağını arattıran, bir bakışını özleten, onun omzunun, kokusunun alternatifi olmayan varlık. İlk çocuğum olduğunda çok daha iyi anladığım annemin değerini, onun kendi annesini yolcu etmesiyle gördüğüm değerle pekiştirdim. Şimdi hem anneyim, hem evlât. İkisinin de çok değerli olduğunu biliyor olmaktan, sevgimizi ve birlikte geçirdiğimiz, hatta geçiremesek bile "yaşıyor olduğunu" bildiğimiz vakitlerimizden ve bunun değerini onu kaybetmeden fark edebilmekten dolayı mutluyum. Umarım evlât veya anne hasreti yüzünden televizyonlardaki programlardan medet uman hasret emekçileri de mis kokulularına en kısa zamanda kavuşur.

Kalbim Assos'ta Kaldı (Radikal 2 yazıları)



Karşıda sisli bir heybetle yatan Midilli, sınırlarımı aşmanın sembolü gibi. Sakin ama samimi, tertemiz ama naif, uzak ama yakın bir yer arayışlarımdan sonra, ayaklarımı bastığım bu Ege toprağı huzur vaat ediyor. Gün batmadan, güneş eşliğinde yavaş yavaş kurulan akşam sofraları, yemek faaliyetine güneşi kurban etmemek adına, o batmadan donatılmıyor. Güneşe selam durmanın ritüeli saygıyla ifa ediliyor. Zeytin ağaçlarıyla sımsıkı örülmüş bitki örtüsü, zeytinden bir dağ oluşturmuş sanki. Tepenin ardında batan ateş topunu zeytinler kalbine, bağrına basıyor. Masalardaki altın sarısı minik zeytin yağ şişelerindeki ışıltılar azalırken, ritüeli buz gibi beyaz şarabın açık sarısında seyredenler artıyor. Hangi yönden estiği, ne önemli ne de belli olan tatlı bir esinti var. Doğal aydınlığın azalmasıyla karadaki her şeyin netliği kaybolurken, yarımlanması yakın Ay belirginleşmeye başlıyor ve deniz bu defa beyaz ışıkla kıpırdanmasını sürdürüyor. Onun da sarı batışının izleyicisi olmanın heyecanı da yok değil.
Başka türlü bir huzur ve hafiflikle uyunuyor burada. Şehir şamatasını, yaz telaşlarını geride bırakmanın zevki zerk ediliyor damarlara. Beslenmelerin belli saatler arasına sıkıştırılmamış olması, insanı daha en baştan gevşetiyor. Esnekliği bilmek, o saatleri istismar etmeyi bir yana koyun, o rahatlığı kaçırmamayı istetiyor. Bahçelerdeki bitkiler bile düzenin kurbanı değil; burada her şey kendi doğalını yaşıyor. Saate dahi bakmamak lazım buradayken; güneşin hareketlerini izlemek yetmeli. Burası Türkçe konuşulan bir cennet olsa gerek.
Gelen insanlar sanki bir elemeden geçerek seçilmiş ve burada kalmasına izin verilmiş gibi. Okumayı ve sessizliği sevmeyen gelemezmiş, kalamazmış gibi. Cep telefonları neredeyse en düşük sese ayarlanmış; çalınca sahibi hemen uzaklaşarak konuşmaya gidiyor. İkili, üçlü insan gruplarının sesleri sadece bir mırıltı gibi duyuluyor. Yazılı olmayan, dikte ettirilmemiş ama herkesçe oluşturulup kabul görmüş düzensiz bir düzen içinde yaşanıyor. Mekân sahiplerinin iki şirin köpeği bile bundan haberdar; sadece tasmalarının şıngırtısı duyuluyor. Bu motelin “Küçük Oteller Kitabı”nda olması gerekirdi; ama atlanmış.
Küçükkuyu’ya doğru gayet hoş bir otobüs yolculuğundan sonra, otobüsten inilen yerin hemen karşısında saat başı şaşmadan kalkan dolmuşlara biniliyor. Son durağı Assos/İskele olan dolmuşlardan birine binip, 15–20 dakika sonra vardığımız motelimiz, bir kartal yuvası gibi, tepenin üzerine konuşlanmış. Sağından ve solundan yaklaşık 60 metrelik patikalarla batı ve doğu plajlarına iniliyor. Denizin berraklığı, dibindeki taşlar, balıklar, yosunlar bu cennetin başka kanıtları…
Buraların müdavimleri var biliyorum ve buraya ilk gelişimiz de değil, ama orta yaşın hazlarına meyillenmeye başladığım şu zamanlarımda bir başka tat veriyor. Hareketi biraz artırmak mı istiyorsunuz, hemen hani o dakik dolmuşlara atlayıp Assos’taki İskele’ye (antik liman) gidiyorsunuz. Yol boyu muhteşem deniz manzaralarını, plajları ve yeşillikler arasına saklanmış konaklamaları göre göre yaklaşık 20 dakikada da oraya ulaşıyorsunuz. Arada Assos kalıntılarının da bulunduğu o güzelim köyde inip, yukarıdaki köy kahvesinde bir kahve keyfi yapabilirsiniz. İnsanlarının birbirlerine sevgiyle konuşup şakalaştıklarına tanık olmak da cabası. Bindiğimiz dolmuşun şoförünün şeker oğlu, müşteri memnuniyeti adına hem müzik ayarlıyor, hem paraları topluyor, hem de herkese muhabbet veriyor. Evimizdeki okunmuş kitapları ona yollayabileceğimizi düşünüp, kitap okumayı sevip sevmediğini ve en son hangi kitabı okuduğunu soruyoruz: test kitabı, diyor. Eğitim sistemindeki kaygan zemini hatırlatan bu cevap canımızı sıkıyor, ama yine de gülümseyip, yollamaya karar veriyoruz. O ise çalan fantezi müziğin sözlerine eşlik ederek ön koltuktan bize hizmetini sürdürüyor. Onun derdi daha çok müşteri toplamak; tek insanın görünmediği yerlerde bile “Assooosss” diye bağırıyor.
Kahve sonrası, dolmuş beklemeye değmeyecek mesafedeki limana inmek için dağdan aşağı inerken, kazı evinin üzerine doğru, Assos kalıntılarının bir gün tümüyle ortaya çıkarılma duasını okursanız, makbule geçer.
Ve son durak İskele… Taş binaların, minicik 3–5 sokağın, restoranların ve birkaç hediyelik eşya standının dekor gibi yerleştiği bu küçücük yerin kalabalığı bile tatlı geliyor insana. Çünkü yozlaşmanın, şükür ki, henüz ulaşamadığı ama turizmden de payını alma çabasındaki yerleşim, eskiye oranla daha bir deniz-güneş hizmetine soyunmuş. Bir türlü alışamadığım yüksek sesli müzik eşliğindeki, teşhir merkezleri “beach club”ların kakafonik faaliyetlerinden tamamen uzak.
Egeliliğimizden bir kez daha gurur duyarak döndüğümüz bu üç günlük kaçamağın verdiği enerjiyi bünyemizde olabildiğince korumayı diliyoruz. Ama ne gam; atladık mı otobüse, şak diye oradayız… Bu da dert mi…

29 Aralık 2009 Salı

Otuz iki Dişli Medeniyet Canavarı


Son eklediğim ve nadiren yazdığım hikâye türündeki yazımdan sonra ortamı biraz neşelendirme ihtiyacı hissettim. Aşağıdaki yazılardan birinde teknoloji muhabbeti yapmıştım. Elim ve beynim tekniğe, tamire, teknolojiye yatkın olmasına rağmen bazen adapte olmakta zorlandığım da olmuyor değil. Bunları öğrenmeye her zaman açıktım, hâlâ da açığım.


İnsanın hem marangozluktan, hem yazı yazmalardan, hem fotoğrafçılıktan, hem felsefeden, hem bahçecilikten, hem de mesleği olan muhasebeden anlayan bir babası olunca öğrenmemek gerçekten ayıp olurdu. Tornavida, çekiç, pense, boya fırçası ve matkap kullanmayı babamdan öğrendim, bütün çocukluğum boyunca. Ona çıraklıkla geçti hayatım, evlenene kadar. Her yardım edişimde, "baba, ben bunları iyi öğreneyim de, belki ilerde bilmeyen biriyle evlenirsem, işime yarar" deyip, dikkatle izlerdim; o da gülerdi, ama arada da "sıkı tut, bak gevşedi" gibi uyarılarını da yapardı. Yeri geldi, tuttuğu muhasebe defterlerine de yardım ettim. Fotoğrafçılıkla ilgili, çektiklerini düzenlemelerde, kendi icadı olan projeksiyon makinesini çalıştırmalarda, kaydettiği film makaralarını film oynatıcıya takmalarda, film perdesini kurup kaldırmada yardım ettim. Ölene kadar kimselerin kullanmasına izin veremediği çok sevdiği vosvosunu, bir tek bana kullandırdı. Vosvosun dilinden anlamayı da öğretti bana.


Ondan bir tek bahçe işleri konusunda bir şeyler öğrenmeye niyet etmedim sanıyorum. Bahçede ona yardım ettiğim tek zaman, fakültedeyken arkadaşlarımla Bodrum/Marmaris tatili için günler süren izin isteme seanslarından sonra, "bahçedeki kuru yaprakları toplarsan gidebilirsin" demesi üzerine olmuştur. Baktı ki, ben gerçekten çok istiyorum gitmeyi, hemen izin vermiş gibi görünmesin, sözde zora sokmuş olsun diye, bunu istemişti benden. Bir elektrik süpürgesi gibi tertemiz yapmıştım bahçeyi. Bahçemizdeki ilk ve son kuru yaprak faaliyetim oldu. Ama şimdi artık babamın üzerindeki kuru yaprakları topluyorum, annemle her defasında bu anıyı hatırlayarak. "Aa bi dakka ya, hani neşelendirecektim ortamı" diyor içimden bir ses... Tamam hemen anlatıyorum.


Asistan iken görevli olarak Danimarka'ya gittiğim yıldı. Hani şu e-posta olayını da kulak ardı ettiğim zamanlar... Bana modern dünyayı tanıtsın diye yırtınan hocam, değil e-posta, alt tarafı fotokopi ve faks cihazlarının bulunduğu odayı gezdirirken, ben gene kulak ardı moduna geçmişim de haberim olmamış. O zamanlar üç tane fotokopi ve hatta yanında iki tane de faks cihazını kullanmak bir yana, bir arada görmek bile imkansızdı memleketimde. Oraya gitmeden önce bürokatik işlemler için her dakika gereken bu nadide cihazları bulabildiğim yerde öpesim gelirken, birkaçını bir arada bulunca, oraya yatak atasım geldi. Kırtasiyeye de olan tutkum nedeniyle, rengarenk fotokopi kağıtlarını toplar dolusu ve fotokopisi çekilen çok sayıda yaprağı istiflemeye yarayan düzenekleri de görüverince, ben kendimden geçmiş olmalıyım ki, nasıl kullanılacaklarına kafa yormamışım. E tabii elim yatkın ya alet edevata, nasılsa yapabilirim özgüven basmaları olmuşum.

Mektup yazmayı severdim; hâlâ da severim ama elektronik ortama taşıdım bu sevgimi. Oradayken aileme mektup yazma işini de bayağı bir iş edinmiştim. Her günümü rapor eder gibi yazıyordum. Ayrıca fakültedeki hocama da mesleki bilgileri geçiyordum. Bu bir süre bildiğimiz zarf-pul-postane üçlemesiyle devam etti. Bir zaman sonra bunlara vereceğim paradan kısıp, tasarruf sağlama amacıyla faks çekmeye niyetlendim. Türkiye'deki fakültemde sadece bir tane faks cihazı vardı ve o da dekanımızın odasındaydı; ne de olsa çok değerliydi! Aynı zamanda dayım da iş yerine bir faks almıştı ve annemler bunu bir müjde olarak yazmışlardı mektuplarında. Aileme ve hocama yazdığım mektupları kaptığım gibi o güzel odaya koştum. Sayfalarımı yerleştirdim, faks numarasını tuşladım. Cihazdan karşı tarafı telefonla aramışım gibi bekleme sesleri gelmeye başladı. Biraz çaldıktan sonra açılan telefon gibi, karşıdan dayımın sesi geldi: "Alo?" Nasıl olur dememe kalmadı, "dayııı, ben Mügeee!" derken buldum kendimi. Bu halimi çok da yadırgamadım, hatta daha da yüksek sesle devam ettim, ne de olsa beni duyamamıştı, sesimi duyurmalıydım. "Dayıııı, beni duyuyor musun? Ben Mügee, faks yolluyorum sanaaa!" Dayım duymamış, telefonu kapamıştı. 'Hımm, demek ki henüz bağlayamadılar' ahkâmını kesip, fakülteye yöneldim. Bu defa da karşıma dekanın sesi çıkmasın mı! E Müge n'apar? "Hocaaam, ben Mügeee". Tırık diye kapanan telefon sesinden sonra memleketimin medeniyete uzak haline acıyacak kadar medenileşmiş olmamla gurur bile duydum.

Etrafımda toplanan ve bana mağara insanıymışım gibi bakan soğukkanlı Danimarkalıları fark ettiğimde, yanlış bir şeyler yaptığımı ancak anlayabildim. Utansam mı, yüzsüzlüğe mi vursam bilemedim. "Herhalde cihazlarında sorun var" deme cüretini bile gösterip, oradan nasıl kaçtığımı hatırlamıyorum.

Ben hâlâ gülüyorum... Siz de güldünüz mü?

28 Aralık 2009 Pazartesi

Hep bir merak var

Yazı yazmalara olan sevdamın peşinde, bilenlerden öğrenmek ve deneyimlerini dinlemek adına çok yol aldım. Yazı dünyasının sadece okur olarak değil, yazan biri olarak sırlarını, büyülü dünyasını ve varsa formüllerini öğrenmek, bana yazmak kadar çekici geldi hep.

Bir hikâye, bir roman nasıl kurgulanır, nasıl başlanır, nasıl devam eder, nasıl biter... Ne kadarı yazarın kendi dünyasını, ne kadarı "kafadan attığı" şeyleri içerir... Okur nelerden hoşlanır... Peki ya yazar neleri yazmaktan haz alır, nelerden çekinir... Yazarken yüreği dağlanır mı, ya da eğlenir mi... Ne çok soru vardı aklımda. Hepsinin cevabını aldım mı... Aldıysam bile her eserde tekrar tekrar sorulacak bu ve benzeri sorular. Her eser bir başka keşif yolu açıyor.

Aynı merak filmler ve tiyatro oyunları için de geçerli. Ama bunun şöyle bir açmazı da var: mutfağını bilince yemeğin tadı çıkmayabiliyor mu? Uzun süredir her filmi, oyunu ve kitabı "acaba nasıl üretildi, şurada şu yöntem kullanılmış, aaa bu harika işte, aaa bu olmamış..." gibi sorgularla izleyip tadına varamadığımı, ders almaya çalışır bir telaşla tükettiğimi fark ettim. Bu yollarda üretim yapacaksam başka yolu da yoktu galiba.

Sıraya girmiş bir sürü kitap var elimde. Birbirlerinin sırasını ala ala, birbirlerini ite kaka okutturuyorlar kendilerini bana. Onların sorunu, benim değil :) Büyüsünü bozduran öne geçer.

Heyecanlı...


Sahneye çıkmışım da seyirciler benden oynamamı ya da okumamı bekliyorlarmış gibi heyecanlıyım. Sanki her gün bir şeyler yazıp, bir blogger olarak görevimi yerine getirmeliyim hissi ve sorumluluğundayım şu aralar. Kim bilir belki de zamanla alışır, her gün yazmak istemeyebilirim. Bu heyecanım kaçmasın istiyorum.
Burası bir 'günlük' görevi görmeyecek. İçimden geçenler uğrayacak, ben de onlara eşlik edeceğim. Belki de izleyenlerimle inter aktif bir ortam yaratırız; bilmiyorum... "Ben yazayım, siz de sadece okuyun" dediğim bir alan değil bu alan. Birlikte deştiğimiz, diplerden çıkardığımız ya da yüzeyde olup da kanıksadığımız ama farkına varamadığımız noktalara değeriz. Bir bakmışız düşünüp düşünüp susmuşuz, bir bakmışız eğlenip de gitmişiz eve.
Yazı ve tiyatro dünyalarının kâh akan, kâh durulmuş denizlerinde gezeriz. Yelkenimiz rüzgârla bir şişer, bir iner. Ufuk çizgisine doğru, güneşe rotalı bir yolculuk yaparız. Var mısınız?

26 Aralık 2009 Cumartesi

Paylaşım çeşitlemeleri

İnternet öncesinde zarflı pullu mektuplarımız vardı. Mektubu yazıp da zarfa koydum mu, yalayıp kapaması bile hoşuma gider, sahibine ulaşmış kadar sevinirdim. Hiç üşenmez yazardım. Cevap beklemek de ayrı bir heyecandı.

Cep telefonlarından önce ev telefonları tek seçenekti sesli iletişim için. Aranan bulunamadı mı, tekrar arar, aradığımızdan haberdar etmeye, derdimizi anlatmaya çalışırdık.

Web siteleri yokken, yazdıklarımı okutmanın yolu çevremdekilerin eline tutuşturmaktı. Yazdıklarıma fazla güvenmediğim için mi, ya da yolunu yordamını bilmediğim için mi bilmem, dergilere veya gazetelere yollamayı düşünmezdim. 1991'de e-postayı bana anlatmaya çalışan Danimarkalı hocamı anlamamış, ne demek istediğini kavrayamamıştım. Batının gereksiz ayrıntılarındandır, diye düşünüp, yine de saygıyla dinleme rolü kesmiştim.1998'de ilk kez bir e-posta adresim oldu. O zaman hocamın ne demek istediğini anlayıp, kendi kendime gülmüştüm. Yıllar geçtikçe bu konuda da 'tekâmül'lerden geçip, mailleşme etkinliğinin faydalarına eriştim.

Kronolojik kişisel teknoloji tarihimi anlatmak değil niyetim. İletişim ve paylaşım adına nerelerden, nerelere geldiğimi ve belki de daha nerelere gideceğimi, yazarak düşündüm sadece. Halihazırda 'blog sahibi ne yapar, blogunu nasıl kullanır... vs' cinsi sorular var kafamda. Hafif bir ne yapacağımı bilememe, ne yazsam merakı ve biraz da utanma halindeyim. Alışırım bir süre sonra, diye akışa bırakıyorum bu soruların cevaplarını bulmayı.

İlk...

Merhaba,
Bakalım içimden neler çıkacak? Ben de merak ediyorum neler yazacağımı...