30 Kasım 2010 Salı

BERABER VE SOLO YALANLAR

Şimdi Allah için hiç olmazsa kendimize dürüst olalım da, bir düşünelim: ayak üstü mecburen atılan yalanlarımız yok mu? Bir de renk biçilmiş bu yalanlara: beyaz! Beyaza haksızlık edilmekle birlikte, zararsız, lekesi yok, temiz sıfatlarıyla süslediğimiz bu yalanlar renksiz kalmasın istenmiş herhalde. Zarar veren, üstü leke dolu ve ruhu kirleten yalanlara ne renk beğenmeli acep?
Tabii bu yalanlar senfonisine bayılmıyoruz, yani en azından bize söylendiğinde ve yakaladığımızda. Ne var ki, paçamız sıkışınca da yardımını istiyoruz.

Tezgahtar yalanları:

"Hanfendi pantalon inanın çok yakıştı." Yahu bir baksana ey insan, neresi yakıştı? Ya dikişinde hata var, ya bedenime uymadı, ya da gerçekten yakışmadı.
"Giydikçe açılır, merak etmeyin." Hıı evet, tabii. Bir üst beden olmayınca, ille de zıbın gibi yapışmış giysiyi kakalamak mı lazım?
"Bir tanesi sorun çıkarsın, hepsini geri getirin." Götürün, götürün de sizi tanımasınlar. Halbuki tek yetkisi malı satmaktır.
"Elimde kalmamış beyefendi, siz girmeden biraz önce son parçayı sattım." Ay bi satış var ki, sorma gitsin. Piyasaya yetişemiyor yani.
"İmkansız, daha ucuza bulamazsınız." Öyyle de fedakardırlar yani. 'Kiminin parası, kiminin duası' durumunda sadece duaya mı talim ediyorlar acaba?
"Kurtarmıyor abla, bak inan zararına satıyorum." diyosunn??
 
Öğrenci yalanları:
 
"Çalışıyorum, çalışıyorum, gene olmuyor." Dur acık dinlen ayol.
"Aslında sorular çok kolaydı." Ama sen zorlarına mı alışkınsın bebeğim?
"Hiç çalışmadım, ama nasıl olduysa 95 aldım." En gıcık tip de budur.
"Hocam otobüs bozuldu." Ah ah o otobüsler yok mu...Hepsini araba mezarlığına atmalı.
"Valla notlar bende de yok." Bencilliğin notları var ama galiba.
"Çok kolay bir ders. Ben hep 100 alırdım."
"Ben ders çalışsam ooohoo.."

Arkadaş yalanları:

"Kaç kere aradım, ulaşamadım sana."
"Aa şimdi ben de sana geliyordum."
"Sen kapa şimdi, ben seni arıycam birazdan."
"Kontürüm kalmadı. Sen ara beni."
"Ayıp ettin, valla kimseye söylemem."
"Aradım valla yoktun."
"Arkasından değil, burada olsun yüzüne de söylerim."
"Bilsem söylemez miyim???"

Sevgili yalanları:

"Seni sevdiğim için yapıyorum bunları."
"Önemli olan ruh güzelliği canım."
"Senden başka kimseyi sevmedim."
"Şimdi ben de seni arayacaktım."
"Sen herşeyin en iyisine layıksın."
"Şimdi seni düşünüyordum."

Ah be canım kardeşim, dua et ki; aşkın gözü kör, kulağı sağır, IQ'su sıfır.

Ticari yalanlar:


"Abi İş Yarın tamam."  
"Öğle tatili yapmıyoruz."
"Orijinal yedek parçası."
"Telefon şehirler arasına kapalı abi be."
"Burada torpil geçmez kardeşim."
"Çocuğu çoktan yolladım, birazdan sende."
"Piyasa çok kırık, çek senet geri dönüyor."
 
Şoför yalanları:
 
"Valla girilmez levhasını görmedim memur bey."
"Ben karşının taksisiyim."
"Bozuk yok abla, yeni açtım kontağı."
 
Ev sahibi yalanları:


"Yemeğe kalsaydınız."
"O gün gelseydiniz, sofrayı donatmıştım. Kaçırdınız inan ki."
"Canınız ne çekiyorsa, ondan pişireyim şekerim."
"Yok yok bir şey getirme, ben her şeyi hazırlarım."
"Çok özledik sizi."
"Aa sıraya mı bakılırmış, her zaman bekleriz."

Daha dolu vardır. Hele de karı-koca, gelin-kaynana, hasta-doktor,  temizlikçi bayan-evin hanımı, ebeveyn-çocuk arası yalanlarına girersek :))) Yok mu artıran??

27 Kasım 2010 Cumartesi

FASULYELİ MİM


Aydan Atlayan Kedi'ciğim  ( http://aydanatlayankedi.blogspot.com/ ), "Şimdi sizden anılarınızla, anılarınızın değeriyle ve onları yüklediğiniz eşyalarla ilgili bir yazı yazmanızı istiyorum." diye gelen mim'i bana da paslamış. Sağolsun. Şimdiye kadarki en anlamlı mim buydu herhalde. "Mim sevmem" diyenleri bile harekete geçirip, zevkle yazdıracak bir konu.

Önce hangi eşyayla ilgili yazsam diye kararsız kaldım. Şöyle bir göz gezdirdim eve ve içime. Ona baktım bir anı, şuna baktım başka anı... İçlerinden beni gerilere götürenlerinde karar kıldım; birkaçı içimi acıtacak olsa da. Hatta bu vesileyle o eşyaların hatırlattıklarına vakit ayırmış oldum. İyi oldu...

Çocukken babamın işyerine gider, bilumum kırtasiyeyle oynardım. Bu türden malzemelere hep çok ilgi duymuşumdur. Zımbalar, eski tür damgalar, onların mürekkepliği, dolma kalemler, kurutma kağıdı işini gören yarım daire şeklinde bir nesne (adını bilmiyorum ama eskiler bilir) ve daktilo. Ha bir de siyah, irice, ağır, kordonlu ve tekerlek şeklinde çevirmeli telefonu da çok severdim.  Ama en çok daktiloyla vakit geçirirdim. "Woodstock" marka yerinden kaldırması zor bir daktilo. Okumaya ve yazmaya merakım o zamanlarda da vardı. O yılların modası olan Gelişim ansiklopedilerinden hoşuma giden bir konu seçer, okur, sonra da özetini daktiloda yazardım (amma acayipmişim). Ya da şiir, kompozisyon... Yazdıklarımı da zımbalar, damga vurur, zarfa koyar ve akşam eve getirip anneme gösterirdim. Maksat her şeyi kullanmış olmak olsun :)
Babam emekli olunca, dibine düşmüş bir armutun babası olarak, yazılarını o daktiloda yazmaya başladı. O zamandan itibaren evimizde çat çut daktilo vuruşları duyulur oldu. Bazen gece geç vakitte yazacaksa, kapıları kapatıp da yazardı. O sesler bizi hiçbir zaman rahatsız etmediği gibi, melodik de gelirdi. Uzun yıllar onunla üretti yazılarını. Sonra bilgisayarlar yaygınlaştıkça, kolaylıklarını gördükçe kendine bir tane aldı. Daktilo da antika eşya olarak korunmaya alındı. İşte o zaman, babam bunu bana hediye etti. İkimizin parmak izleriyle dolu bu yakışıklı eşya daha da değerlendi gözümde.
Salonumuzun baş köşesinde ihtişamı ve anılarıyla duruyor yıllardır. Bize şahane bir baba olması ve "ardında eser bırakmak" adına kitapları kalmış olan babamızdan kalan bu daktilo hem nadide bir antika, hem de baktıkça gülümseten ve babamı özleten bir eşya.

Onun biraz ilerisinde de sallanan sandalye... Eşimin bekârken hep isteyip de, buralarda bulmakta zorlandığı için ancak evlendikten sonra alabildiğimiz sandalyemiz. Önceleri kapanın elinde kalan bu sandalye, daha sonraları uykusuz gecelerin dostu ve çaresi oldu. Gazları nedeniyle uyuyamayan, dolayısıyla uyutmayan oğlumu omzuma yaslayıp birlikte sallanırdık. Bazen halim varsa bir de ağırdan bir melodi mırıldandığım zamanların kurtarıcısı. Annelik refleksiyle onu kucağımdan düşürmeden, bazen benim de uyuyakaldığım bir kucaktı sanki o. Bakıcılara bırakmak zorunda kaldığım çocuklarımı, ayakta sallanmaya alıştırmamak adına sığındığım bir salıncak. Çocuklar büyüdükçe onu kendilerine oyuncak ettiler; zavallıcık sallanmaktan helâk oluyordu :) Bir arkaya, bir öne... Ve o arada da zıp diye üzerine binmeye çalışmalar... Şimdilerde ise kalabalıklaştığımızda, sadece koltuklarda yer olmadığında başvurduğumuz eski dost.

Mutfağa doğru ilerleyince, şu an içinde zeytinyağlı çalı fasulye yemeği olan tencerem. Gülmeyin ama yaa... Her Anneler Günü'nde, "belki seneye ben olmam, benden sana bir hatıra olsun" diyerek bana bir mutfak malzemesi alan, son yıllarında da anneme aldıran anneannemden hediye. Her genç kızın evlenmeden önce mutfağa alışmasına, ev işlerinden anlamasına çok önem veren o tonton kadın, ölene kadar buna verdiği önemi azaltmadı. Bu sayede bir sürü tencerem, tabağım, bardağım oldu. Bir keresinde de elektrik süpürgem. Onu anmamız için tencere tavaya hiiiç de ihtiyaç yoktu aslında. Ama o, mutfağın önemini de unutmamı istemedi sanırım.

Bunlar bir sürü anı yükü eşyadan seçilmiş olanlar. "Şunu da yazsam, aa evet bunu da" dedirtenleri mahsun bırakmak istemezdim, ama bu vesileyle onlara sımsıcak bir gülümseme yolladım ve kalbimden kocaman sevgilerimi akıttım. Açıkçası bana güzel şeyleri hatırlatanlara torpil geçtiğimi itiraf etmem lâzım. Zira 'yazıklar olsun', 'iyi ki çıkmışlar hayatımdan' veya 'ne aptalmışım' minvalindeki anıların, istense de akıldan çıkmayan öznelerini gıyaplarında anmaya elim varmadı. Oh canıma değsin :)

Bu özel ve güzel mimi blog'larının formatları gereği ve ne yazacaklarına olan merakım nedeniyle çok değerli Leylak Dalı, Momentos, Ben Nessuno, crazywomenrosemary, Deli Anne, Minimalist, Öykü ve Beter Böcek'e pas ediyorum (daha çok mimlemek isterdim aslında). Zor gelmezse, severlerse, vakitleri olursa yazsınlar. Yoksa 'teklif var, ısrar yok' ;)

26 Kasım 2010 Cuma

ADAM OLACAK ÇOCUK

Çocukken "büyüyünce ne olmak istiyorsun" şeklindeki bayıcı soruya (ki o zaman bayıcı gelmiyordu), değişik dönemlerde farklı cevaplar verdim hep.

"Pastaneci olmak istiyorum";
Çocukluk işte... İstediğim kadar pasta, çörek, börek vs yiyebilmemi sağlayacak tek meslek buydu benim için. Hani bir de iştahı kabarık bir çocuk olsam. Yoo, öyle de değildim ama 'çocukluk halim'in iştahı fazlaymış zaar. Charlie'nin çikolata fabrikasındaki arsız çocuklar misali, para kazanma derdiyle değil, dilediğimce pastalara dalıp çıkmak niyetiyle çok hayal kurmuştum. Netekim, kazık kadar üniversite öğrencisiyken, bir arkadaşımın pastane sahibi amcası vardı. Bir gün beni de aldı götürdü pastaneye. Kulise de girdik haliyle. Ve ben, tepside kalmış susamları bile beş parmağımı yalaya yalaya yemiştim. Krem şantileri de parmak marifetiyle hüplettiğimi itiraf ediyorum.

"Çocuk doktoru olmak istiyorum"
Kendimi bildim bileli çocuk sevdim. Önceleri kendimden küçük bir kardeşim olsun istedim hep. Ama bunu istemeye başladığımda, annemler o defteri çoktan kapatmışlardı. Yine de sipariş verdim ama dinlemediler beni. O zaman da okulda, sokakta kimsesiz çocuk bulsam da eve götürsem, onu kendime kardeş yapsam diye bakınmaya başladım. Millet kedi köpek götürür, ben insan yavrusu. Hatta ilkokul 3 ya da 4'teyken, yağmurlu bir günde, okulun bahçesinde ıslanmaktan sıçana dönmüş bir kız çocuğu gördüm. Gözümde japon çizgi film kahramanlarınınkine benzer bir ışık parladı. Hemen yanına seyirttim. Önce hafif bir yardımcı olma ayağı çekip, ardından hemen "evin, ailen var mı" diye sordum. Sonuç tabii ki hüsran.
Sonra artık oyuncak bebeklerimle idare etmeye başladım. Bir gün bir tanesiyle oynarken, ona söz verdim: "büyüyünce çocuğum olmazsa, mutlaka evlât edineceğim" diye (yani ben büyüyünce anne de olmak istiyordum). Ve eşimle artık çocuk sahibi olma zamanımızın geldiğine hükmettikten bir süre sonra hâlâ olmadığını görünce, o sözüm geldi aklıma. Tam sözümü tutayım diye niyetlenmişken, çubukta 2 çizgi göründü.
Demem o ki, çocuk delisi bir vatandaş olarak, hasta çocuklara şifa dağıtmayı istedim bir aralar. Hasta da olsalar, bol sayıda çocukla olmaktı niyetim. Niye vazgeçtiğimi aşağıda anlatacağım.

"Avukat olmak istiyorum"
Evet, haksızlığa dayanamam  a dostlaaar!! Hakkımı yedirtmediğim gibi, yedirtene de kol kanat olurum. Gerekirse onlara alt yazı geçer, yine de savunmalarına yardımcı olurum. "Şunu şunu dedin mi" diye sorduğumda, gerekenleri söylemeyen birinin yerine geçip, muhatabının yanına uçan tekmemle ulaşıp, "ayrıca bir de bıdı bıdı bıdıııı" diyesim gelir. Bunun da vazgeçiş nedeni ilerleyen satırlarda zikredilecektir. Sakin olunuz (sakinseniz de, aynen devam ediniz).

"Psikolog olmak istiyorum"
İnsanları avutmayı seviyorum. Mutsuzluklarına elimden geldiğince çare üretmeyi seviyorum. Dinlemeyi seviyorum. Başka bir bakış açısı sunabilmeyi istiyorum. Ha bunu kendimde ne kadar uygulayabiliyorum.. Zaman zaman çok zor. Bazen de şıpın işi.

Çocuk doktorluğu, avukatlık ve psikologluktan vazgeçme nedenim ise duygusallığım idi. Özdeşleşme endişem ve karşımdakinin sorunlarına fazla girip, kendimi de onu da yorma kaygım. Hatta daha da ileri gidip, bir güzel oturup ağlama eşliğine de girebilirdim. Hele hele bir çocuğun kaybına tanık olma ihtimalini düşününce bu hayallerimi kenara çektim.


23 yıldır yapmaya devam ettiğim mesleğimde, hem çocuklar var, hem de psikoloji. O yüzden bu mesleği ve uzmanlığı seçtim. Her meslekte olduğu gibi stresler oluyor tabii ki ama büyük problemlere neden olmadı şimdiye kadar. İnşallah bundan sonra da olmaz.
Hastalarım mı bendeki çocuk tarafı canlı tutuyor, benim zaten çocuk kalan tarafım mı hastalarıma iyi geliyor bilmiyorum. Ama neden-sonuç ilişkisine bakmadan diyebilirim ki, elim ayağım tutana kadar bu işi yapmak isterim.

(Not: halihazırda 'yaşlanınca' oyuncu ve yazar olmak istiyorum.)
:)

25 Kasım 2010 Perşembe

MOMENTOS'A MEKTUP


Sevgili Momentos,

Mektubunu okur okumaz yazmaya koyuldum. Beklemiyordum bana yazmanı, çok şaşırdım, ama tahmin edersin ki çok da sevindim!
Sağol, çok iyiyim. Umarım sen de iyisin.
Evet ruh durumumu pek gizlemeden, biraz da akışına bırakarak yazar dururum ben böyle. Ve öyle de denk geldi ki, sevinç ve hüzünleri bu aralar art arda yaşadım. N'apalım, yeter ki sağlık olsun, diyor ve gittikçe tatlı anneme benziyorum :)

Jean Manson... ve "Avant de nous dire adieu".. Çokk severim. Gençlik yıllarımı hatırlatıyor. Ne dendiğini bilmeden hani yabancı şarkılar ezberlenir ya, bu da onlardandır benim için. Hatta nasıl yazıldığına hiç dikkat etmemişim, daha önce. Şimdi bakınca, ayıptır söylemesi yakın zamanda çok idmanlı olduğumdan, ne anlama geldiğini de hemen anladım ;) Sanırım "biz hoşçakal demeden önce" diyor sevgili Jean. Bizim frenk elması buradayken, maksat fransızca patırdatmak olsun diye, arka arkaya birkaç nostaljik fransızca şarkının adını söylemiştim ona. Ama hani, sanki bir şey anlatıyor gibi: "si tu savais combien je t'aime, parole parole. Et si tu n'existais pas. L'ete indien, milord?" şeklinde cümle söylercesine :) Kulakları çınlasın, çok gülmüştü.

Şimdi burada da çok yağmur yağıyor. Tipik İzmir yağmuru; bir duruyor, bir indiriyor. Hafif de serinledi, ya da bana öyle geliyor. Ben hep üşürüm. Yazın da hep pişerim. Bir ayar tutturamam yani. Benim kesin termostatım bozuk. Adaptasyon sıfır. Üzerimde eşofmanlarım, ayağımda kalın çoraplarım, sırtımda annemin eseri bir şal ile, ahududular gibiyim şu an :) Saçımı da ensemde topuz yapsam, tam olacaktı, ama saçım fönlü, bozasım yok :) Zaten bütün gün de ara ara ezberlemeye çalıştığım Nina rolü yüzünden hafif dağıldım :) Aa evet, ben tiyatro kursuna gidiyorum. Geçen sene de gitmiştim, devam ediyorum.

Hepimizi bir yerde toplamaktan bahsetmişsin ya; inan bazen bunu düşünmüyor değilim. Çünkü bu kadar sıcak yazışmaların olduğu bir insan grubunun sanalda kalması yazık. Gerçi her birimiz saçılmışız değişik yerlere. İzmir'de kimler var bilmiyorum bile. İstanbul, Ankara, Antalya, Kocaeli, Çanakkale, Aydın'da olanlarımız var, hatırlayabildiğim kadarıyla. Düşününce, bir araya gelsek, gerçekten de inanılmaz bir mozaik olurduk.

Senin bana mektup yazdığın saatlerde, sanırım, yaptığım böreğin üstünün kızarmasını beklemekle meşguldüm. Fırının penceresinden habire pembeleşme testi yapıyordum. Evdeki ergenler ancak doyar diye, koca bir tepsi börek yaptım; bir sürahi de ayran (maksat kola istenmesinler). Of of nasıl daldılar, çıktılar tepsiye :)) O arada günlerinin nasıl geçtiğini anlattılar. Sonra da sınavları nedeniyle kapandılar odalarına.

İşte böyle Momentoscum... Kağıt-kalem-zarf tadında yazdığın mektubuna karşılık vermesem huzur bulmazdım. İnceliğine çok teşekkür ediyorum! 
Dayımgillere selam söyle. Bir akşam kaynımlarla oturmaya gelcez :)

Sevgilerimle...

Mükü

(Not: İşbu mektup sevgili Momentos'un başlattığı mektup silsilesine içtenlikle karşılık vermek amacıyla yazılmıştır. Onu sevgiyle kucaklıyorum. http://sezerozsen.blogspot.com/ )

MARTI

Uyusam.
Hiçbir yere yetişmeyecek şekilde.
Bir uyansam.
Yağmur yağmış olsa.

Uyudum.
Yetişecek hiçbir yerim yoktu.
Bir uyandım.
Yağmur yağmış.

Çalışsam.
Dağılmadan, telefon çalmadan.
Bitirsem.
Hepsi tamam olsa.

Çalışıyorum.
Dağılarak, telefon da çalmıyor.
Bitiremedim.
Daha iki sayfam var.

Yağmur.
Güneşle oynaşarak yağıyor.
Bitirmeliyim.
Çehov kızmadan.

Treplev'in Nina'ya bitmeyen aşkı.
Nina'nın tiyatroya bitmeyen sevdası.
Treplev'in umutsuzluğu.
Nina'nın gelgitleri.
Treplev Nina'yı, Nina martıyı unutmamış.

Unut.
Çalış.
Ezberle.
Nina ol.

24 Kasım 2010 Çarşamba

DAHA '40 SENE ÖNCE' ANNEMİZİN KOLARINDA YAŞARKEN

İlkokula başladığımda ablam beşinci sınıfa gidiyordu. Genelde naturamda yırtıklık olmasına karşın, o koskoca okulda bit gibi hissetmiştim kendimi. İki bina vardı, o kossskoca bahçede. Allah'tan benim olduğum bina yeni binaydı da, eski binanın bana ürkütücü gelen yüksek tavanlarında kaybolmayacaktım. O eski binanın tarihin izlerine ev sahipliği ettiğini değil bilmek, anlamak bile istemiyordum; ödüm kopuyordu o binadan. Ama ne yazık ki, ablamın sınıfı oradaydı. Teneffüslerde arkama bile bakmadan, topuklarım popoma vururcasına, "nasılsa ablam orada" avuntusuyla ve onun beni sarıp sarmalayacağından emin, binanın içine kendimi atardım.
Hani ıssız bir yoldan geçerken,
Hani bir korku duyar da insan,
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey... misali, içimden mırıldanarak tek nefeste ona ulaşmaya çalışırdım.
Minicik, sarı kafalı, fıldır bakışlı, siyah önlüğü henüz gıcır halimle, korkum ve her ders bitiminde ablamın sıcaklığına uçmak/sığınmak isteyebileceğim tahmin edilemezdi. Çünkü korkumu attığım an, ben hemen 'ben' olup, durmayan çenemle bıcırdamaya başlardım. Ama hâlâ okullu ve annemden uzak olmaya alışamamıştım. Bizim neslimiz anaokulu çocukları da değildi; biz direkt 'evden-ilkokula' bebeleriydik.

Öğretmenim ve sınıf arkadaşlarım iyiydi aslında. Yoklamada sürekli yok sayılan bir öğrenci dışında herkes sınıfta olurdu. Meğer o çocuk da, okulun açılmasına yakın sünnet olmuş; pansumanları bitmemiş de ondan başlayamamış okula. Anne babasındaki de ne akılsa, oğullarının 'sünnetli olduğu için hayatının ilk okul günlerine geç başlayan çocuk' diye tanınmasına göz yummuşlar. Ya da bazı makaracılar tarafından 'pipisi okula gelmesine izin vermemiş' deneceğini hesap edememişler. Bilirsiniz, çocuklar, birbirlerine karşı çok acımasız olurlar. Yazık ya, kim bilir ne utanmıştır çocukceğiz. Gerçi sonradan geldi ve sınıfın en çalışkanı oldu kerata. Kerametin sünnette olduğunu sanan ve henüz sünnet olmamış bazı oğlanlar, bu çalışkanlığı yakalayabilmek için, sünnet tarihlerini ikinci sınıfın hemen başına almayı isterlerdi. Bu sene kaçmıştı artık :))

Çok disiplinli bir öğretmenimiz vardı. Şöyle bir baktı mı, sustalı maymun halt ederdi yanımızda. Bir bakışıyla idrarı tutan bütün kaslar felç olabilirdi. Ama çok da iyi öğretmenmiş; yani tabii ben o günlerde bunu anlayamıyordum. Tek derdim, 'teneffüs olsa da ablama koşsam' idi. Benimle aynı dertten musdarip sınıf arkadaşım Belma'yı sonradan fark ettim. Nasıl mı? O da eski binaya, kendi ablasına koşarken :))
Sonuç: benim derdim, senin derdin.. senin derdin, senin derdin. Biz eski binaya koşmaları bıraktık; okullu olmaya, birlikte oynamaya, öğretmenimizin bakışlarındaki idrar sökücü havaya alışmaya, geç sünnetli çocuğa saygı duymaya ve heceleri birleştirmeye alıştık. Okul artık zevkli olmaya başlamıştı. Sünnet olmadan da çalışkan olunabileceğini kanıtlama yolunda emin adımlarla ilerliyordum.


İlk iki seneyi aynı öğretmenim ve sınıfımla okuduktan sonra, okul değiştirmek zorunda kaldığımda, çok üzülmüştüm. Öğretmenim de beni bırakmak istemiyordu ama koşullar bunu gerektiriyordu. Lafı uzatmayayım, ben o canım öğretmenimi geçen seneye kadar bulamadım. Facebook'ta anaokulu arkadaşlarını bulanlara gıpta ile bakarken, ben kendi ilkokul öğretmenimin izine ulaştım. O sınıftan bir başka arkadaşımın aracılığıyla... Anında o gıptadan kurtuldum.

Gittik.. Ellerini, yüzünü öptüm. İlk anda hatırlayamadı beni. Sonra çözüldü tüm anıları. "Keşke kalsaydın bende" diyecek kadar hatırladı.
Bugün;
Hem anaç/babaç canım ablamın doğum günü,
Hem de öğretmenler günü.
İkisini de aradım, seslerinden sarıldım onlara.
Sağlık, huzur ve mutluluk eksik olmasın hayatlarında, diye...

Şimdi bir düşününce, en çok ilkokula dair anıları daha net hatırlıyorum.  'Alzheimer'da eski anılar kalıyor, ama tazeler daha zor' denmesinden yola çıkarak, üç buçuk atmıyor değilim. Daha çok bulmaca çözmeliyim :) Baktım olmuyor, var olanları allar pullar satarım artık, n'aapiyim yani...

23 Kasım 2010 Salı

SON MİMCİ (ütücüden yeni istifa ettim)



Deepblueeagle ( http://deepblueeagle.blogspot.com/ ) ve http://www.anindayorum.com/ (Lütfi Mutluer) tarafından tarafıma paslanan işbu mim için cevaplarım aşağıda olup, Deep'in cümle blogdaşları mimlemesiyle bana ancak annemi mimlemek kaldı :))) Anneee hadi bi koşu cevapları yazıver :D


En sevdiğiniz kelime: Canım

Nefret ettiğiniz kelime: Anladın mı? (ya da "senin anlayacağın..")

Ne sizi heyecanlandırır: Tiyatroda verilen her yeni ödev, yeni bir kitap, izlemek istediğim filmin başı...

Heyecanınızı ne öldürür: Heyecanımın paylaşılmaması

En sevdiğiniz ses: Çocuklarımın sesi

Nefret ettiğiniz ses: Yemek yerken şapırdanması, diş gıcırdatma (mesleki deformasyon)

Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Turist rehberliği (saçma soruların 3.sünde terkederim ortamı herhalde)

Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz: Çok güzel şarkı söyleyebilmek

Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Yok öyle biri

Nerede yaşamak isterdiniz: Gene İzmir

En önemli kusurunuz: İyiniyetim

Size en fazla keyif veren kötü huyunuz: Uyku

Kahramanınız kim: Sponge Bob :)

En çok kullandığınız kötü kelime: Ayıp bi şey, burada hayatta söylenmez :)

Şu anki ruh haliniz: Yakında toparlanmaya niyetli, isyan alt yapılı, kabullenmiş depresif

Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: İnsanları sev

Mutluluk rüyanız: İnsanların maskesiz ve içten olabildiği, komplekslerden arınmış ilişkiler

Sizce mutsuzluğun tanımı: Amaçsızlık. Sevmemek, sevilmemek.

Nasıl ölmek isterdiniz: Uykuda

Öldüğün zaman cennete giderseniz Allah’ın size ne söylemesini istersiniz: Tam da istediğini yaptım işte, yaşlılıkla fazla sürünmeden aldım seni yanıma. (Mim' ek: cehenneme gidersem---> yanlışlık olmuş, hadi dooğru cennete)

Şaka bir yana, bu mimi sanki yapmayan kalmadı, ama kaldıysa da buyursun buradan allllaşkına bak, ant ettim valla :)

22 Kasım 2010 Pazartesi

BANA RASTLADIM




Hayatın anlamını yitirdiği şu günde, düşündüm..
çok düşündüm.. bi sürü şey...
neyim, ne yapıyorum, ne yapmıyorum..
neler yapmamalıydım, neler yapmalıyım..
bilirsin işte, tipik ölüm öncesi/sonrası hesaplaşmalar..
ille de ölümün tek çizgisinin soğukluğunu mu hissetmek lazım,
bunları sorgulamak için..
ben, zaman zaman sıradışı/zaman zaman gayet sıradan olan Müge..
artık ağlamaktan kirpiklerimin dipleri yanarken,
bir süre sonra ne ve kim için ağladığımı karıştırdım.
canım arkadaşımdan çıktığım hüzünlü yolda,
kendime rastladım.
karşımdaki 'ben' ağzı bile kıpırdamadan,
bu soruları sordu bana..
gözümdeki yaşların sebebi kimlik değiştirdi sanki o an.

ANLAMSIZLIĞIN TAM ORTASI

Neyin anlamı var ki, ölüm geliyorum derken?
Ne denebilir ki, öleceğini bilip dururken?
Ben daha çok yaşayacağım diye utanıyor bile insan,
Benim üzülmem bile anlamını kaybediyor,
O canını kayberderken...
Herşeyi gitsin ama nefesi kalsın,
Bilelim ki, aslında o yaşıyor.
Olsun varsın gitmeyelim gezmelere,
Gülmeyelim birlikte bir şeylere,
Tamam, anamayalım çocukluk oyunlarımızı,
Ama bilelim ki, o hâlâ yaşıyor....


Göz yaşımı görmemeli,
Hüzünle bakmamalıyım yüzüne.
İyi de gülmek bile yavanlaştı şimdi,
Yaklaşırken son gününe.................

21 Kasım 2010 Pazar

TEPKİM FIŞKIRDI


Tatlı dilli olmakla, yalakalık yapma ve anlamlı sözler sarfetmekle, nabza göre şerbetin şakülünü kaydırma arasındaki farkı fark edemeyen yazılar okudukça pes'lerimin s'leri artıyor. Blog yazarı ile yorumcular arasındaki 'al gülüm, ver gülüm'lerin bini bi para... Bir mıç mıç muhabbettir gidiyor. İyi de blog yazısı yazmak ve bu yazılara yorum eklemenin raconu bu değil ki. Yazar, okurların neresinden yakalayacağını kendince keşfetmiş (negatif başarı); çünkü gayet sıradan ve had safhada demode psikolojilerden dem vura vura bir hal oluyor. E bu da nasıl bir etki yaratıyor: "ayy evet evet bence de şeker...", "sanki beni yazmışsın ayol", "yazıların içime değdi, dokandı valla kardiş" minvalinde agucuklu gugucuklu bir öpücükler silsilesine dönüşüyor. Körlerle sağırlar birbirlerini ağırlamaktan yorulmuyorlar. Yorumcuları bile aşan yazar da, onlara elinin içine kondurduğu öpücüğü üfleyip duruyor: "ay sen de şahanesin yavru kuş", "aa ne demek, sen benden de üstünsün pisi pisim"lere bezenmekten bıkmıyor. Bir maskeli balodur gidiyor.
Hayır yani, yazılara da bakıyorum: nasıl ıkınarak bir samimiyet yaratma, nasıl bir sahte içtenlikten pörtlemiş ifadeler sağanağı içinde, inanılır gibi değil. Bu yazılar, genel geçer deneyimlerin, rafine edilmiş ve imbiklerden damıtılmış, en bi arı fazına erişilmiş gibisinden sunumu ki, sanırsınız yazar erenlere karışmış ve şimdiye kadar hiiç kimselerin bin kere yazdığı şeyleri yazmıyor.
Tamam tabii ki, ben de sürekli özgün yazılar yazmıyorum ve de tabii ki yorumlarımda övgülere yer veriyorum. Ama takıldığım öz şu ki, müşteri sayısını artırmak adına yapılıyormuş hesabının bas bas bağırdığı cilalı yazılar ve yorumlarla da bir tutamıyorum kendimi.
Allah aşkına, samimiyeti ve can-ı gönülden söylenmiş sözü, yazılmış yazıyı hissetmez misiniz?? Ya da yazmak olsun, söylenmiş olsun diye olanları? Terkibine ruh katılmamış yemeğin yavan tadı gibi olmuyor mu bu türden yazılar da?
Niye mi yazdım bunları? Hayatta en dayanamadığım şey sahtelik ve samimiyetsizlik de ondan... Yoksa Allah hepsini birbirine bağışlasın, yaşasınlar mesut bahtiyar, bana ne...
Dayanamadım yazdım, üstüne üstlük duramadım yayınladım. Benim insanlarımdan kimse üzerine alınmasın, bizden uzak beyinsel ve kalpsel adreslere bu tepkim. Yakında izleyici sayımda azalma olursa, anlayın ki, o kendini zaten anladı ve belki kızıp/belki küfredip gitti...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ana Kucağından Koca Kucağına :(

Yaren, Rabia, Büşra.

Midyatlı yavrular... Çocuk her yerde çocuk. Koşullar, ama her türlüsü şekillendiriyor yaşamları: maddi, iklimsel, geleneksel koşullar...
Bu yaşları belki de en güzel, en rahat yaşları. Üç beş yıl sonra evlenme yaşları gelecek ve neredeyse hiçbir güç engel olamayacak buna. Okumak isteyecekler belki, ama törelere karşı duramayan bir babanın kızıysa, eli kalem değil ekmek hamuru tutmaya başlayacak. Kızını evlendirmek istemeyenler, kızlarında kusur var diye yaftalanacak belki. Bedenen ve ruhen henüz anlayamadığı ergenliği, kadınlık olarak devam ettirecekler. Çocuk doğurabileceği yumurtaları oluşmaya başladığı an, davul zurna sesleri yankılanmaya başlayacak. Oralarda ergenlik bilinmiyor, doğurganlık biliniyor. Bizim buralarda çocuklarımızın ergen psikolojisini anlayalım diye kitaplar devirdiğimiz dönemde, yaşıtları belki de hormonlarla geliştirilmiş bedenleriyle annelik ve eşlik yapmaya geçmiş olacaklar. Kendilerinde yarım kalan çocukluğu, kendi doğurdukları çocuklarda devam ettirecekler. Kafalar değişmezse, o çocuklarda da gençlik, direkt yetişkinliğe geçerek hızla ray değiştirecek. Bu kızları alıp kaçırasım, ya da evlerine gidip ana-babalarına saatlerce konuşasım geldi. Ben bile bu kadar çaresiz ve çırpınmalarda hissediyorsam kendimi, okumak/büyümek isteyen bir kız nasıl hissediyordur kim bilir...
Mardin'de bir duvar ilanı.. "Çocuklarımızın geleceğini erken evliliklere kurban etmeyelim".
Ümit vaad eden bir ilan. Tek yerde rastladım buna, ama yine de sevindirdi beni. İlanın önünde tören yapasım, dualar düzenleyesim geldi. "Duyun, okuyun, uygulayın"... "İnşallah bu çağrıya göz atan, kulak veren, kale alanlar çıksın" diye...
Yoksa annesinin yanında ekmek yapmayı öğrenen, bu hamurla pişen bu kız da aynı yolun kurbanı olacak. İki günde bir yapılan, yirmi tane ekmekle ancak doyan 9-10 çocuklu bir aile yaratmak zorunda bırakılması işten bile değil.


Şanlıurfa'da bilinçli ve özverili bir ilköğretim okulunun müdürü gibi eğitmenler sayesinde okuma oranı artırılmaya çalışılıyor. İşte bu okulun kapısında bunu teşvik eden ilanlar asılmış. Ben bu okulun adını Facebook'ta açılan bir sayfa sayesinde duydum. Müdür, okuluna bir kütüphane kazandırma amacıyla, kitap yollama kampanyası açmıştı. Çocuklarımdan kalan kitapları buraya yolladım. Yolladıktan bir süre sonra da, şansımıza oralara gitmek kısmet oldu; nasıl sevindim!
PTT kargoyla gayet uygun fiyata yollanabiliyor. Varsa fazla kitaplarınız bu çocuklara yollayın lütfen.
11 Nisan Kurtuluş İlköğretim Okulu
Merkez, Şanlıurfa.
(Müdür Doğu Yalçın)

Zaman zaman şımarıklıkla şikayet ettiğimiz yaşamlarımız aslında ne kadar da kolay, diye düşünmeden edemediğim bir gezi oldu bu... Bir de güzel haber vereyim: Harran'da tanıştığımız bir genç kız, Balıkesir'de İngilizce öğretmenliğinde okuyormuş. Liseden sonra üniversite sınavına girmesini istemeyen babasını "Baba beni okula gönder" ekiplerine şikayet etmiş. Bu sayede şu an üniversiteli. Ve babasına öyle kızgın ki, ondan bir kuruş harçlık almadan okuyormuş. Rehberlik yaparak para kazanıyor. Benim böyle birkaç cümlede yazıverdiğim şu hikayesinin içi neler dolu kim bilir... Hatta tatillerde geldiği memleketine elinde nişan yüzüğü ile geliyormuş, yoksa evlensin diye çevresi rahat bırakmıyormuş.
Durum bu... Elden gelen varsa, bize de tuz katmak düşer bu çorbaya.

(Bu arada bu kıza fransızca da öğrensin diye tavsiyede bulundum mu? Hayır :) Ama belli mi olur, belki ihtiyacı olur bir gün)
:)

12 Kasım 2010 Cuma

ANAHTAR BLOG'UN ALTINDA :)


Blog'um size emanet.
Birkaç gün yokum.
Anahtarı bırakayım da, çocuk Müge'ye bakarak olursunuz.
Gelen giden olursa ilgilenirseniz, sevinirim.
Şeker de koydum, ikram edersiniz.
Siz de yiyin mutlaka..
Eski yazılardan sıkılan olursa, bırakın bi dolansın gelsin.
Gelir geri, merak etmeyin.
Virginia Woolf'u da rahatsız etmeyelim de, yazılarını yazsın.
Ben bir el öpüp geleyim.
Şimdiden hepinizin bayramı kutlu olsun..
Sağlık, mutluluk, huzur eksilmesin....

YAZ DA GÖRELİM


İnsanın okuduğu şeylerde kendini bulması, görmesi, yazılanların gerçekliğini neredeyse ele tutulur, gözle görülür kılıyor. Hayatın tam da içinden seçilmiş olaylar, aslında yazar tarafından bizzat yaşanmamış olsa bile yaşanmışlığa ve gerçeğe sarılmış oluyor. Bu durum, okurda, okuduğu hikayeye sımsıkı sarılma, doludizgin okuma ve o hikayede kendini daha çok bulmaya çalışma hevesi veriyor. Çünkü insanın “kendini” arama serüveni, merakı hiç bitmeyecek. Bunu onun yerine yapan, günlerce gecelerce bu konuda kafa patlatan biri olup da, önüne kitap olarak sunan bir yazara bağlanmamak mümkün mü? İnsanın labirentlerini insana en girift ayrıntılarıyla sunabilen bir yazarın, özünü irdelemeye, hep soru sormaya ve cevap aramaya hevesli bir okur tarafından benimsenmemesi mümkün mü?

Bunu başaran bir yazarın, yüz yüze kalmak durumunda olabileceği sorulardan biri de, yazdıklarının kendi öz hikayesi olup olmadığı olsa gerek. Okurun, okuduklarında insana dair bunca ayrıntı bulması, yazılanların “bunu ancak kendi yaşamışsa yazabilir” şeklinde yorumlanmasına neden olabilir. Evet, yazar da bir insandır; en az okur kadar her şeyi yaşamış, bizzat hissetmiş olabilir. Ama onu, “sadece okuyan”dan ayıran en özel farkları, hayal dünyasının içine giriş çıkışlar yapabilmesi, yaşama farklı açı ve hislerle bakıp irdeleyebilmesi, ulaşamasa bile özlem ve hedeflerini daha cesurca dile getirebilmesi ve “insan”ı gözlem, anlama ve yorumlama konusundaki başarısıdır.

İnsana ve yaşama dair deneyimleri başarıyla yazmayı kotaran bir yazarın bu yorumla karşı karşıya kalması doğal olsa da, haksızlık aynı zamanda. Çünkü bu yorumu, yazarı yazar yapan farkları görmezden gelmek olarak düşünüyorum. Hele de “benzer şeyleri ben de yaşadım, yaşıyorum. Tek farkımız, bunların, bunları yaşamış bir başka insan tarafından satırlara dökülebilmiş olması. Otursam, ben de yazardım. Hatta neden yazmıyorum?” diyen bir okur, hala oturup yazmıyorsa, bu yorumlarından vazgeçip, çenesini tutması gerekir diye düşünüyorum.

Kendiyle yüzleşmeyi becerebilmek, bu cesareti yakalayabilmek ve üstüne üstlük bunu yazarak başkalarının da yüzleşmesini sağlayabilmek, sadece “oturup yazıvermek” eylemi olarak algılanırsa, hem yazara hem de yaşananlara karşı insan hakları ihlalidir. Zihin, kalp, ruh ve bedenin deneyimlerini sadece görüp fark edebilmek bile önemli bir meziyetken, ayrıca dile getirebilme, derleme ve sonuçta kağıda dökebilme, ha deyince yapılabilecek bir eylem olmasa gerek.

Son yıllarda popüler olan bir kavram var: “farkındalık”. Uzakdoğu’nun yüzyıllar önce “farkına” vardığı bu kavram, batının da zihin, ruh ve beden sınırlarını zorlayıp, içine nüfuz eder oldu. Kelimenin telaffuzu ve anlamı çoğu kişi için yeni modaymış gibi görünse de, aslında “yazan insan”ın, yazma eylemini başlattığından bu yana hep yapageldiği şey zaten “farkında”lığını konuşturmaktı. Yazarın, okuruyla köprüler, bağlar ve hayranlıklar kurmasına aracı olan da bu. İnsanoğlunun naturasının barındırdığı somut ve soyut ne kadar kavram ve deneyim varsa, bunların farkına varılması, yüzleşilmesi, cesaretle hesaplaşılması ve daha fazla kendine saklayamayacak hale gelip, okurla buluşmasını kim küçümseyebilir ki?

“Gerçek sanat insanlarının” hep farklı bir noktada oldukları, hayatı başka bir tepeden izleyip algıladıkları bilinir. Herkes gibi nefes alan, yiyip içen, yaşayan bu insanların, yaşamı ve insanı, herkes gibi algılamadıkları kesindir. Onların birer “huzursuz ruh” olduklarını düşünmüşümdür. Bu huzursuzluk ve iç kıpırtısı, sanatlarını ortaya koyma ve bunu paylaşma isteği doğuruyor. En basit haliyle, sadece kendi farkındalıklarıyla yola çıkıyor bile olsalar, onların farklı olduklarını kabullenmeye yeter.

11 Kasım 2010 Perşembe

ÇIFIT ÇARŞISI

Bir Mim silsilesidir gidiyor.
Peki hadi madem gereği düşünülüp, yapılsın.
Cepayna'cığımdan gelmiş ( http://cepaynasi.blogspot.com/ )

"Çantanda ne var anacım?" mimi..

- anahtarlar
- bozuk para çantası
- kart koymalık bir zımbırtı
- 40 yaş üstü için yakın gözlüğü
- 55 yaş altı için hijyenik durumlar
- kâat mendil
- kalem
- küçük bi defter
- telefon
- ruj
- saç lastiği
- ıslak mendiller (oradan buradan arak)
- "hiişştt kızııım şunları yapmayı unutma" kâatları, notları
- bi takım buruşuk fişler

Mimi de Ribellee ve Leylak Dalı'na paslıyorum.. Hadi hayırlı çıfıtlar..

http://ribellee.blogspot.com/
http://leylakdali.blogspot.com

10 Kasım 2010 Çarşamba

SEZON FİNALİ






İşte üç silahşörler... Fularlı olan tatlı frenkciğimiz, diğeri de canım kızım.. Ortadaki de içinden çağlayanları tutamayan anne. Fuları ve çantası yerli malı; Türk'ün malı, her frenk onu kullanmalı. Boynumda ondan bana hediye nazar boncuğumsu bir kolye var. Kızımın da kulağında ondan hediye küpeler var, ama görünmüyor. Fotoğraf da akşam yemek yediğimiz yerde çekildi.

Dün akşam üzeri eve bir geldim; valiz toplanmış. Benim, Avrupa Yakası'ndaki Burhan gibi "anaamm" diyesim geldi tabii anında. Valizin yanında bir tartı; eşyalarını koydukça tartıyormuş. E tabii yanında mandalinler ve narlar bile götürmeye kalkınca, mecburen tartmak zorundaydı :) Lokum, baklava, çerezler, yeni aldığı giysiler derken ağırlık arttı. Ama meyveleri valla ben koymadım; kendi götürmek istedi. Yirmi kilo sınırında kaldı Allah'tan da, ekstra ödeme yapması gerekmeyecek. Zaten o kadar az eşyayla gelmişti ki. İyi de yapmış. O "aman havalı olayım, her gün ikoncan gibi gezeyim" diyen valiz canavarları gibi gelmemişti.

Veda yemeğimiz için hazırlanırken gözlerim dolayım, dedi.
Dolma, dedim.
Dolayım ya bırak, dedi.
Ya yapma, bak ne güzel geçti günlerimiz, sevin ve şükret. Sevdiğimiz, sevildiğimiz bir deneyim yaşadık. Zaten yemeğe gidiyoruz, bir de dua ettik mi Julia Roberts olacağız, dedim. Dinlemedi beni.
Aa kes avutmayı, duramayacağım, şu an bana senin beynin değil, kalbin komut veriyor, sıkıyorsa ona sözünü dinlet, dedi.
Zayıf yerden vurdu, tık diyemedim.
Doldu. Beni utandırdı. Evet, ben ağlarken utanırım. Evin diğer taraflarına kaçtım.
Ne giyeceğimi bilemedim. "Üşürüm gömlek giymeyeyim. İnce bir kazak giyeyim. Yok yok, o çok spor olacak, gömlek giyeyim" cümlelerini 5-6 kez tükettikten sonra, gömlekte karar kıldığımı huzurlarınıza da sundum zaten.

Berbat bir trafikte yola çıktık. Önce anneme uğrayacaktık, çünkü fırsat bulup ne o gelebilmişti, ne de biz götürebilmiştik. Gündüzün yoğun programlarından sonra o yorgunluğunun üzerine, gel anneme gidiyoruz, demek istemedim bir türlü. Bir de annem bize kuru patlıcan dolması yapmış, gelin alın evladım, demişti :)
Trafiğin keşmekeşi yüzünden fazla oyalanamadan, sadece kızlar anneme çıktılar. Frenk aşağı yanımıza geri döndüğünde: "O kesinlikle senin annen. Hem gözleriniz aynı, hem de senin gibi sarıldı öptü beni." demez mi :)
Evet biz sevgisini uzaktan kumandalı yaşayamayan, dokunmatik bir duygu teknolojisinin genlerine sahibiz... diyemedim.
Yemek faslını uzatmayayım. Güzel geçti. Gençler de, aileler de çok mutluydular. Kimse ayrılmak istemiyordu. (Bir Türk kız hariç; çünkü onların frenki asi ve aile kavramından uzak bir kız imiş ve fazla kaynaşamamışlar). Müziklerle hem dans ettiler, hem birlikte şarkılar söylediler. Alışveriş yapmaktan kendilerini alamadıkları için otobüsü geciktiren frenk hocalar da pek gençtiler. Ve çok da sevimli. Onlar İngilizce bildikleri için, içimde patlayan yabancı dil kotamı onlarla doldurdum (Blog adını 'İçimden Patlayanlar' diye değiştirsem mi acaba?).
O kadar hoplayıp zıpladılar ki, bizim frenk terlediği için, askılı bluzuyla dolaşmaya başladı. Eve dönerken öksürüğü iyice artmıştı :( Benden ballı süt yapmamı rica etti. Ben zaten aklıma koymuştum. 

Sabah son kez uyandırmaya odasının kapısından başımı uzattığımda, aklımdan geçen pis düşünceyi tepeleyerek yollamak biraz vaktimi almadı değil: "şeytan diyor, bırak uyusun". Bünyemden fırlayan ikinci Müge, beni arkamdan ite ite yapmam gerekeni yapıp, uyandırdım. İlk günkü gibi omlet yapasım vardı. Tabii ki reddetmedi. Mutfakla oda arasında birkaç kez gidip geldiğimde, bir tanesinde onu gözleri nemli yakaladım. (Burhan yetiiiişşş) Anaaammm... Bu benim bittiğim an oldu. Sakinleştiğimi ve güzel bir gecenin ardından gözlerimle bir kez daha itişmeyeceğimi sanırken, nasıl da aldanmışım.
Hani filmlerde yavaş çekimler olur ya;
Öylesine bir bakayım diye odaya doğru ilerliyorum. Valizini alayım vs diye düşünüyorum. Kendim de adımlarım kadar sakinim. Hatta bu halimle gurur duyuyorum. Odaya yaklaşıyorum. Giriyorum. Gözlerim onu arıyor. Başını bir kaldırıyor, nemli..... Offf bunu yapmayacaktın be frenk gözleri. Beş saniye geçmiyor, frenkin görüntüsü flulaşıyor. Islak görünüyor. Utanıyorum ya, ağzım gülümsemeye çalışıyor. Yok yok ağlamıyorum demeye çabalıyorum dudaklarımla. Karar vermek zorunda hissediyorum kendimi. Ağladığımı fazla görmesin diye, ya gidip sarılacağım, ya arkamı dönüp filmi hızlandıracağım ve kaçacağım odadan. Bilin bakalım ne yaptım? Teknolojimi kullandım.
Eşim sabah çok erken gitmesi gerektiği için geceden vedalaşmıştı. O yüzden kahvaltıda dört kişiydik. Suskunduk. Ama kırmak bana düştü.
"Gider gitmez haber ver"
"Tamam sms yollarım"
"Çok seviniriz"
"Merak etmeyin"
"Yazın da gel"
"Umarım"
"Bir çay daha?"
"Mersi, içmeyeceğim"...
Bu arada duygusal sahnelerde annesinin erkek versiyonu olan oğlum, söylemek istediklerini bir kağıda yazıp verdi ona. "İyi ki geldin. Seni tanıdığıma çok sevindim. Seni özleyeceğiz"... ve birkaç fransızca kelime :))

Okulun onlara ve bizim çocuklara ayarladığı bir otobüsle, okuldan direkt havalimanına geçeceklerinden, son âna kadar yanında olmak için servise ben de indim. Bu defa yukarıdan el sallayan yoktu. Ama o gene de el salladı yukarı doğru. Servisi beklerken de, gülen ağzım ve ağlayan gözlerimle yine de konuşmaya çalıştım. Kızım zaten dumur vaziyetteydi. Konuşsa ağlayacak. O yüzden mahsun mahsun duruyordu. Aslında en çok o etkilenecek haliyle. Akşam olsun da, bir koklayayım onu.

Servis de tam vaktinde geldi :(
Bindi ve gittiler...........

AU REVOIR MATHILDE...

Gitti...

İyi olduğumu söyleyemem..

Dün akşamı ve bu sabahı toparlanınca yazacağım.

9 Kasım 2010 Salı

DOLMAYIN İÇİME KOR TANELERİ


Dün akşam üstü bir anda, aslında dün akşamki yemeğin, evdeki son yemeğimiz olduğu aklıma gelmesin mi.. (İsa'nın ne hissettiğini anladım sanki). Amanın oldum! Çünkü bu akşam veda yemeği var ve bir restoranda tüm frenkler ve misafir eden ailelerle birlikte olacağız.
Göğsümde dalgalanan bir su vardı sanki. Hani içinde yarı akışkan renkli sıvılar olan, sallayınca kar taneleri harekete geçen süsler vardır ya; işte sanki kalbimin çevresinde o sıvı devinmekle meşguldü. Ne akıp giden cinsten, ne yapışıp kalan... Ruhum o sıvıya kaçmış gibiydi. Gözlerim de o sıvının yarattığı karışıklıktan fırsat bulsa yaşlarını salacaktı.
İşten çıktım Tansaş'a girdim. Off orada da melankolik kıvamda bir şeyler çalmıyor mu! Sanki Tansaş bile benim bu halimi körüklemeye çalışıyordu. Çay için girdiğim marketten, "bunu da sever, şunu da sevebilir" diye bir sürü şeyle çıktım. Evde yemek olmasına rağmen, seviyor diye bir de tavuk şinitzel aldım. Biz İzmirliler "çiğdem" deriz, ay çekirdeği bile aldım ya, kendimi ayakta 15 dakika alkışlamak istiyorum. Pesss denmelik bir durumdayım galiba.
Kasada önümdeki amcayla delikanlı ödeme konusunu o kadar uzattı ki, neredeyse, "n'olur bana izin verin, ben hızlıca ödeyip çıkayım, çünkü bu müziklerle birleşen o sıvı, beni ağlatmak üzere" diyesim geldi. Deriiin birkaç nefes alıp, sabrımdan yardım istedim. Oyyhh çok sıkıldım...


O sırada eşim aradı. Evdeymiş ve kızlar yok, biliyor musun nerdeler, diye sordu. Kızım beni aramış ve frenklerin Çeşme gezisinden dönerken, otobüste bir sorun olduğu için biraz gecikeceklerini ve onları okulda bekleyeceğini söylemişti. İyi de, şimdiye kadar gelmeleri lazımdı, diye düşündük. Eşime hemen kızımızı aramasını söyleyip, ben de markette dışarı fırladım.
Apartmandan içeri girip de asansöre binince ne olsa beğenmem? Hangi müzik zevkinin oluşturduğunu bilemediğimiz bir cd dönüp duruyor asansörümüzde. Bazen Abba çalıyor, bazen sosyalist enternasyonel; öylesi bir değişik yani. Bu defa da vıcık vıcık bir yalnızlık şarkısı... Yeteer, gelmeyin üzerime yaa!
Allah'tan market ile ev arasındaki sürede kızlar gelmiş eve. Elimdeki paketleri bıraktığım gibi odalarına koştum, bir sarıldım öptüm onları. Arkadaşlarımdan da öpme siparişleri almıştım, onlar için de öptüm :)
Bu arada otobüste sorun falan çıkmamış, meğer frenk hocalar alışverişi o kadar uzatmışlar ki, geç kalınmış. Otobüs sorunu oldu diyen de bizim hocamız, utandı mı ne...

Sofrayı kızlarla hazırladık, yedik, sohbet ettik. Sıra kalkmaya geldiğinde kalkasımız gelmedi. Kalkarsak, bir daha ne zaman olacağı belli olmayan bu güzel akşam sofrası da bitecekti. Ama kızımın ve oğlumun bugün  sınavları olduğundan, çalışmaya gitmek zorundaydılar. Ben de frenkle masayı topladım. Anam frenk bir konuşuyor, durmak bilmiyor; bıcır bıcır :) Hani lafı lafa bağlamak deriz ya, aynen o hesap. Karşımdaki konuşurken yüzüne bakmamayı hiç sevmem, o yüzden de kafamı çevirip işime devam edemiyorum. E artık ben de dayandım bankoya, koyverdim masayı, tabağı çanağı.. :)
Geçen Mart ayında attan düşüp, ayağını kırdığını ve ameliyat olduğunu anlattı. Ayak bileğinin yanında bir dikiş izi görmüştüm zaten (ayakları da pamuk gibi). Çivileri varmış ve ileride ameliyatla onlar alınacakmış. Benim yüz ifadem anında "vah vah" ifadesine döndü haliyle. Artık at binmeye korkuyormuş, ama hocası kalbini bir kenara bırak ve bin diye ısrar ediyormuş. Oysa bu hiç de kolay değilmiş. Çünkü epey şiddetli bir düşüşmüş, korkusunu yenemiyormuş hâlâ. Ay kıyamam ben sana be frenkcim...
Sonunda mutfaktaki işi bitirdik derken, bir anda bilgisayara koştu ve bana beğendiği oğlanın Facebook'tan fotoğraflarını göstermek istediğini söyledi. Oğlan öyle popülermiş ki, ona bakmazmış, onunla sevgili olmaları ancak bir hayalmiş. Oğlan da kara kuru bir şey. Bizim kaymak frenke hiç yakışmadı yahu :)) Evladım seni daha ne mühendisler, ne parfümcüler, modacılar ister de, Paris moda haftasına katılırsınız birlikte, diyesim geldi de, diyememe nedenimi bir kez daha zikretmeyeyim artık :)
Ardından Skype'a zıpladı, annesiyle konuşmaya başladı. Annesi bu defa çekinmedi ve benimle hemen konuşmak istedi. "Madaaam kızın gidiyor ve biz de çok üzülüyoruz çook" benzeri cümleler kurdum. E o da haliyle, kızı eve dönecek diye mutlu olduğunu söyledi. Haklısın ciğerim, evlat hasreti kolay değil... Daha önceki Skype sohbetinde göremediğimiz erkek kardeşlerini ve kedilerini de gördük. Sonuç olarak tatlı ve birbirine bağlı bir aile. Anafikir: kızım güzel bir aile ortamına gidecek. Bana her şey için teşekkür etti, sağolsun. "Ne demek, başımızla bir. Her zaman bekleriz. Aa bakın bunu saymayız. Daha karpuz kesecektik. Yaza kadar kalsaydı" dedi iç sesim (ah o iç ses, konuşmaktan helâk oldu günlerdir).

Neyse, bu yazı fazla uzadı sanki.
On günlük frenk destanı yazdım resmen. O gelmeden önce her gün defterime kısa notlar alayım da, anılarımızı unutmayalım, diye düşünürken, buraya yazacağımı hiç düşünmemiştim. İyi de oldu, artık neredeyse her ânımız ve anımız kayıt altında. Kendi kızım onlara gittiğinde bile bu kadar çok şey bilemeyeceğiz. 28 Nisan'da da o gidecek, bir aksilik olmazsa.

Şimdi ben kendimi işime gücüme vereyim de, o sıvı tekrar harekete geçmesin...

8 Kasım 2010 Pazartesi

NEŞELİ GÜNLER-2010 Versiyonu

Dün sanki üç ergenli bir aile gibiydik. Ne biz ondan, ne de o bizden farklı duruyordu. Buruk bir anma töreniyle gelişinin birinci ve sonuncu haftasını kutladık. Kahvaltıda sucuk eşliğinde, gidince onu çok özleyeceğimizi söylediğimde, "ben de" dedi ve benim ilk göz yaşım huzurlara çıktı. Çarşamba sabahını geçtim (yani aslında başa çıkma yolunu arıyorum), Salı gecesi "bu son yatışımız, bu son iyi geceler deyişi, bu son yarın görüşürüz deyişi, valiz de toplandı..." cümleleriyle uykuya nasıl geçeceğimi falan düşünmeye, yani kafayı yemeye başladım :)

İsim, şehir, futbol takımı oyunu dışında diyalog kuramayan oğlum bile "çok alıştık ya", kızım "keşke kalabilse", eşim "kerata gidince boşluk olacak" deyip duruyorlar. Hadi ben, çocukların bize iki günlüğüne yatıya gelen arkadaşlarına bile alışıp bir hoş olurum da, aile efradımın da duygu yapmaya başlaması, bir anlamda beni rahatlatıyor. Çünkü abarttığımı düşünmeye başlamıştım (şunları yazarken bile yutkuna yutkuna yazıyorum).
Havayı dağıt Mügeee...


Tire'de çok bilinen bir restoran vardır. Dağda ormanın içinde, kırmızı, yeşil, sarı yapraklarla sonbaharın en güzel manzaralarına sahip bir yer. Yerleşim olarak tepede, uçaktan bakar gibi bir yükseklikte. Bir başka frenki ağırlayan arkadaşımız ve ailesi ile birlikte oraya gittik. Yaklaşık 1.5 saatlik bir yolculuktu.Çeşit çeşit otlarla yapılan Ege yemekleriyle ve Tire köftesi ile meşhurdur bu restoran. Frenkimiz otlara pek ilgi göstermediyse de, azıcık tattı. Diğer frenk de fena yemiyordu hani. Onun tipine baktım da, sapsarı saç, mavi gözler, açık ten... Ayy bana yumurta gibi geldi.. I ıhh sevmedim. Döndüm bizim frenke baktım; elâ göz, kumral saç, buğdayımsı bir ten. Ayy bayıldımm... Kuzguna yavrusu bir şey gelirmiş denirdi de, unuttum şimdi.
İki frenk, iki Türk genç kız olunca muhabbet ettiler bol bol. Fotoğraflar çektiler. Dönüş yolunda oğlum öne oturmak isteyince, ben de kızlarımla arkaya oturdum. Frenk ortada. Elinde mp3. Bir bana bir kızıma tek kulaklığı verip, "bu şarkıyı biliyor musunuz, ya da bakın ne hoş bir şarkı, veya bu bilmem ne filminin film müziği.." diye dinletti. Anne babasının sevdiği şarkıyı dinletti (hani yani aşklarının şarkısı babında). Eskilerden diye bana bir de Charles Aznavour'dan bir parça dinletti. Tevellüt malum :)
Ayrıca yolda epey bir konuştuk (hiç yapmayız ya hani). Liseden sonra çocuk kitaplarına resim çizmek istiyor ve bunun eğitimini almak. Bunun için Strasburg'a gitmesi lazımmış ama çok pahalıymış. Gerçi sonradan bu işten para kazanabilir mi diye de kaygıları var, çünkü ekonomik kriz var dedi (ah ah ne benzer dertler, ama yine de bizim kadar karamsar olamaz). Harçlık olsun diye, babysitter'lığa gittiğini ve takılar yaptığını söyledi. Annesiyle arası genelde iyiymiş ama derslerine çalışmazsa ya da odasını dağınık bırakırsa annesi kızarmış (bu bana bir yerden tanıdık geldi ya neyse). Babası dağ tırmanışları yaparmış; hatta Mont Blanc'a bile çıkmış. Ağbisi, 20 yaşında olmasına rağmen evler çok pahalı olduğu için, hâlâ onlarla yaşıyormuş. Bu sene içinde annesinin babası vefat etmiş. Sonradan da annesi hamile kalmış. Bunun bir alınyazısı olduğuna inanıp, bebeği aldırmamak gibi bir inançları varmış. O yüzden annesi 43 yaşında, ama dördüncü çocuğunu doğuracak (her ülkenin doğusunda böyle inanışlar mı var acaba?)

Eve gelince de biraz internete takıldı ama her akşam bu süreler daha da azaldı. İlk günlerde arkadaşlarıyla sohbete daha fazla süre ayırırdı. Facebook'ta benim sayfama Türkçe notlar yazdı. Ardından tabii yine bizim akşam sohbetleri ritüelimiz başladı. Sürekli Türkçe kelimelerle bir şeyler demeye çalışıyor. Öğrenmek istediğini söyledi :) Ondan önce benim fransızcamı daha geliştirmem lazım ya neyse. Yalnız valla çok ilerledim. Kızımın onlara gitme zamanına kadar iyice ilerleyip, ben de mi takılsam gruba acaba diye pis planlarım var :p N'olacak ben de evde annesiyle bebek bakarım artık. Onun bebekle ilgilenmesi gereken zamanlarda börek, zeytinyağlı fasülye, mercimek çorbası, salyangozlu bulgur filan yaparım, lavabo ovarım, çarşafları silkelerim.. Fena mı... :))


Restoranda öyle çok yedik ki, feci tok geldik eve. Sonradan baktım ne yemek yiyecek haldeyiz, ne de bir şeyler yemeden uyuyacak. Hadi kızlar, brownie yapmak ister misiniz dedim. Koşa koşa geldiler. Malzemeleri hazırladım, önlerine sürdüm. Biri yumurtaları kırdı, diğeri yağı ekledi derken, attık fırına (bu arada artık sofra kaldırmaya da yardım eder oldu kendiliğinden). Pişene kadar zor beklediler. Olunca da salonda onlara 'brownie+süt' pikniği hazırladım. Bir ara televizyonda 'Yetenek Sizsiniz' gördük; bunun Fransa'da da olduğunu söyledi ve biraz izlemek istedi. Jürinin hayır dediklerine üzüldü. Bir akşam önce de 'Yok Böyle Bir Dans'ı görmüştü biraz. Pascal Nouma'yı orada görünce şaşırdı haliyle. Ama benim asıl beklediğim, her programda Acun'un olmasına şaşırmasıydı da, fark etmedi :) Oyalansınlar diye aldığım Fransız filmlerine hiç ilgi göstermediler bile. E sohbet gırla tabii.. Halbuki film izlemeyi çok sevdiğini çok iyi biliyoruz. Asıl film bizim evde dönüyor ya :) Hatta dizi film.

Bu film bitmek üzere.. Yarın akşam da veda yemeği var. Fazla makyaj yapmamalı. Hediye olarak alacaklarımı hâlâ almadım. İlginçtir ki, sözüm ona, almadıkça gitmesini geciktireceğim gibisinden bir bilinçaltı çalışması var sanki bende. Şizofrenimsi halüsinasyonumu artıracak bir başka çalışma düşüncem de, o gittikten sonra sanki gitmemiş gibi, olay akışlarını kurguya bağlayıp (yani kafadan atıp) yazmaya devam etmek falan gibi. "O gitmedi, kalbimizde ve blog'umda yaşıyor" minvalinde psikopat bir plan. Yok yok, korkmayın kayışı o kadar sıyırmadım :)) (hayır, hayır, hayıııırrrrr...)

Bu sabaha karşı o kadar çok öksürdü ki, sonunda kalktım. Ballı ılık süt yaptım, götürdüm. İçmez belki diyordum ama içti. Annesi de yaparmış. Yastıklarını artırıp dik yatmasını sağladım. Ayyy bir de 'sağol' (Türkçe) demez mi sabahın beşinde. Sabah uyandığında, gece çok öksürdün, dedim. Ayyy bir de 'pardon' (Fransızca) demez mi... Hayıır senin için, benim için değil, dedim. Ne dedi? Ayy gene 'sağol' dedi.
Yok yok bu kızın bir an önce gitmesi lazım. Yoksa paralayacağım bu kızı ben. Şeytan diyor, al mıncık mıncık yap :) Ona yapamadığımı kızıma yapıyorum da, deşarj oluyorum artık. O zaten alışık bu hallerime :)

Perşembe'den itibaren blog'uma, "hasret nedeniyle kapalıyız" yazısı asmayacak şekilde yeni konular, ya da yeni yabancılar bulsam iyi olacak... Ya da birileri benim için yazıversin bir şeyler. Maksat dükkanı kapatmamak..

7 Kasım 2010 Pazar

LİNGO LİNGO

Frenkciğimiz "biraz da ben debeleneyim" demiş olsa gerek, dün akşam, sözlüğü devraldı ve Türkçe konuşmaya başladı :)) Ayrıca televizyonda konuşanlardan "iyi geceler, tamam, merhaba" kelimelerini yakalar oldu. Artık yatarken de, iyi geceler nasıl denir diye sormuyor, direkt söylüyor. Ha bir de "yarın görüşürüz" diyor. Bunları söylediğinde bendeki iç, içe sığmayıp da öpüyordum ya, şimdi de sarılmaya başladım (Bahane Yaratma Merkezi başkanı oldum. BYM Bşk).

Sözlükten çocuklarımızın isimlerini bulup, anlamlarını okudu. O kelimelerin yanındaki örnek cümleleri bize sundu. Şimdi 'biri söyler, diğeri güler' atraksiyonumuz kişi değiştirdi. Yalnız size güzel bir haberim var: her ne kadar herrr istediğimi söyleyemiyorsam da, şu 1 hafta içinde yerlerde sürünmekten, önce diz seviyesine yükselen fransızcam, artık kesinlikle bel hizasına yükseldi (bel altını es geçtim :D) Ama şu da var ki, hâlâ Türklüğümden taviz vermiş değilim: söyleneni anlayabilme düzeyim çok daha iyi. Hatta yabancı biri olduğunda, otomatiğe bağlanmış gibi anında düğmesi çevrilen ingilizceyi daha az düşünür oldum ve aklıma hemen bir fransızca sözcük geliyor. Acık daha kalsa Victor Hugo'yu orijinal dilinden okuyabilecektim, fakat kader çok kahpe...

Hamamı merak ediyorsunuz di mi? :)) Doğma büyüme buralı bir vatandaş olarak, ben bile ilk ve tek gidişimle, "one minute, daha da gelmem" dediğim hamam maceramın bir benzerini de onlar yaşamış. Yağları muhtelif yerlerinden sarkmış, "o ne özgüven o" dedirten hamamcı teyzelerin, meme şovlarını pek de zevkle izlemiş değil. Kendi hocalarının bu hamam sefasından çok keyif aldığını söyledi. Hocasının da ortama ve âdete uyarak yüzde doksanyedi nü icraatından bahsederken, yüzü, ekşimekten limonla sirke arası bir kıvamda buruşuyordu. Frenkciğimiz de, kendi kızcağızım  da bu deneyimi bir daha denenmemek üzere 6 Kasım 2010 gününe sakladılar. Üzerlerinde bikinileri olmasına rağmen peştemallarına sarınıp, bu ıstırap bitsin diye beklemişler :)) Beni de aldı mı bir tasa... Ben şimdi bu kızları hamama götüremezsem, nasıl görücüye çıkarıp da everebileceğim, diye.. Kaldılar başıma yahu...

Bugün malum Pazar. Ailece güzel bir gezi ve yemek planımız var. Şu an iki kız da pirelerin uçmasını bitiremediler. Kahvaltıda sucuğa gark edeyim diyorum :) Yumurtayı omletten başka nasıl sever diye cümle kurma çalışmalarıma başlasam iyi olacak.

Bugünle birlikte son üç güne girdiğimizi düşünmemeye, ola ki hakim olamayıp aklıma gelirse defetmeye çabalıyorum.

Herkese güzel bir Pazar dilerken, "siz siz olun, banyonuzu evinizde alın" diyorum ;)

6 Kasım 2010 Cumartesi

HAMAM GÜZELLERİ

Sabahları acayip donuk oluyor :) Akşamki neşeli kız gidiyor, yerine uykusunu alamamış,  mecburen okula/geziye giden zavallı bir frenk geliyor. Aslında ben de pek açılmam sabahları; hiç konuşasım olmaz. Odun gibi olurum; kimse bana bulaşmasın...
Her sabah ezanı duyup irkildiğini söyledi. Belki de sonrasında uyuyamıyor ve gerçekten de uykusuz kalıyor. Bu kadar uzun boylu sormadım, sorAmadım :( İçimde tıkılıp kalan sözcükler tiroidimi azdıracak diye korkuyorum :) Bir zamanlar bir yerde okumuştum: sözleri boğazında takılmış, bir türlü dökememiş kişilerde tiroid sorunu olurmuş diye. Doğru yanlış bilemem. Bilim insanı sayılırım ve bunlara kulak asmam pek, ama öte yandan da "hastalıkların zihinsel nedenleri" olduğuna da inanan bir tarafım hep olmuştur. Frenk gidince bir tahlil mi yaptırsam ne :)
Ona neler neler anlatmak, söylemek isterdim... Hem aile olarak bizi ve ülkemizi tanıması adına, hem de duygusallık adına. O yüzden sıkıntı oldu içimde, söyleyemediklerim. O gittikten sonra iletişimi korumak zor olacak, çünkü el kol/mimik ile anlatabildiklerimi videoya çekip yollayacak değilim herhalde. Kızımın teması kesmemesi gerektiğini zaten söyledim ve o da istiyor bunu. Ama ben de, onun benim için 'bir zamanlar bize gelmiş tatlı frenk' olarak geçmişin güzel bir anısı bağlamında kalmasını istemiyorum. Bu 10 günlük deneyime önem veriyorum ve sevdim de kızı biliyorsunuz (Zaten hiçbir şey bilmeseniz bile bunu çok iyi biliyorsunuz. Temcitin Allah'ını yaptım bu konuda, biliyorum)

Şöyle bir arzum var: Fransızcamı ilerletmek... Ve fekat yoğun bir kış beni bekler. Fransızca dersine gitmeye vakit ayırabilsem bile, çalışmaya ayıramayacakmışım gibi görünüyor. Dün akşam yeniden tiyatro kursum da başladı. Söylenen o ki, deliler gibi çalışmak gerekecek: başka kitap bile okumaya fırsat kalamayacak sayıda oyun okumam gerekiyor. Blog bile aksayabilir. Kendime sözüm var, aksatmayacağım, diyorum. Du bakalım n'olacak... "Fransızca oyunlar çalışsak hocam" desem? Anaokulu piyeslerinden başlamak lazım haliyle :) Dün akşam gene aldım elime sözlüğü... Güzel de bir sözlük, şahane örnekler var. Oradan kurduğum cümlelerimi dört gözle bekliyor. Kızım da, o da bunu her akşam bekler oldular benden. Tam bir şaklaban oldum. Şikayetçi miyim? I ıhhh... :)

Gece yatmadan önce ilginç ve aslında ince bir soru sormuş. Pazar günü geldikleri ve Pazartesi'den beri her sabah okula gittiklerinden dolayı, burada ilk kez bir tatil sabahına uyanacaktı. "Uyanınca hemen günlük giysilerimi mi giymeliyim, yoksa pijamalarımla da kahvaltıya gelebilir miyim?" Benim ak ve kara tüm ciğerlerimi yedi tabii. Kızım bunu bana tercüme eder etmez anında: "pijama, pijamaa" dedik :) (Aşk-ı Memnu Fransa'da yayınlanmış olamaz değil mi? Kızceğiz oradakiler gibi full aksesuar ve kokteyle gider gibi kahvaltı seremonilerini görmüş diyecektim neredeyse) İstediği kadar da uyumasını söyledik. Sevindi.

Sabah ben evden çıkarken hâlâ uyuyorlardı. Bugün vapurla Karşıyaka'ya gidip dönecekler. Ardından da kendi hocalarının isteği üzerine tüm ekip olarak hamama gideceklermiş. Sonradan öğrendim. Bilseydim yanlarına kuru köfte, yaprak sarması ve darbuka koyardım (evde üçü de yok ya, neyse) :pp Kendi kızım için bile bir ilk.. Bakalım ikisi de pespembe mi gelecekler... Tam öpmelik olacaklar, yaşasınn!!

(Ben blog'umu günlük gibi kullanmazdım pek, ama bu frenkle öyle bir hal aldı. E hep aynı hamam, aynı tas olacak değildim ya..Hayırlısı...)

5 Kasım 2010 Cuma

MADAM, KUSURA BAKMA KIZINI HASTA ETTİK...

Frenk nezle oldu :(
Öksürüyor da... Oğlum da aynı durumda. Zaten salgın var. Çoğu insan bu durumda, ama bu hastalar benim emanet frenkim ve demirbaş canım oğlum olunca, hangi bitki çayına saldıracağımı, hangi meyveleri sıkacağımı şaşırdım. Çocukları doping yağmuruna tuttum. Ayrıca antigripal ilaç verdik.

Dün kızım gibi türk öğrencilerin de katılabildiği bir Efes gezisine gitmişlerdi. Ayrıca Meryem Ana ve Şirince'ye gittiler. Sabah sekizde çıktıkları eve, akşam yedide sürünerek girdiler. Kapıdan girdiğinde durgunluğunu fark ettiğimi gören kızım, "anne, nezle oldu" dedi. Bir gece önce de geceyarısı öksürdüğünü duymuştum. Hava ve diyet değişimi direncini düşürdü sanırım. 'Ah ah yalınayak da dolanıyorsun; banyodan çıkınca saçını kurutmuyorsun, e hava da serindi sanki biraz. Ah be evladım, seni önüme oturtup saçlarını kurutsam, zorla ayağına çorap giydirsem iyiymiş. Sütü de, kolayı da buz gibi içtin. Sabah giderken üzerin inceydi de, ses etmedim artık' diyemedim tabii.. (Bunlar sürekli kendi çocuklarıma da söylediğim şeyler :D).

Gelir gelmez duş almak istedi, sonra da yemeğe oturduk. Mantıyı çok sevdi. Ama nasıl durgundu. Baktım gene yalınayak, bir terlik giydirdim valla artık. Habire üzgün gözlerle ona baktım, sırtını okşadım. Sonunda "merak etme, ben iyiyim" deyince, bir anda rahatladım. O gazla, e o zaman hadi alfabe sayalım, diyesim geldi (itiraf: dedim zaten. Bunu yazmayacaktım ama dayanamadım işte gene). Yok yok, alfabe konusu yalama olmamalıydı, iki gece öncenin hit'i ve gülmelere başlamamızın kırılma noktasıydı o. Alfabeyi ışıltılı yerinde rahat bırakmalıydım. Sadece bir tane "kâ" deyip bıraktım. Yemek sonrası sohbeti fazla uzatmadan, buzdolabından bulduğum tüm meyvelerin suyunu çıkarmaya başladım. Evdeki üç ergene de bolca "home-made ve anne elinden" başlıklı meyve sularını dayadım. Dayamadan önce de okudum üfledim :))
Yalnız şaka bir yana, her sabah giderlerken gerçekten de dua ediyorum arkalarından. Normalde çok daha kısa tuttuğum bu ritüeli, emanet frenkten sonra acık daha uzatır oldum. Sağ salim anneciğine teslim edelim diye, içim pır pır ediyor.
Akşam oyalansınlar diye aldığım fransız filmlerine pek vakit kalmadı. Yemekten hemen sonra, Skype'dan annesiyle görüşmek istedi. Onu yalnız bıraktık ki, rahatça hasret gidersindi. Bir süre sonra bizi de çağırdı ve frenk anneyle de müşerref olduk. Beni çağırmadan önce anladım ki, annesi tipi o an düzgün olmadığı için görüşmek istemiyor. Çünkü kızcağız "anne onun da üzerinde eşofman var zaten" anlamında bir şeyler dedi gibi geldi bana, çünkü hem ses tonundaki mücadeleden anladım, hem de "anne" ve "pijama" deyip durdu :))) Neyse, bana 'boş ver, sen gel yine de' hareketi yapınca, kendimi kameranın önüne attım. Önceden kafamda hazırladığım süslü cümlelerimi, heyecan yapmadan, sanki her daim şakırdayan fransızcamla ennn ufak bir boşluk bırakmıyorcasına saydım :) Hayır yani, anneyi ben de görmeyi çok istedim, çünkü bizim kızımız da ilkbaharda onlara gidecek. 'Madam, madammm göster bana kendini. Hem bir göreyim nasıl bir insansın, hem de söyleyeyim ki, kızını çok sevdik.'
Esmer, kibar bir kadın. Teşekkür etti. Lafı uzatmadım ki, yavrusuyla doyasıya sohbet etsin. Yoksa ohoo bende laf bitmez; bonjour'dan girer, goodbye'dan çıkarım. Multilingual bir simultane tercüme odasının annesiyim ben, di mi ama :) Kızım da biraz konuştuktan sonra, onu yine annesiyle başbaşa bıraktık. Bir ara bize dönüp, annesinin ona karnını gösterdiğini söyledi.
Hatırlarsanız anne, dördüncü çocuğuna hamile; 6.5 aylık. Sohbetin ses tonundan bolca bilgi verdiğini ve olumsuz konuşmadığını anlamak içimi rahatlattı. Bir süre sonra bana, kameradan fark edilmeyecek şekilde, gel gel yaptı. Meğer annesi beni görmeden, bana da annesinin karnını göstermek istermiş. Madam karnını gösterdi, ama frenk gördüm mü diye bana bakınca, durumu anladı :) "hayır anne, hayır hayır" derken o kadar kikirdiyordu ki, annesi karnını ta Türkiyelere kadar gösterdiğini hemen çaktı tabii. Gösterdiği de giysi üzerinden yani, ne var ki utanacak. Bir aksilik olmaz da, kızım oraya giderse bebek 4-5 aylık olacak. Bizim frenk, kızıma, umarım bebek sen geldiğinde çok ağlamaz da, rahatsız olmazsın, demiş. Bebek kız olsaydı, göbek adı Müge olsun diye ısrar edecektim, ama neyse artık :) Ne de olsa benim adım, fransızların 1 Mayıs'ta birbirlerine hediye ettikleri bir çiçeğin adı. Yakışırr...

Akşamın ilerleyen saatlerinde sözlükten rastgele kelime seçip, neşeli ve aslında saçma cümleler kurmamla çok eğlendiler. Gündüzleri tüm sorumluluğun kızımda olması nedeniyle, akşamları rol çalmam şart oluyor. Zaten bu durumdan hiç kimse de şikayetçi değil. Ne kendi kızımın iyice yorulmasına, ne de frenkimin sıkılmasına kıyabiliyorum. Gülmekten karın kaslarının geliştiğini söyledi. Dün akşam oğlumun edebiyat sınavına çalışmak zorunda oluşu ve eşimin de post-lentil yorgunluğunu hâlâ atamamış olması nedenlerinden (yok yok haksızlık etmeyeyim, o da bize katılıyor bizden fırsat bulursa), genelde üçümüz takıldık. Duş, ilaç, meyve suyu ve bitki çaylarının kooperatif antigripal etkileriyle, durgunluğu geçmişti. İyi de uyuması lazımdı, çünkü bugün de Bergama'ya gidiyorlar. Uyumadan önce gene çok öksürdü (benim blog da 'anne blogları'na benzedi sanki)

Yatma zamanı gelip de, odalara yöneldiğimizde, aklımda "beşinci gün de bitti, kaldı bir beş daha" cümlesi vardı.

Tükettiğimiz zaman kadar, üreteceğimiz zaman var daha.
Elimizdeki alınacaklar listesini de ufak ufak halletmek lazım: Türk kahvesi, Türk çayı, baklava, lokum. Bunlar aynı zamanda kendi istekleri. Biraz da lahmacun mu yaptırsam acaba? :)

4 Kasım 2010 Perşembe

BURASI GAVUR İZMİR FRENKCİM

Artık sanırım halüsinatif illüzyonumsu şizofren oldum. Çünkü bu kızı ben doğurdum falan sanmaya başladım. Bize öyle bir entegre oldu ki (Hakkı Devrim bu yazdığım yabancı kelimeleri ve onlarda yaptığım deformasyonu görseydi, beni kızılcık sopasıyla kovalardı kesin).

Evvelki akşam yatarken kızımdan iyi geceler demeyi öğrenip, gelip bana söylemişti. Ben tabii eriyik haline dönüştüm. Dün akşam da tam odaya doğru ilerlerken, kızıma tekrar ama bu kez fısıldayarak sorduğunu duymazdan gelip, bana sesli söyleyince, sevincimi yine öperek gösterdim. Sabah da günaydın'ı patlatınca anladım ki, öpülmek istiyor. Sorun değil, ben şikayetçi değilim öpmekten.
Okul servisini beklerken, ben hep servis gelene kadar bekler, arada el sallarım kendi çocuklarıma. Bunu fark ettiğinden beri yukarı bakıp bakıp el sallıyor. Yıllardır el sallamaktan yorulmuş kızım da, mecburen ayıp olmasın diye sallıyor ama biliyorum ki içinden ofluyor :)

Dün kızımın derslerinden almanca ve fransızcaya girmiş. Sanki çok az dil karmaşası varmış gibi, git bir de okulda dil dersine gir. Gerçi başka da girebileceği ders yok; mefaülün failünlü bir edebiyata, dağlar denize dik ise iklim nasıl olurlu bir coğrafyaya, iç açıların irdelendiği bir matematiğe ya da Abdülhamitli bir tarihe girse daha iyi vakit geçiremeyecekti. İşin hoş tarafı, fransızca dersine, onların hocası girmiş; yani bizim çocuklar has fransızdan ders dinlemişler ve çok da güzel geçmiş. Bizim âdetlerimize kadar uzayan bir konuşmadan sonra, bizim çocuklar kendilerini "kına gecesi" anlatırken bulmuşlar ve ders "yüksek yüksek tepeler" ile son bulmuş.

Okul sonrası gene tüm ekip Kemeraltı turuna gittiler ve bizim frenk elinde bir sürü çakma marka eşya ile döndü. Ay nasıl sevinmiş, nasıl mutluydu. Bir heyecanla anlatıyordu; nasıl pazarlık yaptığını, çakmaların gerçeğinden farkı olmadığını... 'Afferin iyi yapmışsın, güle güle kullan' muadili bir şeyler demeye ve el kolla bunu desteklemeye çalıştım (Artık beden dilimi anlıyor, yaşasın!!). Alışveriş sonrası bizim çocuklar ve misafirleri Kordon'da uzun uzun yürümüşler. Birbirlerine matrak şarkılar öğretmişler. Eve bitap bir şekilde geldiler.

Muhabbettimiz öyle ilerledi ki, ben de artık bir cümle içinde yakaladığım 2-3 kelime ile ne demek istediğini anlıyorum. Zaten kızım da iyice çözüldüğü için, sohbet tarzımız röportaj formatından, pinpon tarzına dönmüş durumda; sırayla durmaksızın konuşuluyor. Dün de, henüz acıkmadıkları için, yemek öncesi böyle bir sohbete giriştik. Etrafımızda çakma giysileri yayılmış vaziyette, yatak üstünde bıcırdamaya başladık (genelde ben, kızım ve o bir aradayız; 'biz artık üç silahşörler olduk' deyince çok güldü). Buraya gelmeden önce Türkiye ve Türklerle ilgili önyargıları olduğunu, Türkiye'ye geleceğini duyanların çok farklı şeyler söylediğini, ama duyduklarıyla ilgisi olmayan şeyler gördüğünü anlattı. Önyargılarının en kuvvetlisinin de kadınların giyimleriyle ilgili olduğunu... Tabii diyemedik ki, burası "gavur İzmir". Ne kadar üzücü ki, ta 1981 yılında kendim değişim öğrencisi olduğum zaman yabancılarda varolan bu önyargılar hâlâ mevcut. Bunu bilen çocuklarım da, bunu yıkmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yapmasak da, zaten yaşam ve giyim tarzımızla anlamaması imkansız (iyice yıkalım diye, evde mayo ile dolaşmaya mı başlasak acaba).

Pazartesi günü Facebook'una, Türk ailesinin nasıl olduğunu soran fransız arkadaşlarına, "ailem süper, almanca/ingilizce/fransızca konuşuyoruz" diye yazdığını ancak dün fark ettim :) Sevinmemek ne mümkün. Ben de altına, soruyu soran arkadaşına hitaben "ing ve alm biliyorsanız, siz de bize gelin. Biz de onu çok sevdik" yazdım.Yalan değil... 6 gün kaldı gitmesine :(

Akşam yemeği masamızdaki sohbetler ise tadından yenmiyor. Biz İtalyanlığımıza geri döndük. Lafı kim kaparsa o devam ettirir zaten bizde. Şimdi de ona odaklı konuşmaya çalışıyoruz. Oğlumun ingilizcesi iyi, ama fransızca hiç bilmiyor. O yüzden de kahrolmakla meşgul. Frenk de çok az ingilizce bildiği için biz aracı oluyoruz onlara. Ama dün akşam oğlum artık dayanamayıp, başladı bildiği bütün fransızca isimleri,kelimeleri ve şehirleri saymaya. O da yetmedi futbol takımlarını :)) İsim-şehir-hayvan oynar gibi olduk. Maksat diyalogsuz da olsa bir iletişim kurabilmekti, çünkü bizim eğlencemize bayılıyor. Ona her şeyi anlatıyoruz, yetmiyor yine de. Haklı... Ardından ben artık nostaljik olmuş, gençliğimizin şarkılarından kısa kısa söylemeye başladım (sütü seven bir kedim vardı.. bana kitap al :D)

Dün ilk kez çamaşırlarını verdi, yıkadım. Öyle bizden biri oldu ki, kendi evlatlarımın çamaşırları gibi geldi. Sonra bir yanımda kendi kaymak kızım, bir yanımda frenk elmamla fotoğraf albümlerimize bakıp, epey bir güldük. Oğlum ona baterisini çaldı ve çalmasına izin verdi. Hah işte bu noktada, oğlum kimselerin dokunmasına izin vermediği baterisini çalmasına izin verdi demek istiyorum. Kız arkadaşı olmasa, yazılıyor diyeceğim ama, imkansız. Diyorum ya, frenk kalbimizi kazandı. Kızım da çok alıştı ona...

Farkındaysanız bugünkü yazı makaradan çok, duyguya doğru yönelmeye başladı. 10 Kasım günü resmi yerler bayrakları yarıya indirirken, aynı zamanda ikinci bir hüzünde kaplayacak bizi..
Bugün böyle geldi içimden...

3 Kasım 2010 Çarşamba

'BİR LİSAN BİR İNSAN'SA, BEN İKİ BUÇUK İNSAN OLDUM ARTIK

Evde hepimiz pek bir kibar ve düzenli olduk. Türkiye'yi ve Türk ailesini temsil etmenin görev bilinci üzerimize elbise gibi oturdu. Hafif İtalyan havasında geçen yaşamımıza, frenk aristokrasisi imza atmakla meşgul. Ev içinde değişen şeyler içinde en hoşuma giden, çocuklarımın, ayıp olmasın diye yataklarını düzelterek okula gitmeleri ve giysilerini aynı gün toplamaları. Bunun kalıcı bir değişiklik olacağına gözüm hiiç seyirmiyor ama bu balayı dönemi de güzel yahu. 10 Kasım akşamından itibaren eski dağınıklıklarına döneceklerini biliyorum ama en azından bunca yıldır "evladım şu yataklarınızı hiç olmazsa örtüverin, giysilerinizi hiç olmazsa düzgün çıkarın" diye dilde biten tüylerin, boşuna bitmediğini görmüş ve bu çocukların aslında bunları öğrendiğini anlamış oldum. Ha misafir gidince, tüylerim gene bitmeye devam edecektir, fakat on günlük düzeni yad ederek mutlu mutlu fransız kahvelerimi yudumlarım. Tabii yanında karamelli fransız şekerlemelerini de yiyeceğime eminim. Şekerlemeler için söz veremem ama dünyanın kahvesi hediye olarak geldiği için, bu yazıyı okuyan herkese (okumayanlara yok), "buyrun birlikte kırk yıllık hatır doğuralım" demekten ayrı bir zevk duyarım. Dün içtim ve çok sevdim. Her ne kadar paketin üzerinde Costa Rica yazıyor idiyse de, o yazıdan gözlerimi anında kaçırıp, "ohh frenk elmamın kahvesi, bizi düşünüp getirmiş" deyip, keyfine bir vardım ki sormayın (Gerçi tüm misafir çocuklar, kalacakları evlere kahve getirmiş. Yok yook benimki özel seçmiştir bizim kahvemizi). Ben de anneliğini kısa bir süre için paylaştığım annesine sakızlı Türk kahvesi yollamayı düşünüyorum. Üzerine de "Kios Coffee" yazdırmazsam ne olayım... :)

Dün kızımızın bizim alfabeyi öğrenmeye çalıştığını yazmıştım. Dün akşam da ben onlarınkini sayayım diye eğlence başlattım. Maksat al fabe, ver fabe olsundu. Sonu e ile biten harflerdeki kibarlığa gülmeden edemedik: b, c, d... "Ay bunlar ne zarif şeyler böyle babında: "tres janti" dedim de, pek bir latife oldu. Ama asıl latife ve hatta kopuşumuz k harfinde oldu. Çünkü k'yi "kâ" gibi ve ileri fırlatarak telaffuz etmemi isteyince ve serde de oyunculuk olunca, benim o k'yi söyleyişim tükürülerek söylenen bir küfür edasında dile gelince, bizim frenkin gözlerinden yaşlar gelene kadar güldüğüne ilk kez tanık olduk. E tabii hazır yakalamışken bu ânı, ben sanırım 10 kere falan "kâ" demişimdir. Yine de işin "beaucoup" çıkmadan diğer harflere doğru süzüldüm.

Dün gündüz yaptıkları şehir turundan elinde safran, kartpostallar, kardeşi için bir bileklik ve kendi için ince bir atkıyla döndü. Öğlen belli ki bolca yediği köftelerden olsa gerek, akşam sadece iki tane dolma ve cacık yedi. Ha bir de Kemalpaşa tatlısı yedirmişler ama onu sevmemiş. Eve dönerken de baklava istediğini söyledi. "Ayıpsın, hallederiz" mimikleriyle yardımcı olacağımızı alenen belli ettik. Tadını bilmiyormuş, o yüzden bugün ona baklava prömiyeri yaptırmayı kafaya koyduk. Allah'ı var, yemek konusunda hiç sorun yaratmıyor sağolsun. Yemeğe çağırınca, ocaktaki tencerelerin başına çağırıp, minik bir birifing ile "ahanda yavrum yimahlar bunlar" diyorum. O seçiyor, ben servisini yapıyorum. Benden, kızımın sevdiği yemeklerin (bu tamlama bana hep 'Atatürk'ün sevdiği şarkıları hatırlatır) tarifini istedi, ki kızım onlara gittiğinde annesi pişirsinmiş. Kızıma ağır bir şaka babında, ona salyangoz tarifi vermek aklıma gelmedi değil :) Aslında tarif vermek iş değil de, oraya kadar gidip Türk yemekleri yemesine gerek de yok... diye düşündüm ama komplike cümleler arasında Narnia Günlükleri kıvamında kaybolmak istemedim.

"Anne yetiş"lerin bittiğine dair sevincim kısa sürdü, çünkü kızım fransızca zehirlenmesi olunca, dün akşam iş gene bana ve almancasını şahlandıran eşime düştü. Öyle ki artık almanca bile anlar oldum. Hâlâ nasıl olup da kendi dilimde yazabiliyor olduğuma şaşıyorum. Beynimin yabancı diller bölümü aşure kıvamına geldi. Yabancı dil demişken, dün bizim temizlik günümüzdü. Yardımcımla oturmuş çay keyfi yaparken, misafirimizden bahsetmemek olmazdı. Bize onunla nasıl anlaştığımızı sorup, cevabını duyunca, garibim pek bir takdir etti. Ve aklına gelen tatlı bir anısını benimle paylaştı: Yaşadığı gecekondu mahallesinde bir aile varmış. Anne, baba ve çocuklar yıllardır burada yaşıyorlarmış. Fakat anneanne geçenlerde ziyarete gelmiş ve kadınceğiz sadece kürtçe konuşabiliyormuş. Torunlarla iletişim sıfır tabii. Bu bağlamda dil bilmenin ne büyük nimet olduğundan dem vurdu. Düşündüm de, bu tatlı frenkim gidince evde bir boşluk olacak ve ben buraya ne yazacağım? Acaba bir de kürtçeye mi el atsam diyorum. O anneanneyi bize çağırasım var. Şimdilik çıkarabileceğim tek ses, onların halay çekerken lililili diye attıkları nâra.

Akşam film izletelim de, konuşmak zorunda kalmayalım diye azami çaba harcadıysak da, ne elimizdeki filmlerde, ne de tv'dekilerde frankofon bir yapıma rastlayabildik. Ben de başladım bizim kanalları izlettirmeye. Dizi dizi dizileri yirmişer saniye gösterdikten sonra, Serdar Ortaç'a denk geldik (ki ben ne dizilere, ne de Serdar Ortaç'a yirmi saniyeden fazla dayanabiliyorum). Bu sanatçımızın çok garip dans ettiğine karar verdi. Bu durumda biz de, kendi kızımızın bu vatandaşın konserine, bu yaz iki kez gittiğinden hiiiç bahsetmedik.

El netice, akşamımız ingilizce+fransızca+almanca triosunun farklı kıvam ve miktarlarda karışmasıyla aşurezce konuşarak bitti. Çok da güzel geçti. Yatarken bana iyi geceler dediği an, benim bittiğim an oldu. Ve tahmin edersiniz ki ey okur, kıza bir sarılmışım ki sormayın. Bu mutlulukla gözlerimi kapadığımda, günlerin aslında hızla geçtiğine üzülüyor ve yeri geldiğinde "sayılı gün çabuk geçer" diyen annemin haksız çıkmasını istiyordum. Bu fırsatı yaratan okulumuza, fransızca öğretmenimize ve öğrenci ağırlamaya seçilmeyi başaran kızıma teşekkürü borç bilirim (bi ara öderim).

2 Kasım 2010 Salı

BANA 'ANNE' DİYEBİLİRSİN

Kaptan'ın seyir defteri
02.11.2010

Dün okulda ilk gününü geçiren frenk elmamızın hangi izlenimlerle döneceğini merakla bekledim. Akşam üzerine doğru, onlar gelmeden evde olayım ve "çalışsa da, bak benim için eve erken gelmiş" dedirteyim diye hastalarımı ayarlamış olmamın haklı gururuyla işten çıkmaya hazırlanırken, bizim türk elmasından gelen telefonla hevesim kursak bölgemde yan gelip yattı.
"Anne, biz tüm misafirlerle birlikte gezmeye gidiyoruz" diyen bir evlâda da, "aaa olmaz, ben işimi gücümü ayarladım, size de brownie yapacaktım; sıcak sıcak yedirecektim. Sakın gitmeyin" denmiyor. Ayrıca "kursağımda takılan takozlaşmış bir heves peydahlattın" hiiiç denmiyor. "Siz mutlu olun yeter" özverisiyle, meraklarımı iki saat öteye ittim. Gezmeleri bitince onları gelip alacağımı da söyledim (yaa bak, Türk anneleri de araba kullanır ve çocuklarını gittikleri yerden alırlar. Ha park yerinde arabayı bulamayabilirler ama olsun).

Almaya gittiğimde dört kızı beni beklerken buldum: iki Türk elması, iki de frenk. Misafir eden diğer öğrencilerden biri ve onun misafirini de metroya bırakacakmışım (yaa bak, bizim de metromuz var. Kaç duraklı diye sormayın ama, var mı var). Diğer Türk kızımız da, ilk gün bizdeki gibi bir ıkınma seansından sonra açılmış (dertleri paylaşmak ne güzel bir his yarabbim). İki fransız aralarında konuşurken, eminim 'ohh be prostatlı idrar gibi konuşmak zorunda kalmamak ne zevkliymiş' demiyorlarsa, ben de bir daha blog'a yazı yazamayayım (amanın acaba bu son yazım mı?)

Diğerlerini o muhteşem metromuza bıraktıktan sonra inanılmaz bir trafik karmaşasının içine attık kendimizi. Yeni elmamla ilgilenmek adına (ki ilgilenmeye bayılırım), kızıma "günün nasıl geçti" nasıl denir diye sordum; söyledi. Tabii ben de doğru mu anladım acaba, yanlış telaffuz edip, bu trafikte hem araba kullanıp, hem de "anlamadım?" sorusuyla kendimi de, kızımı da sıkmayayım derken, zaten kızceğiz sorumu bir güzel duydu :) Ama yılmadım, bir de arkaya doğru dönüp "keskö tu a pase ton jurne" diye büyük bir gururla sorumu fırlattım. Gelen cevap: "bon". Hınkkk.. Yahu onca kelimeyi bir araya getirip, neredeyse kırmızı ışıkta geçmek pahasına yırtınıp sormuşum; aldığım cevap: "bon". Bön bön önüme döndüm. Beni kesmedi diyeceğim ama gerisini getirse ne olacak sanki diye düşünmüş olsa gerek. Kızım da duruma aşinaymış ki, dert yandı: "anne kafamı patlatıp, sorular hazırlıyorum, ama cevapları hep kısa. Sanki debelendiğime değmiyor" dedi. Ama bizdeki yüz ifadelerini görmeniz lazım: yüzümüzde ve sesimizde, sanki neşeli bir şeyden bahsediyormuşcasına bir pozitiflik, bir pozitiflik sormayın. Aman yanlış anlamasın diye... Diyaloglarımız genelde röportaj kıvamında oluyor, çünkü biz soruyoruz, o cevaplıyor. Fazla meraklı biri değil. Olsun...

Eve girmeden önce manava uğrayıp, sevdiği sebze varsa göstersin de onu alıp pişireyim dedim. O da ne, her şeye 'olur' diyor. Dolmalık biber, biraz patlıcan ve taze fasülye aldık çıktık. Bu arada da hepsinin adını ona sorduk, ki vokabülerimiz bayram etsin. Yalnız dere otunu bilemedi. 'Fransızların mutfağında dere otu yoksa, büyük kayıp' diyebilmek ister miydim? Hem de nasıl :)

Eve vardığımızda kızcağızın yorgun bir hali vardı. Suskundu. Beni aldı bir telaş. Acaba sıkılıyor mu, acaba bir derdi mi var... Gerçi tüm gün sıkılmaya fırsat olmadan yoğun geçmiş. Meğer okul çok büyük ve kalabalık gelmiş ona. Sabahki bayrak töreninde 2000'e yakın öğreciyi bir arada görünce afallamış. Kızıma, okulun etrafındaki yerleşim alanlarını gösterip, "buralar da İzmir mi" diye sormuş. Ondan sonra anladık ki, geldiği yer küçük ve sakin bir yer. Ne okulu/kasabası bu kadar büyük ve kalabalık, ne de trafik bu kadar karışık. Hatta yaşadığı yerde bir Mango mağazası bile yok, düşünün artık :))) Bugün götürülecekleri İzmir şehir turundan sonra, dışarı uğramış gözlerini nereye saklar bilmiyorum artık (eve giderken bir göz damlası almalı).
Acıktığını, başının ağrıdığını, bir duş almak istediğini ve varsa bir de ağrı kesici içeceğini öğrenince, garibimin niye böyle süklüm püklüm olduğu iyice anlaşıldı. Hemen karnını doyurduk. Mercimek çorbası vardı; anam mercimek nasıl denir acaba pırpırlanması aldı bizi haliyle. Eşim hemen ingilizcesini söyledi: Lentil. Ben gene her zamanki gibi, aldım bu ingiliz lentil'ini, fransız aksanıyla kıza söyledim :) Kızdan tepki: "ooo dakkorr". Benden tepki: "olleyy!". Fırında patatesli tavuk vardı; ona da kızım atıldı. Sonuç: 1. aşama sorun başarıyla giderildi, çünkü ikisini de çok güzel yedi. Ohh ben yemiş kadar mutlu oldum (zaten yedim de :p). Makarna yiyemedi (ben yedim, çünkü iyice mutlu olmuştum). Ardından ağrı kesiciyi verdik içti. 2. aşama da geçti. Sıra duşa geldi, o da haliyle büyük bir zaferle bitti. Ama asıl zafer yaklaşık kırk beş dakika sonra gülen, tazelenmiş yüzüyle hayata döndüğünü görmek oldu (amma da abarttım ha, sanki kız ölümden döndü).

Uyuyana kadarki sürede, internetten arkadaşlarıyla biraz sohbet etti, kızımla beraber yatağa bağdaş kurup kâh sohbet ettiler, kâh türkçe kelimeler öğrendi. Bir ara (aslında çok ara) yanlarına gittiğimde bizim alfabeyi saymakla meşguldü :)) Arada salona da gelmelerini isteyecektim ama eşim pupa yelken uyukluyordu, vazgeçtim :) Ne de olsa lentil yorgunuydu.

Demem o ki, ikinci günün sonunda ikisi de daha bir gevşemiş, daha bir birbirlerine alışmış ve daha bir bol diyaloglu hale geldiler. Dolayısıyla "anne yetiş" imdatları, "ay ben şimdi ne desem de, şu sessizliği kırsam" kıvranmaları kalmadı. İkisinin de yüzleri aydınlandı. Ben de sözel misafirperverliğimi konuşturmaktan (yırtınmak daha doğru) vazgeçip, olaya manevi boyutuyla dahil olmayı seçtim. Bu akşamdan itibaren bana "anne" demesini isteyeceğim :))

1 Kasım 2010 Pazartesi

1 Kelime, Yerli: SEVGİ

Ben ki şahane sessiz film oynarım; herkes benimle eş olmak ister.
Ben ki sağır dilsiz arkadaşlarım olmuştur hep ve iyi anlaşırım.
Ben ki mimik, jest, el kol kullanma, vücut diliyle kendini ifade konusunda fena değilimdir.
Fransız kızıma yetemiyorum. Anlamıyor kızceğiz :)
Bir kamera olup da benim hallerimi kaydetseydi ve kendimi izleyebilseydim, kim bilir ne komik görünüyor olacaktım. Yerlerde sürünmekten dizleri üzerine çıkmayı başarmış fransızcamla, aralara mecburen sıkışan ingilizcemle ve Türkçe'ye göç etmiş yabancı kelimelerimle aslında pek de kötü bir iş çıkarmıyorum. Kendi kızım da "anne yetiş" demeye başladı ki, aslında misafirimizin nerdeyse her dediğini anlıyor. İlk günün çekingenliği ve hata yapma korkusunu ancak akşama doğru aşabildi. Misafirimiz de çekingen duruyor. Gülümseyerek ve nadiren de ona dokunarak, sıcaklık vermeye, kendini kasmaması mesajını aktarmaya çalışıyorum. Ne bileyim, belki dokunulmaktan hoşlanmıyordur. Yoksa ben kolay sarılan, öpen ve sırt sıvazlayan bir tipimdir.

Havalimanındaki heyecanlı bekleyişin ardından panolarda uçağın indiğini gördüğümüz anda tüm ekip, yani diğer çocuklar ve aileleri, gözlerimizi gelenler çıktıkça açılan kapanan fotoselli kapıya diktik. Bir takım alakasız tipleri "hah işte geliyorlar" diye gözlerimizle sevgiye boğduksa da, karşılayanları yok idiyse, sevecen bir karşılamaya hayır demediler :) Bizim 11 Türk evladın hepsi de, bir anda Fransızcalarını unuttular gibi bir telaş içindeydiler. İlk anda ne desinler, ne yapsınlar, nasıl davransınlar diye bile sormaya başlamışlardı. 20-25 dakikalık bir bekleyişten sonra, "paravan açılsınnn" edasıyla fotoselin ardında önde kendi hocaları, ardında gencecik Fransızlarımız göründüler. Valla Facebook sağolsun; saniyede tanıdım kızı. Kendi kızıma "koş bak geliyor" dedim ama koşmadı :)) Ben de kendimi tuttum mecburen. Yoksa tipik ben, sanki kızı bin yıldır tanıyorum da, uzun zamandır görüşememişiz, aman da pek özlemişim gibisinden, kıza bir güzel koşar, "canııım hoşgeldin" tavrıyla bağrıma falan basardım herhalde.

İlk kısa bir tanışmadan sonra otoparka doğru ilerledik. Amanın arabayı bulamıyoruz! "E iyi de ezberledik işte, mavi-A-30'a park etmiştik" diyoruz ama beynimiz çorba olmuş, ne mavi, ne A, ne de 30 var ortalıkta. O sadece birkaç dakika süren karışıklık bana sanki onbeş dakika gibi geldi ve nasıl utandım yahu. Kızcağızın aklından "ben ne şaşkın bir aileye düşmüşüm, daha arabalarını bulamıyorlar" diye düşündüğünü (Fransızca tabii :p) düşündükçe, yerlerin yarılmasını ne çok istedim yarabbimmm... Bir görevliden yardım isterken, görevlinin yakışıklı ve kibar oluşuyla durumu telafi ettiğimizi varsaymak da ne demek oluyordu anlamadım, ama düştüğümüz o park denizinde sarılabileceğim tek yılan oydu o anda. İçimden "evladım, gördüğün gibi, bizde görevliler hep böyledir" diye gurur duyma perdesinin arkasına saklanmak işime geldi sanırım.
Hayırlısıyla yola koyulduk. Ama arabada çıt çıkmıyor. Baktık ki o ve kızım azıcık ıkınık duruyorlar, mecburen eşim ve ben dalmaya başladık olaya. Sanırsınız ki, araba değil, simultane tercüme odası: ingilizce, almanca, fransızca. Eşim almancadan girdi, ben malum nerden...

Annesi hemşire, babası itfaiyeci, ağbisi jandarma... Bir aksilik olmaz da, iade-i ziyaret olarak bizimkiler de ilkbaharda gidebilecek olurlarsa, kızım emin ellerde olacak yani :)
Annesi 20 yaşında bir ağbi, 16 yaşında bir kız ve 12 yaşında bir erkek çocuktan sonra, dördüncü bebeğine hamile. Hımm ilginç... Aslında Şubat'ta doğması gerekiyormuş, ama annede sorunlar varmış, Ocak'ta doğurtacaklarmış. Peki, hadi rast gelsin bakalım...

"Sor bakalım acıkmış mı?" dedim kızıma. Sordu.
"Az acıkmış."
"Sor bakalım, yemek mi ister, ıvır zıvır birşeyler mi?"
"Aa yok acıkmamış, yanlış anlamışım."
"Yeseydi birşeyler, vakit geçerdi."
"Anne, acıkmamış, n'apayım."
"Sor bakalım, orada havalar nasılmış?"
"Çok soğukmuş."
"Aman iyi bari, burada üşümez."
"Sor bakalım, buraya vardığını ailesine haber vermiş mi."
"Cepten mesaj atmış."
"Hah iyi, merak etmesin tabii insanlar orada."


Eve gelince bize hediye olarak getirdiği üç çeşit kahve ve çikolataları verdi. Ben de hediye almaktan feci utanırım. E vallahi dayanamadım sarıldım, öptüm artık. Üç kere de "mersi boku" dedim. Eşyalarını yerleştirdikten, evde biraz sohbet ettikten sonra yürüyüşe çıkardık. Kordon'a kadar yürüdük. Kafeler insan kaynıyordu. Biz de bir kafeye oturduk, kızlar sıcak çikolata istedi. Biz de çay keyfi yaptık eşimle (hani şu eskiden 'abicim' dediğim adam :D)
Evde iki kız oda sohbetine daldılar. Ohh biz de BKM Mutfak izleyerek, dinlenmeye çalıştık :) O arada kızımın Fransızca ödevine yardım etti (itiraf: resmen o yaptı). Nasıl dayanışma ama ;)

İnsan, yabancı bir misafiri gelince, kendine/evine/çevreye/memlekete/herkese farklı bir gözle bakmaya başlıyor. Bunu aştığımı sanıyordum ama azalmakla birlikte hâlâ yaşıyorum. Kâh eleştirel, kâh daha bir değer bilir bakış açıları geliyor bir anda aklıma. Burada yaşayıp durduğumuz için göre göre kanıksadığımız, ne güzel ya da ne çirkin olduğunu görmez/fark etmez olduğumuz şeyleri fark eder oluyorum. Hoşuma da gidiyor bu aslında. Çünkü ben her türlü soruna rağmen seviyorum buraları da, buranın insanını da. Ömrümde iki kez iş icabı yurtdışında kalıcı yaşama fırsatı yakaladığım halde, hiç istememiştim; hâlâ da aynı fikirdeyim. Tersine onlar gelsin de görsünler, ne güzel bir ülkemiz var.

Bunları düşüne düşüne balkondan el salladım, iki kızım okul servisini beklerlerken. Ayyy kıza "Allah zihin açıklığı versin, demedim.. Amaan zaten tercümesi de zor.." :)))