25 Mayıs 2012 Cuma

"SONSUZ UNUTUŞ" Kadir Aydemir'in Yeni Kitabı



Geç bile kalmıştım alıp okumak için... Çok yoğundum, öyle böyle değil. İçimdeki ses sürekli kızıyordu bana: "Ayıp ediyorsun. Kadir'in kitabı çıktı ve sen hâlâ zaman yaratamadın." diye. O sese cevabım ise: "Tamam, tamam mutlaka okuyacağım ama gel geç zamanlara sıkıştırmak istemiyorum. Belli ki metroda, otobüste, iki hasta arasında, oyun provasının boşluklarında falan okunacak ya da o aralara sıkıştırarak okunmayı hak eden bir kitap değil. Bekle de işlerimi ve kafamı bir düzene sokayım," oluyordu hep. Sonunda dün aldım ve tam tabiriyle "bir avazda" okudum.

İlk otuz sayfayı içtiğimde, su gibi akmasının yanı sıra yazanın avaz avaz çığlıkları, okuyanın çığlıklarına karışmış haldeydi. Başımı kitaptan kaldırdım ve bitmesini bekleyemeden, o satırların sahibine hemen yazdım: "Bu nasıl bir derinlik, nasıl bir imgelem, nasıl bir ifade gücü ve duygu fırtınasıdır sendeki" diye...

Öykünün dünyasını yaratırken beş duyuya hitap etmek ve okuyanın beş duyusunu da harekete geçirmek lazım demişti, bir hocam, bir zamanlar. Kadir'in yarattığı dünya ile sesleri duyar, tenlere dokunur, dildeki tadı hisseder, o mekânları ve insanları görür, denizin kokusunu duyar hale geliyorsunuz. O satırları yazdığı coğrafyaları ola ki biliyorsanız, kendinizce hemen tanıdık bir yer beliriyor gözünüzün önünde. Bilmeseniz de canlanıyor her haliyle. Örneğin; İzmir demiş bir yerde... Deniz kıyısı, demiş... Kayık, demiş... Benim gözümün önüne hemen Pasaport geldi. Doğruluğu hiç önemli değil, ama ben gördüm o masada yalnız oturan adamı. "Yalnız ve masa... Masa ve ben" diyordu, boyaları çıkmış, ipi denize düşümüş kayığa bakarken o... Ya da bir gün daha yaşamak isteyen yaşlı adamın gazetesini cebine sokuşunu... Ya da acıkıp ağaç ağaç meyve arayan gençleri... Veya tüyleri bacakta hissedilen köpeği... Hatta yerinden kalkıp yemeğe laf eden meftayı... Hepsini gördüm, duydum, kokladım, dokundum ve tattım.

Öylesine bırakamadım ki elimden, öylesine girip de çıkamadım ki o dünyadan, o anda gerçek hayatımın gereklerini yaparken de okudum. Yemek yapmam gerekiyordu, ocağın başında durmam... (Bakın gene de araya sıkışmak zorunda kalmış, o kadar direnmeme rağmen). Elimde kitap, gözümde gözlük, tünedim tezgaha, ocağın yanına. Kızım geldi, gülümsedi, "tam fotoğraflıksın" dedi. Deklanşör ustası kızım... :) Başımı zorla kaldırıp gülümsedim ve "bak, bunu İzmir'de yazmış. Pasaport'ta oturmuş sanki" dedim, satırlarını ona da okuturken. "Evet, tıpkı orası gibi" dedi.

Bitti kitap aynı akşam. Su gibi aktı demenin yanı sıra ateş gibi de yaktı demek lazım. O kitaptaki seslere ve duygulara kulak tıkamamak lazım. "Hep yaz sen..." diye dilemek lazım... Okuyun, su gibi akın, ateş gibi yanın, özdeşleşin, gerilere gidin, bugüne bakın, geleceğe uzanın...

Beş yılda yazmış, dile kolay. İçi dolu dolu çağlamış beş yılın çağlayanlarında ve çıtır çıtır yanmış alevlerinde.