30 Aralık 2010 Perşembe

Te be mutluluklar dilerim kızancıklarım ;)



Tüm blog aleminin yeni yılını kutlarken, sevgili http://miyozu.blogspot.com/ dan gelen bu güzel kalpleri sizlere öpücüklerimle yolluyorum.. Sağol Zuzu'cum :)

Sağlığın, sevginin, mutluluğun, huzurun, başarının, paranın ve yazılarımızın eksilmediği çooook güzel bir yıl olsun, hepimiz için... 

Kalpleri ve dileklerimi yollamak için 7 kişi seçmem istenmişti ama ben seçemeyeceğim sanırım; içimden öyle çağladı... Blog'um sayesinde tanıdığım ve sevdiğim herkese çağlatıyorum.

Sizleri blogcunun özlü sözleri ile başbaşa bırakıyorum:

Blogsuz hayat çöle benzer.
Blogunu sev, yazını koru.
Blog yaşken eğilir.
Blogu görmeden klavyeni kapama.
Ey Türk blogcusu, birinci vazifen...!
Blog girmeyen eve, Facebook girer.
Blog tüm iyiliklerin anasıdır.


:)

28 Aralık 2010 Salı

NiNA, KatheriNA, SvetlaNA.. ne na na na :)

Çehov'dan sonra şizoid dürtülerimizi galeyana getiren başka çalışmalarla tiyatro yolculuğum devam etmekte. Çehov'un melankolik ve depresif Nina'sından sonra, Shakespeare'in 'Huysuz Kız'ı Katherina ile tam bir pastörizasyon yaşadık. Nina karakterine bürünmek için ruhsal dip vurmalara adapte oluciiiz diye, kendimizi zorla bunalıma sokalım derken, Katherina ile şirret, ağzı bozuk, şımarık, enerjik ve ukala bir moda girmemiz gerekti. E bu da bünyede Pınar süt etkisi yaptı tabii :)) Sıcak soğuk şoklaması ile Nina'da kalan yüzümüzün, bir yanı sarkarken, diğer yanı Katherina ile 'kalk gidelim' diyordu. Bir nevi Mona Lisa etkisi deyip geçelim.

Bunların arasında diğer hocamızın verdiği ödevlerden biri de oyuncak ödeviydi biliyorsunuz. Svetlana olacağım derken, ortaya karışık babında, içimden rus aksanlı bir ingiliz dışarı fırlamak istemedi değil hani. Yalnız oyuncak ödevi gerçekten de ilginç devam etti. Çünkü her birimizin oyuncağından çıkan karakterleri kendimize uyarlamamız, yani o oyuncağımız biz olmamız istendi. Ben artık bir Svetlana idim. Ona verdiğim geçmişi, karakteri, genel duruş ve postürü, konuşma tarzını kendim oynamam gerekti. Üstüne üstlük, her birimiz o oyuncağın karakteriyle doğaçlama oynamaya maruz bırakıldık :)) Gerçekten de çok ilginç, komik ve beklenmedik sonuçlar çıktı. Hocamızı bu da kesmedi; herkes birer kez diğerinin oyuncağına büründü.

Oyuncakların ardından verilen ödev ise, kendi seçtiğimiz bir oyundan 3-4 dakikalık bir monolog ezberleyip, oynayacak hale gelmek idi. Ona bak, buna bak derken, ben Ariel Dorfman'ın "Ölüm ve Kız" adlı eserinde karar kıldım. Oyundaki ana karakterlerden Paulina'yı çalıştım. Oyun başlı başına çok derin anlamlı idi. Paulina da Nina ile Katherina arası bir karakterdi. Yani bir yanıyla depresif, diğer yanıyla cazgır. O yüzden zor olmadı, ama çok etkilendiğimi söylemem lazım.

Oynanacak karaktere girebilme yöntemlerini anlatırken, hocamızın bize yaptırdığı bir tarz meditasyonda, herkesin kendi monologundaki karakterin yerine geçmesini istedi. Çalışma bitip de, gözlerimi açtığımda aynen Paulina gibi ruhum acıyordu. Çünkü Şili'de diktatörlük zamanında yoğun işkenceye maruz kalmış ve bunun etkilerini üzerinden atamamış biriydi. Bu çalışmanın ardından monologumu vermemden sonra, izleyen arkadaşlarım ve hocam da bunu fark etti; herkes Paulina'yı gördü. Ders bitip de salondan çıkana kadar bendeki etkisi sürdü.

Şimdi bir toplama yapacak olursam, iki üç hafta içinde 13 farklı tipe girdik çıktık. Gündelik konuşmalarımızın arasına sürekli bu tiplerin konuşmaları kaçtı durdu. Şu an hiçbiri kalmadı bünyemde... Sadece duygu belleğime saklandılar. Sırada Arthur Miller'ın "Cadı Kazanı" ve Tennessee Williams'ın "Arzu Tramvayı" var.

"Şizofreniye bir iki" tramvayına bindik gidiyoruz :)) Ama bunun ruh, beden ve zihin kompleksine yaptığı faydayı anlatmam mümkün değil.

Dikkat ettim de tüm karakterlerin adı "na" ile bitiyor!! Amma rastlantı... Tamam başlık şu an belli oldu.
Bu arada yukarıdaki afiş tabii ki bize ait değil. Biz kiiiim, AST'da oynamak kim :) Bira sevmem demiştim ama araya Efes reklamı da almışım :))))

27 Aralık 2010 Pazartesi

12 SORU.. KAÇ DOĞRU?

"Senin için doğru olanı sevmeyi öğrenmek.. sevmek.. kabullenmek.. "

İnsan kendi için doğru olan herşeyi sever mi? Sevemeyebilir, ama mantığın iteklemesiyle, ya da mahalle baskısıyla seviyormuş gibi görünebilir. Aslında bilir ki, o onun için doğrudur, güzeldir, sorunsuzdur, garantilidir, risk taşımaz belki... Hatta uzun yıllar buna gerçekten inanmış ve öyle de yaşamıştır. Ama bir zaman gelmiştir ki, o onun için ne kadar doğru gibi görünürse görünsün, o artık o doğrudan sıkılmıştır, bıkmıştır. Ha o zaman o onun için artık doğru olmayan olabilir mi? Ya da doğruluğunu göremeyecek hale mi gelmiştir?

Bu birçok değişik hayat deneyimine gönderme yapılabilecek bir konu. Diyebilirsiniz ki, deneyime göre değişir. Haklı da olursunuz. Meslek olabilir, yaşanan mekan olabilir, hatta yaşanan şehir, evlilik, ya da her türden insan ilişkileri... Hepsi için cevaplar da değişebilir.

Genel geçer doğrular zaman içinde evrilip, artık doğru olmaktan çıkarsa ya da çıkmış gibi görünürse ne hissedilir? Size göre doğruluğu sorgulanır olan bir şey, dışarıdan bakana göre hâlâ doğru gibi görünebilir. İnsanın kendini sorgulayası gelmez mi?: "yanlış mı düşünüyorum acaba?" diye... Şımarıklık gibi görünmez mi?

O kavşakta durup hangi yolu seçeceğini bilemeyen insanın cesaret bakiyesi devreye girer anında. O eski doğruyu arkada bırakıp, yeni doğrusuna mı koşmalı? Veya başa sarıp, "senin için doğru olan bu diyorlar, bunu yeniden sevmeyi öğren" mi demeli? Aslında her ikisi de cesaret ve yürek istemez mi? İkinciyi seçmek kolaycılık mıdır? Birinciyi seçmek dengeleri bozmak mıdır? Sizin yeni doğrunuz, eski doğruda kalanların dengesini bozuyorsa, nereye kadar ilerlemek gerekir?

Hayat koca bir soru işareti olduğunu hatırlattığı sürece, elimizden kayıp gitmesine izin vermemek gereken tek şey "kendi"miz olmalıyız galiba. Ama bencilliğin de bir dozu var değil mi...

:)

24 Aralık 2010 Cuma

BAK BAKALIM, BELKİ MİM'İN VARDIR BURADA


2010 yılında mutlu olduğunuz şey nedir?


Tek şey yazılacaksa tiyatroya geri dönmek.


2010 yılı sizin için nasıl bir yıldı?

İlk yarısı gergin ve sıkıntılı.
İkinci yarısı hazmetmiş ve güvenli.


2011'e nasıl girmek istersiniz?

Unutkan olarak.


2010 yılında yapmayı isteyip yaptıklarınız ve yapamadıklarınız nelerdir?

Yaptıklarım:
Daha çok yazmak,
Sahneye çıkmak,
Yabancı öğrenci misafir etmek,
Saçımı daha da uzatmak :)
Bir sürü blogdaşıma mim paslamak :)))

Yapamadıklarım:
İnsanlardaki madalyonun ters yüzünü gördüğümde istediğim gibi şarlayamamak,
Türk insanına düzenli diş fırçalatabilmek (her sene değişmeyen şey),
Spor yapabilmek,
Hiç bilmediğim bir köye ya da kasabaya 1 haftalığına gidip, insanlarıyla konuşup, hayatlar görmek.
Daha çok film izlemek,
Vicdanıma daha az kulak vermek,
Bira içebilmek,
Sohbetlere 2 saatten fazla dayanabilmek,
Kendime artık şaşırmamak,
Pulitzer ya da Oscar ödülü almak :pp
Brownie'yi daha çok kabartmak,
Hünkar beğendi yapmak,
Her gittiğimde mutlaka bir arkadaşımı gördüğüm bir kafeye dadanmak (Friends dizisine özenti),
Denize daha çok girebilmek.

Hepsine bir sürü şey yazabileceğimi görüp, kendimden ürktüm :D
O yüzden bu kadar yazıyorum.

İşbu mim sevgili Minimalist'ten geldi. Sağolsun, hem kolay, hem düşündürücü ve eğlenceli bir mim oldu. Ben de mimi aşağıdaki dostlara paslayıp, merakla beklemeye koyuluyorum:

Leylak Dalı
Cep Aynası
Sanat Notları
Başçavuşun Beygiri
Syrakusa & Beter Böcek
Lafanino
Didem'in blogu
Momentos
Ben Nessuno
Aynadaki Aksim
Miskin
Zuihitsu
Ozan Kayra
Pandora
Silvie_Ribel
Hayat İzlerim
Öykü
Deli Anne
Anne Kaleminden
Aslı Hayvanı
Asuman Yelen
Aydan Atlayan Kedi
Deliler Teknesi
Dalgaları Aşmak
Depresif Ayu
Ebruli Günce
y.
Tomrukcan

(nıhahahha bunu da daha yazabileceğimi fark edip, kendime kızdım.. Her zamanki gibi isteyen yapar, istemeyen dağınık bırakır.)

Öperim herkesi son tahlilde ;)

22 Aralık 2010 Çarşamba

AYNAYA BAK


YAşamı Geciktirme Uzmanlarından bahsedeceğim bugün de (YAGU). Tadını çıkarmak, değerini bilmek, zamanın geçtiğini fark etmek, yaşamın her an bitişe yaklaştığını görmek, "bugün git, yarın gel", "emekli olunca yaparım" ya da "çocuklar bir büyüsün de.." dememek, kendini kale almak ==> işte bunlardan haberi olmayan ya da kulak asmayan insanlardır bunlar. "Dile benden ne dilersen" diye soran bir cin olsa karşılarında, ne diyeceğini bilemeyenlerdir. İsteklerinin gerçekleşemeyecek olmasına olan inançlarından dolayı belki de. Ya da gerçekleşecek olsa bile, kendinden başka kimseye iyi gelmeyeceğine olan endişeleri olabilir. Yoksa bencil davranmakla suçlayabilirler kendilerini. Bir tek kendisi için iyi olan bir şeyi neden istesinler ki... Halbuki bilmezler ki, onlara iyi gelen şeyle parlayacak olan yıldızları çevresindekileri de aydınlatacaktır.. Kim bilir...

Ânın tadı nasıl çıkar?
Bir şeyin/kişinin değeri nasıl bilinir?
Zaman aslında dünyadaki en kıt şey midir?
Nereden bilinsin, yaşam belki de o kişi için çok uzun...

Kamyon yazısını deforme eder gibi: bugün KENDİN için ne yaptın? En son ne zaman kendin için bir şey yaptın? Ne kadarı gerçekten SADECE KENDİN içindi? Hadi yaptın diyelim, kendini suçlu hissettin mi? Hissettiysen, etrafın için yapmak zorunda olduklarının sayısını mı artırdın o zaman da?

Çarklara çomak sokmak istedin mi hiç?

En son ne zaman gerçekten CESUR oldun?

Kendin olmaya gücün, kendinle yüzleşmeye cesaretin var mı?

Hadi hepsini yaptın diyelim, kendini taşımaya hazır mısın? Sonuçlarıyla baş etmeye?

Pişman olursan, kendine olan kızgınlığına gem vurmaya mı çalışacaksın, ya da kendini affedecek misin, veya "istedim ve yaptım" diyerek gururla kabullenecek misin?

Sorumluluk için, "yaptıklarının sonuçlarına katlanmaktır" diyorlar. Yeterince sorumluluk sahibi misin?

Yoksa kimseden korkmadığın kadar, kendinden mi korkuyorsun?

Yoksa sen de mi bir YAGU'sun?

21 Aralık 2010 Salı

BEKLE BENİ YENİ DÜNYA


29 yıl öncesine, eskiden seyredilmiş ama hiçbir ayrıntısı unutulmamış bir film gibi bakabilmek, bu arada yaşananlar ister mutlu, ister mutsuz olsun, insanın gözlerini uzağa konuşlandırıp, hafif bir bıyıkaltı gülümsemesine neden oluyor. Kimin, yetişkin olma yolundaki çırpınışlar, havailikler, kendini “tamam oldum ben artık” sanmalarla bezeli 17 yaş hikayesi yoktur ki.. 46 yaşına gelen ve bu zaman zarfında 2 çocuk sahibi olan ben, kendi çocuklarımı “yaşadığım deneyimleri onlar da yaşasın” deme cesaretini gösterebilir miyim bilemiyorum (Anne olmak yok mu, çok zor iş!) Ama kesin olan şu ki, yaşanan herşey, anlatmakla ya da dinlemekle değil, insan kendi yaşadıkça anlam ve değer kazanıyor. Sanırım şu andan itibaren kendime söz vermeliyim ki, çocuklarıma yol gösteririm ama yoluma çekmem; yapmışımdır ama yap demem, yapmamışımdır ama yapma demem. Sadece uzaktan seyredip, kumandayla kanal değiştirir gibi ipleri elimde tutma sığlığını göstermem, göstermemeliyim. Onlara kendine güveni ve başkasına da yerinde güvenmeyi öğretip, doğaya salıvermeliyim. Galiba benim annem-babam da bana bunu yapmışlardı. Bunu bu kadar geç anlamanın nedeni insanoğlunun “yaşamadan anlamama” formatında yaratılmasından olsa gerek.. Onları daha yeni yeni anlayabiliyorum; ne de zormuş evlattan geçici de olsa kopmak. Geleceğine katkısı olacağı garantisini elinize tutuştursalar dahi, o yıllarda özellikle 17 yaşındaki bir kızı taa Amerika’lara yollamak yürek ister. Yüreklerini öptüğüm insanlar!

Biz lise, hatta üniversite öğrencisiyken, gençlerin yurtdışına gitmeleri hem şimdiki kadar kolay kabul edilebilir değildi, hem de koşullar uygun değildi. O yüzden, o yıllarda (80’ler) yurtdışına gitmenin değeri de büyüktü. İletişim olanaklarının şimdiye oranla çok kısıtlı oluşu, ebeveynlerin evlatlarını uzaklara göndermedeki çekincelerini de haklı gösteriyordu. Düşünsenize, ne e-posta var, ne cep telefonu var; bırakın bunları, ne de evinizden direkt arayabileceğiniz bir telefon sistemi var: santral sırası beklenirdi büyük şehirlerde bile. İnsanın aklı almıyor şimdi bunları düşününce, ama sanırım dünya da bu kadar kirlenmemişti ve dolayısıyla “endişe ve korku” hayatımızdaki yerini böylesi sağlamlaştırmamıştı. O zaman için uzağa yakınınızı yollarkenki tek sıkıntı, hastalık olursa ne olacak idi sanki. İşte benim ailem de öncelikle bunu dert ederek, beni ucunda Amerika’ya gitme ve orada 1 sene bir aile yanında kalma olan sınava sokarken bunu düşünüyordu en başta. E tabii sonra da, yanında kalacağım ailenin nasıl insanlar olabileceği.

Sen misin sınava sokan?

1. sınavı kazanıp da, 2. sınava giderken, anneme söz üstüne söz veriyordum: “Anne, merak etme, kazansam da kesinlikle hiçbir yere gitmeeeem!! Zaten üniversite sınavını da kazanırsam, yurtdışına gidip de sene kaybetmeyi göze alamam.”

1981’in şubat ayı idi. Okulda duyurulan AFS sınavı tarihi gelip çatınca annemle de çatışır olmuştum. O, kendini annelik kıskacına kaptırmış durumda, benim her zamanki gibi cesaretime sarılıp karşılarına çıkmamdan ve tükenmek bilmeyen enerjimin akışından kurtulamayacağımdan endişe ediyordu.

Derslerimde başarılı oluşum, özellikle sınıf arkadaşlarım tarafından bu sınavın da üstesinden geleceğim kanısını uyandırmıştı. Hani derler ya: “arkadaşlarımın teşvikiyle katıldım bu yarışmaya” diye... O hesap.. Yine de sadece onların itmesiyle olacak iş değildi; ha işe yaramadı mı, yaradı ama ben de özgüven patlaması içindeydim. 1 yıl boyunca hiç tanımadığım bir ülkede, kültürde ve yaşam tarzında, hiç tanımadığım bir evde, yabancı bir aileyle kalacak olma olasılığı beni hiç ürkütmüyordu. Üstelik ömrümde ilk kez sadece ingilizce konuşma zorunluluğuna girmek düşüncesi de vız gelip tırıs geçiyordu.

Ben anneme “valla gitmem” sözleri veredurayım, feci soğuk bir şubat günü saatlerce beklediğimiz, 2. aşama olan sözlü sınav sonrasında ablamla eve döndük. Öyle üşümüştüm ki, vücudumun kırıklığından ve yorgunluktan bitap kendimi yatağıma attım; saatlerce uyudum. Akşamüzeri AFS gönüllülerinden, ki bu kişiler daha önce aynı yollardan geçerek AFS öğrencisi olarak A.B.D.’de 1 yıl kalıp dönmüş kişilerdir, bir telefon geldi. Verdiğim sözler hafif hafif buharlaşmaya başlıyordu, çünkü sınavı kazanmıştım ve ilk bizi ziyarete geliyorlardı. Bana ve aileme, gitmenin ne demek olduğunu, ayrıca AFS yönetimine ne görevler düştüğünü anlatmak üzere geleceklerdi; yani tam bir “haklar-görevler” semineriydi. O ana kadar sesini çıkarmayan babam, bu isteği gururla kabul etti. Aslında bu haber hepimizi sevince boğdu. Ben hemen o gün sınavda giydiğim, yegâne elbisemi yeniden giydim.

O gece, eski AFS’liler olan bir bay ve bayanın bizi aydınlatması ağırlıklı güzel bir gece geçirdik. Anlattıkları herşey gözlerimi parlatıyordu. Yavaştan “boşver verdiğim sözleri, sözünü tutmayan ne ilk ne de son insan ben olacağım” diyerek geçirdim saatleri. Onların ardından kapıyı kapatıp da, annem, babam, ablam ve ben başbaşa kaldığımız dakika “ben gidiyorum, bu fırsatı kaçıramam!” dedim. Ve babam ilk kez bir yorum yaptı: “Evet bence de gitmeli.”

20 Aralık 2010 Pazartesi

BU MİM BAŞKA MİM--KURGULATAN MİM

Talimatname: Önce şu adrese gidilecek,sonra gelinip buradan devam edilecek. Hatta ayrıca diğer devam yazıları da iyice merak edilip, onlara da ziyaret yapılacak. "Aynadaki Aksim" ödev verdi.

http://aynadakiaksimhepvazgectibenden.blogspot.com/2010/12/kurgusal-mim.html
********************************************************************************


Annesiyle babasının aşkına tanık olarak geçirdiği çocukluk ve gençlik yıllarının sonunda, Eleni’nin hayalinde hep onlar gibi bir aşk yaşamak vardı. Başka türlüsünü görmedi kadın ile erkeğin ilişki çarkında; hep hayranlık, hep sevgi, hep aşkın en dirisi, hep en içteninden hayat paylaşma. Kendine de, babasının annesine baktığı gibi bakan, her defasında sanki ilk kez görüyormuş gibi şaşıran, şaşkınlığında gözlerindeki aşkı okunan bir sevda dilemişti Tanrı’dan.
Dimitri… Balıkçı Anreas’ın sessiz ve utangaç oğlu… Kasabanın tepesindeki evlerinden aşağı, taş binadaki okuluna, her sabah Elenilerin tarçınlı-zencefilli kurabiyelerinden alır da giderdi. Tepeden aşağı öyle hızla koşardı ki, Angelino’nun dükkânına vardığında nefes nefese olurdu. Pencere pervazları masmavi dükkân, Elenilerin evinin alt katıydı. Kurabiyelerin kalp şeklinde olanlarından isterdi hep. Annesi kurabiyelere katık etsin diye minik bir mataraya yeni sağılmış keçi sütü koyardı. Eleni de her sabah kahvaltısını dükkânda ederken, Dimitri’nin içtiği süte imrenerek bakardı, çünkü Airla ona hep çay verirdi. Çocukluk işte, her okuldan dönüşte ve her gece uyumadan önce kana kana içtiği keçi sütü ona yetmiyordu da, bir başka çocuk içerken aklı kalıyordu. Eleni’nin Dimitri ile dertleştiği ilk şey bu olmuştu. Paylaştıkları ilk şey de Dimitri’nin sütü… Artık sadece kendilerinin bildiği bir sırları vardı. Kahvaltıları bitip de okulun patikasına doğru yöneldikleri gibi, sağdaki evin duvarını döner dönmez, matarada kalan sütü Eleni içerdi. Kikirdeşip koşarlardı okula.
Annesi kadar güzel bir genç kız olduğunda, artık yaşlanmaya başlamış babasına dükkânda daha çok yardım eder olmuştu. Annesi ise meyhane yıllarının bedelini öder gibi, karaciğerinden hasta olmuş ve günlerin çoğunu evde hasta geçirirdi. Dönem dönem girdiği akut hastalık süreçlerinde günlerce şehirdeki hastanede yatardı. Ona kendi refakat etmek isteyen Angelino’da da kuvvet yoktu ki gitsin. Aklı babasında kalmakla birlikte Eleni annesiyle hastaneye gider, günlerce iyileşsin diye beklerdi. Giderken de kasabalarındaki birkaç iyi şoförden biri olan Dimitri’den yardım isterdi. Avladıkları balıkları şehre satmaya götüren delikanlının mavi kamyonetine binerler, eski günlerden laflayarak sıkıntılarını bir nebze dağıtırlardı. İşte birbirlerine karşı yıllardır sakladıkları aşklarının su yüzüne çıktığı zamanlardı bunlar. Eleni iki saatlik yol boyunca delikanlıya ikram etmek için, onun sevdiği kurabiyelerden doldururdu çantasına. Hem artık sadece bu kurabiyeleri değil, dükkânlarında sattıkları her şeyi kendi yapar olmuştu. Dimitri de keçi sütü getirirdi yanında. Kızla oğlanın ortasında halsiz oturmakta olan Airla’nın gönlünde kızıyla bu delikanlının evlenmesinin ne kadar uygun olacağı hayali vardı hep. Ölmeden görebilmeyi dua ederdi.
Sanki bu duayı duymuşcasına Dimitri bir gün Eleni’ye elinde demet demet leylak dallarıyla geldi. Kızın menekşe gözlerindeki pırıltı ile delikanlının zeytin gözlerindeki ateş fütursuzca birleşti o gün. Sanki zaman durmuştu. Eleni kendinden çıkmış annesi olmuş, Dimitri de babası olmuştu. Başını hafifçe yukarı kaldırıp hızlıca Tanrı’ya gülümsedi, teşekkür etti bu aşk için. Dimitri’nin ailesinden başka kimsenin gelemediği evlerinde, Airla’nın ölüm döşeğinin dibinde papaz efendiyle nikâhları kıyıldı. Airla bundan on beş gün sonra, elleri kızı ve bir tanecik aşkı Angelino’da, başında çok sevdiği damadıyla huzur dolu olarak uçtu gitti.


Yıllar boyu birlikte yaşadılar. Bir kız, bir de erkek çocukları oldu. Dimitri’nin annesi ve babası yardımcı oldular her zaman. Hem çocukların büyümesine, hem de Angelino’ya yoldaş olmaya.

Ama bir gün Dimitri dönemedi şehirden. Eleni’nin kasaba dışına taşan ünüyle, şehre sadece balık değil, artık büyümüş olan kızlarının eliyle hazırladığı minik kutularla kurabiyeler de taşınır olmuştu. Eleni bir denize, bir tepedeki eve bakarak saatlerce bekledi aşkını. İçinden çıkamayan gözyaşları doldurdu göğsünü. Saklanıp sütü paylaştıkları evin kenarından dönüp de gelecek olan kamyonetin ışıklarını bekledi durdu. Tahta sandalyenin üstünde sabaha ulaştığında arka bahçedeki kameriyenin altında beklerken uyuyup kalan oğlunun geldiğini fark etmedi bile. Annesinin ellerini tuttuğu sırada, köşeden kamyonet değil, jandarmanın cipi döndü geldi. Kurabiyelerin balıklarla karman çorman olduğu bir kazada Dimitri de uçup gitmişti.


Eleni bitti.
Eleni dondu.
Zaman bitti.
Zaman dondu.
Tanrı’ya bakar gibi yukarı baktı; menekşeleri titredi gözünde.
Anlamsızlığını tanıdı o gün.
Ruhu kendinden çıktı, Dimitri’nin yanına gitti.
Aklı uçtu.
Bedeni kaldı.
Eleni gitti.
Eleni duramadı.
Tanımadığı kendiyle yola düştü.
Hissetmediği ayakları onu Napoli’ye getirdi.
Ne zaman ve nerede öğrendiğini bilmediği kurabiyeler yapmaya başladı.
Nereden bildiğini, duyduğunu hatırlamadığı ezgiler kulaklarında.
Yalnız bir sütçü delikanlı var, ona bakıp bakıp ağlıyor. Neden? Bilmiyor…

******************************************************************



Paslamam da gerekiyormuş; sandım ki yazıp bırakacağız :)) Mimin çıktığı Aynadaki Aksim'in blogundan (yukarda linki var) devam edilecek.. İşte pası karşılaması beklenenler:


Oyun Çocuğu (yeni adıyla "başçavuşun beygiri")
Blogloballeşelim
Francesca Mckennit
Momentos
Nessuno
Leylak Dalı
Minimalist
Deliler Teknesi
Stardust
(valla üzeri tıklanacak şekilde ekleme yapmayı bilmiyorum :(( özür...)

18 Aralık 2010 Cumartesi

RUH DEGUSTATÖRLERİ


Degüstatörlük diye bir meslek var, bilirsiniz. İnternet bilgiçi şöyle diyor, bu meslekle ilgili: "Meslekleri içecek tadımı yapmak olan kişilere verilen genel addır. Dünya genelinde ve ülkemiz özelinde daha çok şarap tadımı yapıldığı için degüstator denildiğinde ilk akla gelen şarap tadımcılarıdır. Şarap degüstastonunda yalnızca tat alma duyusu kullanılmaz. Görme ile başlayan degustasyon, koklama ile devam edip en sonunda da tatma ile tamamlanır. Degüstasyon eğitimi Türkiye’de özel şarap tadım kursları ile verilmektedir. Bununla birlikte çay tadımcılığı da degüstasyon alanında gelişen bir branştır."

Ruh degüstatörlerinden bahsedeceğim ben. Ne bir insan evladı, ne de internet bilgiçi bilir bunu. Boşuna Google'a yazmayın yok. "Bunu mu demek istediniz?" diye bile sormuyor; iyice afallıyor. Çünkü bunu ben kafadan attım. Durun daha kibar olayım: ben buldum, ben buldum! Aşağıdakileri okuyunca birçok insan evladı da öğrenmiş olacak; hadi gene iyisiniz ;) Öğrenince, siz de etrafınızdaki nadir ruh degüstatörlerini hatırlayıp, "evet yaa, işte benim degüstatörüm de şu insan." diyeceksiniz belki de... Bunlara kısaca RD diyelim. Belki kendiniz de bir RD'siniz ama açıklamak adına, burada sadece sizin ruhunuza degustasyon yapılmasından söz edeceğim.

Ne demeye çalışmış internetimiz: "degüstasyon yapan kişi duyularıyla çalışır: görme, koklama ve tatma." Ruh degüstatörlerinde ayrıca işitme ve dokunma duyuları da çalışır. Tam tekmil yani. Görerek başlar çoğu şey... Bu insanlar sizi görürler, siz de onları.  Gördüklerinde sadece fiziki varlığınızı gözlemlemezler. Vücut dilinizi okurlar. Siz fark etmezsiniz bile. Ruh titreşimlerinizi görürler. Siz anlamazsınız bile. Yaydığınız artı ya da eksi elektrik yüklerini açığa veren samimi bir varlıksanız, soyut bir maske ve paravan arkasında değilseniz hele, işleri daha da kolaylaşır. Verdiğiniz tepkilerin hepsi birer veridir onlar için. Ruh gören gözleri vardır onların. Ruhunuzun rengini seçerler. Görmenin ardından doğal bir akışla işitme de devreye girmiştir. Siz konuştukça ses tonunuzdaki anlamları, ruhunuzun sesi olarak algılarlar. Desibel desibel işlerler sizi. Ses sensörleri vardır onların.

Ruhunuzun bir kokusu olduğunu biliyor muydunuz? Ama kimi ruhlar kokusuzdur. Onlar dışarı kapatırlar kendilerini; bilinmek, anlaşılmak, deşifre edilmek istemezler, korkarlar. O ruhların kör tıpası vardır. Hapsederler kokularını içeri. Kim bilir belki de, kör tıpanın görevi gibi, önceden açık olan ruhu taşmasın diye durdurmak istemişlerdir. RD'lerin bile onlara ulaşması zordur. Gerçi tıpanın varlığını hissederler yine de. Lâkin gerisi gelmez. Tıpasız ruhların kokusu herkeste farklıdır. Kimi kekremsi, kimi tatlı, kimi tütsü gibi kokar. Yorgun ve karışık ruhlar, ekşi kokar. Formaldehit kokusu varsa, ölmüştür o ruh, o yaşayan bedende. RD'lerin burnu kokuları karıştırmasın diye arada kahve koklamazlar. Çünkü ruhların kokusu birbirine karışmaz; özgündür. Koku algılarını nötrlemeye ihtiyaçları yoktur.

Ruhun tadı nasıl alınır? Aslında zor değil gibi görünüyor değil mi? Ruh dilindeki tat alıcıları kuvvetli olanlar daha bir ayrıntılı hissederler bunu. Meyveli ruh mu, kremalı ruh mu, çikolata tadında mı, hatta bitter mi, ağdalı bir şurubu mu var, yoksa hafif bir ruhsa sütlü mü, kavruk mu, az mı pişmiş, buzu çözülmemiş mi, vıcık vıcık yağlı mı, tuzu fazla mı kaçmış, mentollü mü... Ya da zaman zaman değişir mi tadı.. Hepsini fark ederler.

İşte bu insanlar son olarak, artık ruhunuza dokunmaya da başlarlar. Çünkü size yaptıkları degustasyonu hissedersiniz artık. Yaptıkları işin size geri dönüşü budur. Müptelâsı olursunuz. Onlarda keşfedilmenin lüksü ve rahatlığıyla yükünüz hafifler. Onlar sizi size anlatır; sizi size tanıştırır. Onda tanıdığınız kendinizi daha çok ve/veya yeniden seversiniz. Narsistçe hayran olursunuz kendinize. Bundan vazgeçmemek adına bile olsa, ki çok bencilce ve insanî, daha çok vakit geçirmek istersiniz onlarla. Aslında size öğrettiklerine minnetle, siz de onlara degustasyon yapmayı öğrenirsiniz, öğrenmeye can atarsınız. Size verdiği huzuru ona geri vermek ve paylaşmak istersiniz. Belki de acemilikle ilk yaptığınız iş dokunmak olur onların ruhuna. Bunu sonuna kadar hak ederler. Esirgemeyin, cömert olun. Sanmayın ki herkese yapıyorlardır bunları. Kendi ruhlarına da hitap ediyorsanız işbaşı yaparlar onlar. Part-time çalışırlar; seçicidirler.

Ya siz.. başkalarının ruhlarına degustasyon yapabiliyor musunuz? O ruhların yutulamayası zor tatlarını, içine çekilmeyesi kokularını, bakılamayası görünümlerini, kulak tıkanılası seslerini hissedebiliyormusunuz? Dokunmaktan imtina edeceğiniz ruhları seçebiliyor musunuz? Ya da tadı ruh damağınızda kalan, ciğerlerinize dolmasını istediğiniz, seyretmeye doyamadığınız, dinlemekten bıkmadığınız, dokunmaya can attığınız ruhları?

16 Aralık 2010 Perşembe

ŞİİR KOKTU BURASI

Pus.. 
Puslu..
Ya bildiğim, 
ya da hayal edebildiğim kadar, flu.
Berraklığını istemediğim.
Bir ışık var.
Kimse fark etmez.
Sadece benim görebildiğim .
Gözümü almıyor.
Gönlüme doluyor.
Birini kaparken,
diğerini açıyor.
Bilinmez bir âlemin,
bilindik kapılarına dayanmış gibi
aşina.
Çözülmez bir denklemin,
bilinmeyenlerini saçmış gibi
serseri.
Elden çıkmış bir kalenin,
bayrağını dikmiş gibi
cesur.
Ne düne, ne yarına muhtaç
Bugünle haşır neşir.

15 Aralık 2010 Çarşamba

İSTEMEM, OLMAZ OLSUN (Cyrano'nun burnu titresin)

Batılı olmak, batıya gitmek...
Hep hedeflenen ve özenilen... Arada bir kıskanılan ve ulaşılamayınca kedinin ciğere takındığı tavırla burun kıvrılan... Hele de eski yıllarda, bulunmaz Hint kumaşı muamelesi çekilen... Gerçi hâlâ değerini kaybetmiş değil, ama ulaşılmazlığının alt edilmesiyle önceki kadar da parlayan bir yıldız değil. Gezmek, okumak, iş ya da sağlık nedenleriyle batıya gidenlerin parmakla gösterildiği devirlerden, neredeyse gitmeyenlere şaşırılan zamanlara geldik.

Bir kez lisedeyken, bir kez de üniversitede asistanken birer yıl yaşadığım yurtdışı topraklarını hiç özlemedim. Lisede değişim öğrencisi olarak ABD'de aile yanında kaldım. Diğeri de araştırma görevlisi olarak Danimarka'da geçti. İkisi birbirinden farklı kültür ve yaşamların içinde olmak inanılmaz bir hayat ve meslek deneyimi ve birikimi sağladı, buna bir şey diyemem. Ama anlatmak istediğim şey bu değil.

Sokağa çıkıyorum; tek korna sesi yok. Otobüsler, durakta yazan zaman cetveline dakika sapmadan, uyarak geliyor; çünkü trafik keşmekeşi yok. Durakların bazılarında sıcak hava üfleyen sistem ile beklerken üşümüyorsunuz. Buna pek ihtiyaç da yok aslında, çünkü otobüsün saatini biliyorsanız, fazla da beklemiyorsunuz ki.

Karşıdan karşıya mı geçeceksiniz. Zaten canavarlaşmamış sürücüler sayesinde güvenlik had safhada.. Ayrıca ola ki, bir araba geliyorsa, ayağınızın ucunu caddeye doğru uzattığınız an durmaları gerekiyor. Bunun için de hemen durabilecek şekilde makul bir hızda ve dikkatle seyir halindeler. Üstüne üstlük, ufukta bir tane bile yaya ya da araç olmasa bile, her dört yol ağzında durmak zorundalar.

Bisiklet yolları, bizim normal yollardan da bakımlı ve pürüzsüz. Bisiklet sürücüleri de trafik ışıklarında aradan kaçmak gibi heyecan yaratmıyorlar. Işıklara tamamen güvenebiliyorsunuz; kırmızıda nasılsa geçen yaya yok deyip, bastırıp gazlayan da yok. Taksiciler deseniz, ne yolu dolandırıp sizi kazıklamaya, ne "kısa mesafe" deyip müşteriyi reddetmeye, ne de slalom yapmalara meraklı. Müşterisi yokken elinde kitabı, okuyarak beklerler.

Gelelim resmi dairelere... Telefonda bilgi alacaksınız, mutlaka doğru bilgi alırsınız. Sizin verdiğiniz bilgiye de güvenirler. Ayrıca telefonda verdikleri bir söz varsa, o söz gerçekten sözdür. Oraya gittiğinizde bunu unutmuş olmazlar.

Hastaneye mi yatmanız gerekti; refakatçiniz olmak zorunda değil. Çünkü öyle güzel ilgilenirler ki, tıp dışından ya da içinden bir yakınınızın sizinle ilgilenmesine ihtiyaç olmaz.

Markete gidersiniz. Sepetinizi doldurup, kasaya gelirsiniz. Poşet paralıdır. Haa önceden bilmeyen benim gibi vatandaşlar mecburen onun için para öderler. Ama bir kez öğrendiniz mi, daha sonra yanınızda poşetinizle gidersiniz. Sebzeler ne bizimkiler kadar lezzetlidir, ne de fiyatları uygundur. Patlıcan çeker canınız; saman gibidir. Hadi alayım dersiniz; ateş pahası. Tek ya da en fazla iki tane alır çıkarsınız. Karpuzlar dilimle satılır.

Özellikle Kopenhag'da insanlar buz gibidir. İklimin etkileri derler hep. Depresiftirler. Güneş ışığının azlığı yüzünden lambaları her daim açıktır. Gözden giren ışıkla serotonin salgısı artsın diye; ki mutsuzluk hissetmesinler. Çünkü dünyada intihar oranı en yüksek ülkeler İskandinavya ülkeleridir. Ben sadece masa lambamla çalışırken, gelip tavandaki lambayı açıp gidenler olurdu. Her sabah gülümseyerek "günaydın" dememe uzun süre şaşırıp, sonra dayanamayıp, bana, bunu nasıl becerdiğimi soranlar oldu. Aile ve arkadaşlık ilişkileri o kadar zayıf ki, kedileriyle evlenenler vardı.

Sağlıkla ilgili olanlar; onlara tek kelime etmiyorum. Ama hayat temposu, sokakların canlılığı, insanların dinamizmi, ağız tadı... eksik işte bir sürü şey.. Ben sokağa çıkınca kendimi koruma içgüdüsüyle zımba gibi oluyorum. Kanıma adrenalin izdihamı oluyor. Ufak çaplı stresin faydalı olduğunu bilirsiniz; işte o hesap. Ben bu tatlı gerginliği seviyorum. Algılarımı açık tutuyor. 'Truman Show'daki gibi mekanik yaşamayı sevmiyorum. Pili asla bitmeyen oyuncaklar gibi tekdüze hareket etmeyi de. Etraf hikaye dolu. Bu yüzden çok daha fazla yazarımız ve filmimiz dışarı açılmalı bence. Çok ilginç bir ülkeyiz; insanlarımız keza.

Yazdıklarımda sadece benim bulunduğum bölgelere özgü olanlar da var. Yani bunların bazıları latin ülkelerinde görülmez. Daşını dorpaanı yidiğim ülkem yaa..

Ha bu arada, biraz da kadın muhabbeti yapayım: Ben o zamanlar kızıl saçlıydım. Danimarkalılar da sapsarıdır genelde, bilirsiniz. Farklı olmak için kızıla boyatanların saç rengi havuç rengi olurdu. Çünkü alttaki asıl renk bir türlü istedikleri kızıla ulaşmalarına izin vermezdi :))) Benim saçıma bayılırlardı. Mavi göz neredeyse herkeste olduğu için kahverengi lens takanlar olurdu. Bizde de tam tersi değil mi :)) Bu da sona yazmadan edemediğim bir kadın muhabbeti olsun ;) E n'apayım ayol.. Zaten çok fazla da erkek yok aramızda di mi kızlaaar :)

13 Aralık 2010 Pazartesi

FLAŞ FLAŞ !!! SON DAKİKA!!

İzmir'de 10 dakika önce, 5 dakikalığına lapa lapa kar yağdı. Buna hasret İzmirliler, birbirlerini arayarak haber verdiler. Hani ola ki, o sırada işle güçle uğraşırken, bu ne kadar süreceği belirsiz müstesna olayı paylaşmadan edemediler. Telefonlar kilitlendi. Ama ne yazık ki, daha aramalar bitmeden kar da durdu. Gökyüzünün rengi ve dolgunluğu, yeni bir kar fırtınasının geleceğini müjdeliyordur herhalde ümitleriyle bu satırları yazan "görmemiş insan" bir yandan pencereye, bir yandan sürekli hata yaparak yazdığı ekrana odaklanmaya çalışıyor. Kar duası nasıl yapılır diye Diyanet'i aramayı da düşünen bu insan, hastalarını da arayıp, hava muhalefeti yüzünden gelemeyecek olurlarsa, onları affedebileceğini bildirmeyi de düşünmüyor değil :)) E yani bundan daha geçerli bir neden de olmaz yani :)

Öte yandan (sağdan olsun), bu kadar soğuğa alışmamış bünyesi nedeniyle, kaloriferin üstünden nasıl kalkıp da iş göreceğini de merak ediyor. Kışın asla ısınmayan elleri, ayakları ve burnu için, kara alışkın memleketlerden destek almayı düşünüyor. Dost ve kardeş şehirlerden Kızılay yardımı için yetkililerin harekete geçeceğinden emin.

Aha!! Şu an itibariyle yeniden başlayan tül gibi kar yağışı, karşıdaki lise öğrencilerinin çığlıkları sayesinde bir şölene dönüşmüş durumda.

İşte böyle de bir ahaliyiz biz :)))

10 Aralık 2010 Cuma

UMARIM ÜTÜ FİŞTE DEĞİLDİ

Takıntılarımız var di mi? Yapmazsak rahat edemediğimiz şeyler, belki de saçmalıklar. Ama ı ıhh ille de yapılacak. Bazen de kendimize hakim olabilirsek, es geçmeyi göze alırız. Alır mıyız? Ben almaya çalışıyorum açıkçası; boş ver, yapmazsam bir şey olmayacak rahat ol, deyip yürüyüp gidiyorum.

Genelde deli bir düzen hastası değilim, ama düzensiz de değilim. Evden ya da işyerinden çıkarken, döndüğümde düzgün görünsün diye bir isteğim hep olmuştur. Hele de tatile gidiliyorsa, geldiğimde ekstra iş çıkmasın diye, ayrı bir özen gösteririm. Her sabah evden ayrılırken, her odadan çıkışımda döner bir arkama bakarım; yan yamuk kalmış bir şey var mı diye. Ya da gece yatmadan önce salona bir göz atmadan duramam. Şekerleme örtüsü, kaykılma minderleri vs düzgün olmalı. Her ne kadar ev halkına bu konuda zilyon kez uyarıda bulundumsa da, başarı düzeyi pek yüksek değil. Ha ben de n'apar oldum: "Tamam kızım, sen de takılma. Bak insanlar nasıl da rahat. Sen niye debeleniyorsun ki, ne kaybediyorsun, ya da kazanıyorsun?" demeye çalışıp, bunun takıntı kategorisinden çıkmasını sağlamaya çalışıyorum. Peki ya benim bundaki başarı düzeyim ne? 10 üstünden 3..
Salondan gece en son ben çıkıyorsam, kullandığım örtüyü ya da minderi aynen bıraktığım oluyor. Örtü aynen sağa atılmış vaziyette, minderde kafa iziyle (ıy ne gıcık). Ya o ne şımarıkça bir sevinç, ne güzel bir "bana ne yaa" vurdumduymazlığı, nasıl tatlı bir boşvermişlik. Valla güzel.. Ama dedim ya, pek başarılı değilim. Demek ki düzeltirsem daha mutlu oluyorum, deyip, kendimi zorla şımarıklığa sevk edeceğim diye de ıkındığım yok.

Hani aslında bundan kasıt, takıntılı bir düzen meraklısı olmamayı başarabilmek. Ha aslında şu da var: evde yetişmekte olan yaş ağaçları eğeceğim arzusu. Çocuklar ne görürse, onu bilirler inancımdan dolayı, savruk ve kıymet bilmez olmasınlar istiyorum aynı zamanda. Rol modelliğimin üzerine düşen görevi içime sinerek uygulama isteği. Evdeki ergengillerin giysilerini fırlatmalarını anlayabilmiş değilim, ama bulaşmamaya da çalışıyorum. Bunun dönemsel olduğunu, bu şekilde bir düzen tutturduklarını, böyle mutlu olduklarını söyleyip duruyorum kendime. Arkalarından odalarına girip düzeltmiyorum da; ya da uyduruk düzeltmiş olsalar da, elden geçirmiyorum. Valla kitaplar öyle diyor; o zaman çocuk milleti güvensiz olurmuş. Neme lazım.. Amaaa görüp görüp de sinirim ayaklanmasın diye, kapılarını kapatıp, eşyaların kendi aralarında vur patlatıp çal oynamalarına izin veriyorum. Ya sabır.. Giysileri ters çıkarıp bırakmanın, işlerin ters gitmesine neden olacağı batılına olan inancımdan da kurtulamıyorum. Büyüklerimiz öyle demiş zamanında. Ben de ne safmışım, inanmışım. Amaç düzenliliğe alıştırmakmış, gayet de güzel başarmışlar. Şimdikiler hayatta yemiyor bunu.

Terlik çıkarma... Evden çıkarken terliklerimi yanyana ve düzgün bırakmazsam hayatta rahat edemem. İsmi lazım değil, zaten söylesem de tanıyan çıkmaz aranızda; bana yakınlığı lazım değil diyeyim en iyisi: bir hanımefendi var ki, anam babam offf... Bize geldiklerinin herrr defasında o terlikleri çıkarıp, her biri bir yerde bırakıp gitmiyor mu! (dedikodist oldum bi anda). Bayanlara yakışmıyor be dostlar..

Bakliyat saklama... Her cinsten bakliyata da kavanoz yetişmiyor. Kavanoz yetişse, yer bulunamıyor. E o zaman da poşetinde saklamak gerekiyor di mi... Ha işte onları içinde mümkün olduğunca hava bırakmadan sımsıkı katlayıp, sıkıca lastiklerim ben. Poşetin dışında yazan yazısını da okunabilir şekilde katlarım ki, anında içinde ne olduğunu anlayayım diye (gittikçe sapıtmaya başladım). Yapmazsam ziyan olacakmış gibi gelir. Savaş ve kıtlık da görmedim ama, ziyandan ve israftan çekinmişimdir hep (anneannem rahmet istedi).

Kapaklı kalemleri kapağı açık bırakamamm... Poposundan tıklamalı olanları içine sokmadan bırakamam.
Yıkadığım bıçakları, kaşıklığın içine dik koyamam, bulaşıklığın içine eğimli bırakırım ki, ani bir hareketle elimize batmasın diye.

Amaa yamuk çerçeve olayında kendi kendime telkin terapisinden başarıyla mezun oldum diyebilirim :) Gördüğümde gülümseyip geçiyorum. Kapağı açık diş macununu da iplemez oldum, iyi oldu.

Yazdıkça ne saçmalıklarım olduğunu fark ettim. Bunları yazacağımı bilmiyordum valla. Öylesine başlamıştım; ilerledikçe kendimle yüzleştim. Planlı ve her satırı önceden aklımda sıraya girmiş şekilde başlamam yazmalara. Ve yazmaya başlamak her defasında sonunu benim bile bilmediğim bir maceradır benim için. Bugünkü yazıyla da self servis bir deşarjla kendimi yine şaşırtmış vaziyetteyim. Ama her yazıda takıntım olan imla ve noktalamaları yüz kere kontrol etmedim diyemem. Fiil çekimleri, mantık zinciri, virgül/nokta vs, dahi anlamındaki -de ve -da'ların kontrolu, şu bu derken, kendimce tatmin olduğum bir şekilde bu takıntılı yazıma son verirken, her gün bir şey yazmak isteme takıntıma selam ederim.

(Not: Fotoğraflar, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nun birkaç sene önce oynadığı "Tak Tak Takıntı" isimli oyundan ve Jack Nicholson/Helen Hunt'ın başrollerde oynadığı "As Good As It Gets" isimli filmden. İkisi de çok güzeldi.)

7 Aralık 2010 Salı

İLK GÖZ AĞRIM


2003 yılının sonlarına doğru gazetenin kitap ekinde, e-edebiyat siteleriyle ilgili bir yazı gördüm. Hepsini okudum, birkaçını da internetten ziyaret ettim. Sadece bir tanesi çok sıcak göründü. Diğerleri de bu site kadar kaliteliydi, ama bu sitede bir şey vardı beni çeken. O anda anlayamadım bunu. Sezgisel bir çekim...
Siteye eklenen yazıları, forum sayfalarını, yazıların altına yazılan yorumları okudum. Şu an blogçulukta ulaştığıma benzer bir arkadaşlık ve paylaşım havasını gördüm orada da. Gerçi yazıların içerikleri blogçuluktan farklıydı. Çoğunlukla deneme, anı, öykü, derleme vb tarzlarında yazılıyordu sadece; günce tutmak gibi değildi.

O zamana kadar yazdığım yazıları sadece bir gazetenin ekinde paylaşmıştım, ki sayıca çok azdı. O siteye bir yazımı yollamak istedim, çekinerek de olsa. Bir cesaretle yolladım. Ertesi gün yayınlandığını gördüğümde nasıl sevindiğimi anlatamam. Günlerce eşime dostuma site adresini verip durmuştum. Günde elli kere girer yazımı seyrederdim. Sonra hep yollar oldum. Alta yazılan yorumlarla cesaretim de, özgüvenim de artmakla kalmadı, yeni edebiyat dostları edinmeye başladım. Sitenin adminleri dünya tatlısı bir karı-koca idi. İşte beni içine çeken, peşinden gitmeme neden olan sezgimin bu olduğunu, onların yazdıklarını, paylaşımlarını okudukça iyice anladım. Orada zaten oluşturulmuş olan sıcaklığı hissetmişim meğer.

Bir süre sonra bana sitede bir köşe yazıp yazamayacağımı sordular. On beş günde bir yeni yazı eklemem gerekiyordu, hepsi bu. Tereddütsüz kabul ettim. Epeyce bir süre yazdım. O arada çok güzel dostlar edindim. Hâlâ da devam eden dostluklar. Hatta bir araya da geldik, tanıdık birbirimizi. Ama bu güzel site bir takım sıkıntılar yüzünden kapanmak zorunda kaldı :( Orada yazmaya, yorumlarla çoğalmaya o kadar alışmıştık ki, boşluğu çok koydu.

Uzatmayayım..  Derken yeni isimle, yeni bir formatla yeniden açıldı. Her şeye rağmen aklımız, kalbimiz, anılarımız o ilk sitede kalmıştı. Yıllarca hep orayı andık, özledik... İzlerini kaybettiklerimizi birbirimizin aracılığıyla Facebook'ta bulunca ekrana sarılasım gelmişti.

Geçen hafta gelen bir haberle aynı isimle yeniden geri döneceği haberini aldığımda içim aydınlandı yeniden. Aynı logo ve resimle önümde açıldığını gördüğümde, eskilerde kalmış mahalleme dönmüş kadar duygulandım. Sanki sokaktaki arkadaşlarıma da kavuşmuştum. Yine yazmamı diliyorlar. Elimden geleni yapacağım tabii ki. Kim bilir, belki aranızdan da yazmak isteyen olabilir oraya...

Orası benim ilk göz ağrım. Blog'umun tüm ipleri elimde, istediğim gibi at koşturuyorum burada ve tabii ki burayı da çok seviyorum. Ama oradaki farklı tattan da ayrı kalmayı hiç istemiyor gönlüm. Bakalım iki taraflı götürebilecek miyim, ama deneyeceğim. İyice beyin salatası olmazsam tabii :)

http://www.amatorceedebiyat.com/

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Kuru Kafa Aranıyor


Leylak Dalı'ndaki Desdemona'nın mendili ve kendi ödevlerim derken, Shakespeare'le sıkı fıkı günler geçirmekteyim.

Shakespeare, tiyatro tarihinin baş yapıtlarına hem annelik, hem babalık yapmış değerli ve çok zeki, aynı zamanda yaratıcı bir yazar. Övgüleri dizi dizi yapmama hiç gerek yok; herkes biliyor zaten. Gittiğim dört tiyatro kursunda da onun eserleri verilen ilk ödevlerden, çalışılan ilk eserlerden olmuştur. Onu ucundan acık da olsa anlayan, çözen zaten yol almaya başlamış demek oluyor. Tümden çözebilmek için okullar bitirmek, bol bol ondan okumak, oynamak, satır satır hazmetmek gerekiyor. Zor iş...

İlk kursumda günlerce 15-20 satırlık bir tiradı ezberlemekte nasıl da zorlandığımı hatırlıyorum (sene 1323 :p). O zamanlar üçüncü sınıfa giden oğlumun, ya da bire giden kızımın eline kitabı tutuşturup, ezberimi takip etsinler derken, çocuklar o yaşta Hamlet okumaya başlamışlardı. Eşime de takip ettirebilirdim ama, bundaki amaç biraz da çocukların bu eserlere dikkatini çekmekti. Şimdilerde ergen olan evlatlarım Shakespeare'in tüm eserlerini yalayıp yuttular dermişim (yalannn :D).

Şimdi iş ezberlemekle de bitmiyor. Çünkü birkaç satırda bir değişen duygular nedeniyle ses tonlarının değişmesi ve vücut diline de yansıması gerekiyordu. Günlerce sadece o tirad üzerine çalışmanın zevki ve bir oyuncu adayına kattıklarına olan şaşkınlığım ve hayranlığım hâlâ geçmiş değil. O yüzden de hep ilk çalışılan eserler onunkiler oluyor. Hamlet, Romeo ve Juliet, Macbeth, III. Richard ve son olarak da Huysuz Kız.
Mesela nefes çalışması olarak da Hamlet'teki Horatio'nun bir tiradı çalışılır. Güncel ve modern konuşma alışkanlıklarımızı bir kenara bırakıp, devrik ve şiirsel diyaloglara nefesi unutmadan ama tükenmeden de can vermek işini başımıza yıkarken, Shakespeare bizi nasıl da zorlayacağını bilmiyordu galiba :) 
Gerçi anladım ki, Anton Çehov da başka bir kulvarda aynı işi yapmakla meşgulmüş. Shakespeare oynamak, Çehov oynamak ve Brecht... Zor iş...

Geçen hafta melankolik Nina, depresif Treplev derken (Çehov/Martı), bu hafta da Huysuz Kız Katherina'nın şirret naturasına bürünmemiz isteniyor. Nina'nın havasına girelim diye, hocamız bize "Bu sabah yağmur var İstanbul'da" şarkısını içinizden düşünerek oynayın diyordu. Bu defa da acaba "ahh şöfeeer şöfer"i düşünün mü diyecek ki? Hani maksat acık roman yırtıklığına bürünmek olsun.

Velhasılı kelâm, pastörize olduk, şizoid gitgellere az kaldı :))

(Not: Yaşı kaç olursa olsun, öğrenci öğrencidir derim ben. Cuma akşamki derse Huysuz Kız'ı hazırlayacaktık. Ama o akşam buraya Macbeth oyunu geliyor diye hocamız, dersi iptal edip hep birlikte oyuna gidelim dedi. Havada kaptık tabii. Hem belki biletimi gösterince, bana sözlüden 100 verir :p)

3 Aralık 2010 Cuma

TİYATRO


Cuma geldi, e cumartesi de pek yakında.. Yani benim tiyatro günlerim. Ödevler art arda geliyor. Biri bitmeden diğeri başlıyor. Zor gibi görünürken, aslında çok da zevkli geçiyor; hem dersler, hem de ödev hazırlıkları.
Ödevler şöyle:
1- Anton Çehov'un "Martı" isimli oyunu okunacak (okundu)
2- Oyundan bir bölüm ezberlenecek; Treplev ve Nina (ezberlendi)
3- Bir şiir bulunacak ve beş ayrı ses tonunda okunacak (bulundu, çalışıldı. Ama ses tonlarında sorun var.)
4- Bir oyuncak bulup, buna bir isim, geçmiş ve karakter verilecek (tamamdır. Bir Barbie bebek, Rus Svetlana oldu. Moskof'ta balerinmij eskiden; jimdi buRaya çalıjmaya gelmij. Üj tane cocugu ijin paRa kazanmaya calıjıyoRmus. :p)

Şimdi bunlar böyle çok kolay sıralanıveriyor ya, yaparken bir yandan da gülesi geliyor insanın. Evde yalnızken, ya da herkes varken bir anda ezberini söyleyen biri. İlk başlarda çocuklar "aa annem ne diyor ya" diye bakarlarken, beni dinleye dinleye karşılık vermeye de başladılar :) Diyaloglu bir parça ise zaten kitabı ellerine tutuşturuyorum. Hatta kızım biraz daha ilerleyip, normal gündelik konuşmalarımızın arasına benim replikleri sıkıştırır oldu.

Bu akşamki ödevler şiir ve bebek. Bir saat sonra önce prova yapacağız, sonra da ders başlayacak. Hocalarım benden 15 yaş küçük, sınıf arkadaşlarımın çoğu çocuklarım yaşında :)
Tiyatro eğitiminin tatminini geç de olsa yaşayabildiğim için seviniyorum.

Hadi Allah zihin açıklığı versin bana.. :)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Eternal Sunshine of MY Spotless Mind (Sar Baştan)


Sildirmek ne güzel olurdu.

Halbuki yaşarken nereden bilecektim ki, sonradan bu kadar acıtacağını. Bilseydim, silinesi şeyler yaşatmazdım kendime. Ama işte olmuyor, olamıyor. Pause ya da stop düğmesi yok ki hayatın. Ya da ileri sarıp, görmek neler olabileceğini ve tekrar geri sarıp, durdurmak mümkün değil. Yaşanacaksa yaşanacak; kadere hakim olunamıyor. Hiç bilemedim ki, insanların, hem de yakın diye bildiklerimin bu kadar uzak olduğunu.

O kadar yakıştıramadım ki onlara bunu...
O kadar emindim ki, durup durup vurmayacaklarından..
O kadar uzaktı ki bize hainlikler..
O kadar eskiydi ki bizim dostluğumuz..
Belli ki onlar sildirmiş anılarını...

"Anıları ayarlama enstitüsü"ne mi gitmeliyim? "Ölü anılar derneği"ne mi başvurmalıyım? Ya da lekesiz bir aklın sonsuz ışıltısını mı yakalamalıyım?
Neye yarar...

30 Kasım 2010 Salı

BERABER VE SOLO YALANLAR

Şimdi Allah için hiç olmazsa kendimize dürüst olalım da, bir düşünelim: ayak üstü mecburen atılan yalanlarımız yok mu? Bir de renk biçilmiş bu yalanlara: beyaz! Beyaza haksızlık edilmekle birlikte, zararsız, lekesi yok, temiz sıfatlarıyla süslediğimiz bu yalanlar renksiz kalmasın istenmiş herhalde. Zarar veren, üstü leke dolu ve ruhu kirleten yalanlara ne renk beğenmeli acep?
Tabii bu yalanlar senfonisine bayılmıyoruz, yani en azından bize söylendiğinde ve yakaladığımızda. Ne var ki, paçamız sıkışınca da yardımını istiyoruz.

Tezgahtar yalanları:

"Hanfendi pantalon inanın çok yakıştı." Yahu bir baksana ey insan, neresi yakıştı? Ya dikişinde hata var, ya bedenime uymadı, ya da gerçekten yakışmadı.
"Giydikçe açılır, merak etmeyin." Hıı evet, tabii. Bir üst beden olmayınca, ille de zıbın gibi yapışmış giysiyi kakalamak mı lazım?
"Bir tanesi sorun çıkarsın, hepsini geri getirin." Götürün, götürün de sizi tanımasınlar. Halbuki tek yetkisi malı satmaktır.
"Elimde kalmamış beyefendi, siz girmeden biraz önce son parçayı sattım." Ay bi satış var ki, sorma gitsin. Piyasaya yetişemiyor yani.
"İmkansız, daha ucuza bulamazsınız." Öyyle de fedakardırlar yani. 'Kiminin parası, kiminin duası' durumunda sadece duaya mı talim ediyorlar acaba?
"Kurtarmıyor abla, bak inan zararına satıyorum." diyosunn??
 
Öğrenci yalanları:
 
"Çalışıyorum, çalışıyorum, gene olmuyor." Dur acık dinlen ayol.
"Aslında sorular çok kolaydı." Ama sen zorlarına mı alışkınsın bebeğim?
"Hiç çalışmadım, ama nasıl olduysa 95 aldım." En gıcık tip de budur.
"Hocam otobüs bozuldu." Ah ah o otobüsler yok mu...Hepsini araba mezarlığına atmalı.
"Valla notlar bende de yok." Bencilliğin notları var ama galiba.
"Çok kolay bir ders. Ben hep 100 alırdım."
"Ben ders çalışsam ooohoo.."

Arkadaş yalanları:

"Kaç kere aradım, ulaşamadım sana."
"Aa şimdi ben de sana geliyordum."
"Sen kapa şimdi, ben seni arıycam birazdan."
"Kontürüm kalmadı. Sen ara beni."
"Ayıp ettin, valla kimseye söylemem."
"Aradım valla yoktun."
"Arkasından değil, burada olsun yüzüne de söylerim."
"Bilsem söylemez miyim???"

Sevgili yalanları:

"Seni sevdiğim için yapıyorum bunları."
"Önemli olan ruh güzelliği canım."
"Senden başka kimseyi sevmedim."
"Şimdi ben de seni arayacaktım."
"Sen herşeyin en iyisine layıksın."
"Şimdi seni düşünüyordum."

Ah be canım kardeşim, dua et ki; aşkın gözü kör, kulağı sağır, IQ'su sıfır.

Ticari yalanlar:


"Abi İş Yarın tamam."  
"Öğle tatili yapmıyoruz."
"Orijinal yedek parçası."
"Telefon şehirler arasına kapalı abi be."
"Burada torpil geçmez kardeşim."
"Çocuğu çoktan yolladım, birazdan sende."
"Piyasa çok kırık, çek senet geri dönüyor."
 
Şoför yalanları:
 
"Valla girilmez levhasını görmedim memur bey."
"Ben karşının taksisiyim."
"Bozuk yok abla, yeni açtım kontağı."
 
Ev sahibi yalanları:


"Yemeğe kalsaydınız."
"O gün gelseydiniz, sofrayı donatmıştım. Kaçırdınız inan ki."
"Canınız ne çekiyorsa, ondan pişireyim şekerim."
"Yok yok bir şey getirme, ben her şeyi hazırlarım."
"Çok özledik sizi."
"Aa sıraya mı bakılırmış, her zaman bekleriz."

Daha dolu vardır. Hele de karı-koca, gelin-kaynana, hasta-doktor,  temizlikçi bayan-evin hanımı, ebeveyn-çocuk arası yalanlarına girersek :))) Yok mu artıran??

27 Kasım 2010 Cumartesi

FASULYELİ MİM


Aydan Atlayan Kedi'ciğim  ( http://aydanatlayankedi.blogspot.com/ ), "Şimdi sizden anılarınızla, anılarınızın değeriyle ve onları yüklediğiniz eşyalarla ilgili bir yazı yazmanızı istiyorum." diye gelen mim'i bana da paslamış. Sağolsun. Şimdiye kadarki en anlamlı mim buydu herhalde. "Mim sevmem" diyenleri bile harekete geçirip, zevkle yazdıracak bir konu.

Önce hangi eşyayla ilgili yazsam diye kararsız kaldım. Şöyle bir göz gezdirdim eve ve içime. Ona baktım bir anı, şuna baktım başka anı... İçlerinden beni gerilere götürenlerinde karar kıldım; birkaçı içimi acıtacak olsa da. Hatta bu vesileyle o eşyaların hatırlattıklarına vakit ayırmış oldum. İyi oldu...

Çocukken babamın işyerine gider, bilumum kırtasiyeyle oynardım. Bu türden malzemelere hep çok ilgi duymuşumdur. Zımbalar, eski tür damgalar, onların mürekkepliği, dolma kalemler, kurutma kağıdı işini gören yarım daire şeklinde bir nesne (adını bilmiyorum ama eskiler bilir) ve daktilo. Ha bir de siyah, irice, ağır, kordonlu ve tekerlek şeklinde çevirmeli telefonu da çok severdim.  Ama en çok daktiloyla vakit geçirirdim. "Woodstock" marka yerinden kaldırması zor bir daktilo. Okumaya ve yazmaya merakım o zamanlarda da vardı. O yılların modası olan Gelişim ansiklopedilerinden hoşuma giden bir konu seçer, okur, sonra da özetini daktiloda yazardım (amma acayipmişim). Ya da şiir, kompozisyon... Yazdıklarımı da zımbalar, damga vurur, zarfa koyar ve akşam eve getirip anneme gösterirdim. Maksat her şeyi kullanmış olmak olsun :)
Babam emekli olunca, dibine düşmüş bir armutun babası olarak, yazılarını o daktiloda yazmaya başladı. O zamandan itibaren evimizde çat çut daktilo vuruşları duyulur oldu. Bazen gece geç vakitte yazacaksa, kapıları kapatıp da yazardı. O sesler bizi hiçbir zaman rahatsız etmediği gibi, melodik de gelirdi. Uzun yıllar onunla üretti yazılarını. Sonra bilgisayarlar yaygınlaştıkça, kolaylıklarını gördükçe kendine bir tane aldı. Daktilo da antika eşya olarak korunmaya alındı. İşte o zaman, babam bunu bana hediye etti. İkimizin parmak izleriyle dolu bu yakışıklı eşya daha da değerlendi gözümde.
Salonumuzun baş köşesinde ihtişamı ve anılarıyla duruyor yıllardır. Bize şahane bir baba olması ve "ardında eser bırakmak" adına kitapları kalmış olan babamızdan kalan bu daktilo hem nadide bir antika, hem de baktıkça gülümseten ve babamı özleten bir eşya.

Onun biraz ilerisinde de sallanan sandalye... Eşimin bekârken hep isteyip de, buralarda bulmakta zorlandığı için ancak evlendikten sonra alabildiğimiz sandalyemiz. Önceleri kapanın elinde kalan bu sandalye, daha sonraları uykusuz gecelerin dostu ve çaresi oldu. Gazları nedeniyle uyuyamayan, dolayısıyla uyutmayan oğlumu omzuma yaslayıp birlikte sallanırdık. Bazen halim varsa bir de ağırdan bir melodi mırıldandığım zamanların kurtarıcısı. Annelik refleksiyle onu kucağımdan düşürmeden, bazen benim de uyuyakaldığım bir kucaktı sanki o. Bakıcılara bırakmak zorunda kaldığım çocuklarımı, ayakta sallanmaya alıştırmamak adına sığındığım bir salıncak. Çocuklar büyüdükçe onu kendilerine oyuncak ettiler; zavallıcık sallanmaktan helâk oluyordu :) Bir arkaya, bir öne... Ve o arada da zıp diye üzerine binmeye çalışmalar... Şimdilerde ise kalabalıklaştığımızda, sadece koltuklarda yer olmadığında başvurduğumuz eski dost.

Mutfağa doğru ilerleyince, şu an içinde zeytinyağlı çalı fasulye yemeği olan tencerem. Gülmeyin ama yaa... Her Anneler Günü'nde, "belki seneye ben olmam, benden sana bir hatıra olsun" diyerek bana bir mutfak malzemesi alan, son yıllarında da anneme aldıran anneannemden hediye. Her genç kızın evlenmeden önce mutfağa alışmasına, ev işlerinden anlamasına çok önem veren o tonton kadın, ölene kadar buna verdiği önemi azaltmadı. Bu sayede bir sürü tencerem, tabağım, bardağım oldu. Bir keresinde de elektrik süpürgem. Onu anmamız için tencere tavaya hiiiç de ihtiyaç yoktu aslında. Ama o, mutfağın önemini de unutmamı istemedi sanırım.

Bunlar bir sürü anı yükü eşyadan seçilmiş olanlar. "Şunu da yazsam, aa evet bunu da" dedirtenleri mahsun bırakmak istemezdim, ama bu vesileyle onlara sımsıcak bir gülümseme yolladım ve kalbimden kocaman sevgilerimi akıttım. Açıkçası bana güzel şeyleri hatırlatanlara torpil geçtiğimi itiraf etmem lâzım. Zira 'yazıklar olsun', 'iyi ki çıkmışlar hayatımdan' veya 'ne aptalmışım' minvalindeki anıların, istense de akıldan çıkmayan öznelerini gıyaplarında anmaya elim varmadı. Oh canıma değsin :)

Bu özel ve güzel mimi blog'larının formatları gereği ve ne yazacaklarına olan merakım nedeniyle çok değerli Leylak Dalı, Momentos, Ben Nessuno, crazywomenrosemary, Deli Anne, Minimalist, Öykü ve Beter Böcek'e pas ediyorum (daha çok mimlemek isterdim aslında). Zor gelmezse, severlerse, vakitleri olursa yazsınlar. Yoksa 'teklif var, ısrar yok' ;)

26 Kasım 2010 Cuma

ADAM OLACAK ÇOCUK

Çocukken "büyüyünce ne olmak istiyorsun" şeklindeki bayıcı soruya (ki o zaman bayıcı gelmiyordu), değişik dönemlerde farklı cevaplar verdim hep.

"Pastaneci olmak istiyorum";
Çocukluk işte... İstediğim kadar pasta, çörek, börek vs yiyebilmemi sağlayacak tek meslek buydu benim için. Hani bir de iştahı kabarık bir çocuk olsam. Yoo, öyle de değildim ama 'çocukluk halim'in iştahı fazlaymış zaar. Charlie'nin çikolata fabrikasındaki arsız çocuklar misali, para kazanma derdiyle değil, dilediğimce pastalara dalıp çıkmak niyetiyle çok hayal kurmuştum. Netekim, kazık kadar üniversite öğrencisiyken, bir arkadaşımın pastane sahibi amcası vardı. Bir gün beni de aldı götürdü pastaneye. Kulise de girdik haliyle. Ve ben, tepside kalmış susamları bile beş parmağımı yalaya yalaya yemiştim. Krem şantileri de parmak marifetiyle hüplettiğimi itiraf ediyorum.

"Çocuk doktoru olmak istiyorum"
Kendimi bildim bileli çocuk sevdim. Önceleri kendimden küçük bir kardeşim olsun istedim hep. Ama bunu istemeye başladığımda, annemler o defteri çoktan kapatmışlardı. Yine de sipariş verdim ama dinlemediler beni. O zaman da okulda, sokakta kimsesiz çocuk bulsam da eve götürsem, onu kendime kardeş yapsam diye bakınmaya başladım. Millet kedi köpek götürür, ben insan yavrusu. Hatta ilkokul 3 ya da 4'teyken, yağmurlu bir günde, okulun bahçesinde ıslanmaktan sıçana dönmüş bir kız çocuğu gördüm. Gözümde japon çizgi film kahramanlarınınkine benzer bir ışık parladı. Hemen yanına seyirttim. Önce hafif bir yardımcı olma ayağı çekip, ardından hemen "evin, ailen var mı" diye sordum. Sonuç tabii ki hüsran.
Sonra artık oyuncak bebeklerimle idare etmeye başladım. Bir gün bir tanesiyle oynarken, ona söz verdim: "büyüyünce çocuğum olmazsa, mutlaka evlât edineceğim" diye (yani ben büyüyünce anne de olmak istiyordum). Ve eşimle artık çocuk sahibi olma zamanımızın geldiğine hükmettikten bir süre sonra hâlâ olmadığını görünce, o sözüm geldi aklıma. Tam sözümü tutayım diye niyetlenmişken, çubukta 2 çizgi göründü.
Demem o ki, çocuk delisi bir vatandaş olarak, hasta çocuklara şifa dağıtmayı istedim bir aralar. Hasta da olsalar, bol sayıda çocukla olmaktı niyetim. Niye vazgeçtiğimi aşağıda anlatacağım.

"Avukat olmak istiyorum"
Evet, haksızlığa dayanamam  a dostlaaar!! Hakkımı yedirtmediğim gibi, yedirtene de kol kanat olurum. Gerekirse onlara alt yazı geçer, yine de savunmalarına yardımcı olurum. "Şunu şunu dedin mi" diye sorduğumda, gerekenleri söylemeyen birinin yerine geçip, muhatabının yanına uçan tekmemle ulaşıp, "ayrıca bir de bıdı bıdı bıdıııı" diyesim gelir. Bunun da vazgeçiş nedeni ilerleyen satırlarda zikredilecektir. Sakin olunuz (sakinseniz de, aynen devam ediniz).

"Psikolog olmak istiyorum"
İnsanları avutmayı seviyorum. Mutsuzluklarına elimden geldiğince çare üretmeyi seviyorum. Dinlemeyi seviyorum. Başka bir bakış açısı sunabilmeyi istiyorum. Ha bunu kendimde ne kadar uygulayabiliyorum.. Zaman zaman çok zor. Bazen de şıpın işi.

Çocuk doktorluğu, avukatlık ve psikologluktan vazgeçme nedenim ise duygusallığım idi. Özdeşleşme endişem ve karşımdakinin sorunlarına fazla girip, kendimi de onu da yorma kaygım. Hatta daha da ileri gidip, bir güzel oturup ağlama eşliğine de girebilirdim. Hele hele bir çocuğun kaybına tanık olma ihtimalini düşününce bu hayallerimi kenara çektim.


23 yıldır yapmaya devam ettiğim mesleğimde, hem çocuklar var, hem de psikoloji. O yüzden bu mesleği ve uzmanlığı seçtim. Her meslekte olduğu gibi stresler oluyor tabii ki ama büyük problemlere neden olmadı şimdiye kadar. İnşallah bundan sonra da olmaz.
Hastalarım mı bendeki çocuk tarafı canlı tutuyor, benim zaten çocuk kalan tarafım mı hastalarıma iyi geliyor bilmiyorum. Ama neden-sonuç ilişkisine bakmadan diyebilirim ki, elim ayağım tutana kadar bu işi yapmak isterim.

(Not: halihazırda 'yaşlanınca' oyuncu ve yazar olmak istiyorum.)
:)

25 Kasım 2010 Perşembe

MOMENTOS'A MEKTUP


Sevgili Momentos,

Mektubunu okur okumaz yazmaya koyuldum. Beklemiyordum bana yazmanı, çok şaşırdım, ama tahmin edersin ki çok da sevindim!
Sağol, çok iyiyim. Umarım sen de iyisin.
Evet ruh durumumu pek gizlemeden, biraz da akışına bırakarak yazar dururum ben böyle. Ve öyle de denk geldi ki, sevinç ve hüzünleri bu aralar art arda yaşadım. N'apalım, yeter ki sağlık olsun, diyor ve gittikçe tatlı anneme benziyorum :)

Jean Manson... ve "Avant de nous dire adieu".. Çokk severim. Gençlik yıllarımı hatırlatıyor. Ne dendiğini bilmeden hani yabancı şarkılar ezberlenir ya, bu da onlardandır benim için. Hatta nasıl yazıldığına hiç dikkat etmemişim, daha önce. Şimdi bakınca, ayıptır söylemesi yakın zamanda çok idmanlı olduğumdan, ne anlama geldiğini de hemen anladım ;) Sanırım "biz hoşçakal demeden önce" diyor sevgili Jean. Bizim frenk elması buradayken, maksat fransızca patırdatmak olsun diye, arka arkaya birkaç nostaljik fransızca şarkının adını söylemiştim ona. Ama hani, sanki bir şey anlatıyor gibi: "si tu savais combien je t'aime, parole parole. Et si tu n'existais pas. L'ete indien, milord?" şeklinde cümle söylercesine :) Kulakları çınlasın, çok gülmüştü.

Şimdi burada da çok yağmur yağıyor. Tipik İzmir yağmuru; bir duruyor, bir indiriyor. Hafif de serinledi, ya da bana öyle geliyor. Ben hep üşürüm. Yazın da hep pişerim. Bir ayar tutturamam yani. Benim kesin termostatım bozuk. Adaptasyon sıfır. Üzerimde eşofmanlarım, ayağımda kalın çoraplarım, sırtımda annemin eseri bir şal ile, ahududular gibiyim şu an :) Saçımı da ensemde topuz yapsam, tam olacaktı, ama saçım fönlü, bozasım yok :) Zaten bütün gün de ara ara ezberlemeye çalıştığım Nina rolü yüzünden hafif dağıldım :) Aa evet, ben tiyatro kursuna gidiyorum. Geçen sene de gitmiştim, devam ediyorum.

Hepimizi bir yerde toplamaktan bahsetmişsin ya; inan bazen bunu düşünmüyor değilim. Çünkü bu kadar sıcak yazışmaların olduğu bir insan grubunun sanalda kalması yazık. Gerçi her birimiz saçılmışız değişik yerlere. İzmir'de kimler var bilmiyorum bile. İstanbul, Ankara, Antalya, Kocaeli, Çanakkale, Aydın'da olanlarımız var, hatırlayabildiğim kadarıyla. Düşününce, bir araya gelsek, gerçekten de inanılmaz bir mozaik olurduk.

Senin bana mektup yazdığın saatlerde, sanırım, yaptığım böreğin üstünün kızarmasını beklemekle meşguldüm. Fırının penceresinden habire pembeleşme testi yapıyordum. Evdeki ergenler ancak doyar diye, koca bir tepsi börek yaptım; bir sürahi de ayran (maksat kola istenmesinler). Of of nasıl daldılar, çıktılar tepsiye :)) O arada günlerinin nasıl geçtiğini anlattılar. Sonra da sınavları nedeniyle kapandılar odalarına.

İşte böyle Momentoscum... Kağıt-kalem-zarf tadında yazdığın mektubuna karşılık vermesem huzur bulmazdım. İnceliğine çok teşekkür ediyorum! 
Dayımgillere selam söyle. Bir akşam kaynımlarla oturmaya gelcez :)

Sevgilerimle...

Mükü

(Not: İşbu mektup sevgili Momentos'un başlattığı mektup silsilesine içtenlikle karşılık vermek amacıyla yazılmıştır. Onu sevgiyle kucaklıyorum. http://sezerozsen.blogspot.com/ )

MARTI

Uyusam.
Hiçbir yere yetişmeyecek şekilde.
Bir uyansam.
Yağmur yağmış olsa.

Uyudum.
Yetişecek hiçbir yerim yoktu.
Bir uyandım.
Yağmur yağmış.

Çalışsam.
Dağılmadan, telefon çalmadan.
Bitirsem.
Hepsi tamam olsa.

Çalışıyorum.
Dağılarak, telefon da çalmıyor.
Bitiremedim.
Daha iki sayfam var.

Yağmur.
Güneşle oynaşarak yağıyor.
Bitirmeliyim.
Çehov kızmadan.

Treplev'in Nina'ya bitmeyen aşkı.
Nina'nın tiyatroya bitmeyen sevdası.
Treplev'in umutsuzluğu.
Nina'nın gelgitleri.
Treplev Nina'yı, Nina martıyı unutmamış.

Unut.
Çalış.
Ezberle.
Nina ol.

24 Kasım 2010 Çarşamba

DAHA '40 SENE ÖNCE' ANNEMİZİN KOLARINDA YAŞARKEN

İlkokula başladığımda ablam beşinci sınıfa gidiyordu. Genelde naturamda yırtıklık olmasına karşın, o koskoca okulda bit gibi hissetmiştim kendimi. İki bina vardı, o kossskoca bahçede. Allah'tan benim olduğum bina yeni binaydı da, eski binanın bana ürkütücü gelen yüksek tavanlarında kaybolmayacaktım. O eski binanın tarihin izlerine ev sahipliği ettiğini değil bilmek, anlamak bile istemiyordum; ödüm kopuyordu o binadan. Ama ne yazık ki, ablamın sınıfı oradaydı. Teneffüslerde arkama bile bakmadan, topuklarım popoma vururcasına, "nasılsa ablam orada" avuntusuyla ve onun beni sarıp sarmalayacağından emin, binanın içine kendimi atardım.
Hani ıssız bir yoldan geçerken,
Hani bir korku duyar da insan,
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey... misali, içimden mırıldanarak tek nefeste ona ulaşmaya çalışırdım.
Minicik, sarı kafalı, fıldır bakışlı, siyah önlüğü henüz gıcır halimle, korkum ve her ders bitiminde ablamın sıcaklığına uçmak/sığınmak isteyebileceğim tahmin edilemezdi. Çünkü korkumu attığım an, ben hemen 'ben' olup, durmayan çenemle bıcırdamaya başlardım. Ama hâlâ okullu ve annemden uzak olmaya alışamamıştım. Bizim neslimiz anaokulu çocukları da değildi; biz direkt 'evden-ilkokula' bebeleriydik.

Öğretmenim ve sınıf arkadaşlarım iyiydi aslında. Yoklamada sürekli yok sayılan bir öğrenci dışında herkes sınıfta olurdu. Meğer o çocuk da, okulun açılmasına yakın sünnet olmuş; pansumanları bitmemiş de ondan başlayamamış okula. Anne babasındaki de ne akılsa, oğullarının 'sünnetli olduğu için hayatının ilk okul günlerine geç başlayan çocuk' diye tanınmasına göz yummuşlar. Ya da bazı makaracılar tarafından 'pipisi okula gelmesine izin vermemiş' deneceğini hesap edememişler. Bilirsiniz, çocuklar, birbirlerine karşı çok acımasız olurlar. Yazık ya, kim bilir ne utanmıştır çocukceğiz. Gerçi sonradan geldi ve sınıfın en çalışkanı oldu kerata. Kerametin sünnette olduğunu sanan ve henüz sünnet olmamış bazı oğlanlar, bu çalışkanlığı yakalayabilmek için, sünnet tarihlerini ikinci sınıfın hemen başına almayı isterlerdi. Bu sene kaçmıştı artık :))

Çok disiplinli bir öğretmenimiz vardı. Şöyle bir baktı mı, sustalı maymun halt ederdi yanımızda. Bir bakışıyla idrarı tutan bütün kaslar felç olabilirdi. Ama çok da iyi öğretmenmiş; yani tabii ben o günlerde bunu anlayamıyordum. Tek derdim, 'teneffüs olsa da ablama koşsam' idi. Benimle aynı dertten musdarip sınıf arkadaşım Belma'yı sonradan fark ettim. Nasıl mı? O da eski binaya, kendi ablasına koşarken :))
Sonuç: benim derdim, senin derdin.. senin derdin, senin derdin. Biz eski binaya koşmaları bıraktık; okullu olmaya, birlikte oynamaya, öğretmenimizin bakışlarındaki idrar sökücü havaya alışmaya, geç sünnetli çocuğa saygı duymaya ve heceleri birleştirmeye alıştık. Okul artık zevkli olmaya başlamıştı. Sünnet olmadan da çalışkan olunabileceğini kanıtlama yolunda emin adımlarla ilerliyordum.


İlk iki seneyi aynı öğretmenim ve sınıfımla okuduktan sonra, okul değiştirmek zorunda kaldığımda, çok üzülmüştüm. Öğretmenim de beni bırakmak istemiyordu ama koşullar bunu gerektiriyordu. Lafı uzatmayayım, ben o canım öğretmenimi geçen seneye kadar bulamadım. Facebook'ta anaokulu arkadaşlarını bulanlara gıpta ile bakarken, ben kendi ilkokul öğretmenimin izine ulaştım. O sınıftan bir başka arkadaşımın aracılığıyla... Anında o gıptadan kurtuldum.

Gittik.. Ellerini, yüzünü öptüm. İlk anda hatırlayamadı beni. Sonra çözüldü tüm anıları. "Keşke kalsaydın bende" diyecek kadar hatırladı.
Bugün;
Hem anaç/babaç canım ablamın doğum günü,
Hem de öğretmenler günü.
İkisini de aradım, seslerinden sarıldım onlara.
Sağlık, huzur ve mutluluk eksik olmasın hayatlarında, diye...

Şimdi bir düşününce, en çok ilkokula dair anıları daha net hatırlıyorum.  'Alzheimer'da eski anılar kalıyor, ama tazeler daha zor' denmesinden yola çıkarak, üç buçuk atmıyor değilim. Daha çok bulmaca çözmeliyim :) Baktım olmuyor, var olanları allar pullar satarım artık, n'aapiyim yani...

23 Kasım 2010 Salı

SON MİMCİ (ütücüden yeni istifa ettim)



Deepblueeagle ( http://deepblueeagle.blogspot.com/ ) ve http://www.anindayorum.com/ (Lütfi Mutluer) tarafından tarafıma paslanan işbu mim için cevaplarım aşağıda olup, Deep'in cümle blogdaşları mimlemesiyle bana ancak annemi mimlemek kaldı :))) Anneee hadi bi koşu cevapları yazıver :D


En sevdiğiniz kelime: Canım

Nefret ettiğiniz kelime: Anladın mı? (ya da "senin anlayacağın..")

Ne sizi heyecanlandırır: Tiyatroda verilen her yeni ödev, yeni bir kitap, izlemek istediğim filmin başı...

Heyecanınızı ne öldürür: Heyecanımın paylaşılmaması

En sevdiğiniz ses: Çocuklarımın sesi

Nefret ettiğiniz ses: Yemek yerken şapırdanması, diş gıcırdatma (mesleki deformasyon)

Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Turist rehberliği (saçma soruların 3.sünde terkederim ortamı herhalde)

Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz: Çok güzel şarkı söyleyebilmek

Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Yok öyle biri

Nerede yaşamak isterdiniz: Gene İzmir

En önemli kusurunuz: İyiniyetim

Size en fazla keyif veren kötü huyunuz: Uyku

Kahramanınız kim: Sponge Bob :)

En çok kullandığınız kötü kelime: Ayıp bi şey, burada hayatta söylenmez :)

Şu anki ruh haliniz: Yakında toparlanmaya niyetli, isyan alt yapılı, kabullenmiş depresif

Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: İnsanları sev

Mutluluk rüyanız: İnsanların maskesiz ve içten olabildiği, komplekslerden arınmış ilişkiler

Sizce mutsuzluğun tanımı: Amaçsızlık. Sevmemek, sevilmemek.

Nasıl ölmek isterdiniz: Uykuda

Öldüğün zaman cennete giderseniz Allah’ın size ne söylemesini istersiniz: Tam da istediğini yaptım işte, yaşlılıkla fazla sürünmeden aldım seni yanıma. (Mim' ek: cehenneme gidersem---> yanlışlık olmuş, hadi dooğru cennete)

Şaka bir yana, bu mimi sanki yapmayan kalmadı, ama kaldıysa da buyursun buradan allllaşkına bak, ant ettim valla :)

22 Kasım 2010 Pazartesi

BANA RASTLADIM




Hayatın anlamını yitirdiği şu günde, düşündüm..
çok düşündüm.. bi sürü şey...
neyim, ne yapıyorum, ne yapmıyorum..
neler yapmamalıydım, neler yapmalıyım..
bilirsin işte, tipik ölüm öncesi/sonrası hesaplaşmalar..
ille de ölümün tek çizgisinin soğukluğunu mu hissetmek lazım,
bunları sorgulamak için..
ben, zaman zaman sıradışı/zaman zaman gayet sıradan olan Müge..
artık ağlamaktan kirpiklerimin dipleri yanarken,
bir süre sonra ne ve kim için ağladığımı karıştırdım.
canım arkadaşımdan çıktığım hüzünlü yolda,
kendime rastladım.
karşımdaki 'ben' ağzı bile kıpırdamadan,
bu soruları sordu bana..
gözümdeki yaşların sebebi kimlik değiştirdi sanki o an.

ANLAMSIZLIĞIN TAM ORTASI

Neyin anlamı var ki, ölüm geliyorum derken?
Ne denebilir ki, öleceğini bilip dururken?
Ben daha çok yaşayacağım diye utanıyor bile insan,
Benim üzülmem bile anlamını kaybediyor,
O canını kayberderken...
Herşeyi gitsin ama nefesi kalsın,
Bilelim ki, aslında o yaşıyor.
Olsun varsın gitmeyelim gezmelere,
Gülmeyelim birlikte bir şeylere,
Tamam, anamayalım çocukluk oyunlarımızı,
Ama bilelim ki, o hâlâ yaşıyor....


Göz yaşımı görmemeli,
Hüzünle bakmamalıyım yüzüne.
İyi de gülmek bile yavanlaştı şimdi,
Yaklaşırken son gününe.................

21 Kasım 2010 Pazar

TEPKİM FIŞKIRDI


Tatlı dilli olmakla, yalakalık yapma ve anlamlı sözler sarfetmekle, nabza göre şerbetin şakülünü kaydırma arasındaki farkı fark edemeyen yazılar okudukça pes'lerimin s'leri artıyor. Blog yazarı ile yorumcular arasındaki 'al gülüm, ver gülüm'lerin bini bi para... Bir mıç mıç muhabbettir gidiyor. İyi de blog yazısı yazmak ve bu yazılara yorum eklemenin raconu bu değil ki. Yazar, okurların neresinden yakalayacağını kendince keşfetmiş (negatif başarı); çünkü gayet sıradan ve had safhada demode psikolojilerden dem vura vura bir hal oluyor. E bu da nasıl bir etki yaratıyor: "ayy evet evet bence de şeker...", "sanki beni yazmışsın ayol", "yazıların içime değdi, dokandı valla kardiş" minvalinde agucuklu gugucuklu bir öpücükler silsilesine dönüşüyor. Körlerle sağırlar birbirlerini ağırlamaktan yorulmuyorlar. Yorumcuları bile aşan yazar da, onlara elinin içine kondurduğu öpücüğü üfleyip duruyor: "ay sen de şahanesin yavru kuş", "aa ne demek, sen benden de üstünsün pisi pisim"lere bezenmekten bıkmıyor. Bir maskeli balodur gidiyor.
Hayır yani, yazılara da bakıyorum: nasıl ıkınarak bir samimiyet yaratma, nasıl bir sahte içtenlikten pörtlemiş ifadeler sağanağı içinde, inanılır gibi değil. Bu yazılar, genel geçer deneyimlerin, rafine edilmiş ve imbiklerden damıtılmış, en bi arı fazına erişilmiş gibisinden sunumu ki, sanırsınız yazar erenlere karışmış ve şimdiye kadar hiiç kimselerin bin kere yazdığı şeyleri yazmıyor.
Tamam tabii ki, ben de sürekli özgün yazılar yazmıyorum ve de tabii ki yorumlarımda övgülere yer veriyorum. Ama takıldığım öz şu ki, müşteri sayısını artırmak adına yapılıyormuş hesabının bas bas bağırdığı cilalı yazılar ve yorumlarla da bir tutamıyorum kendimi.
Allah aşkına, samimiyeti ve can-ı gönülden söylenmiş sözü, yazılmış yazıyı hissetmez misiniz?? Ya da yazmak olsun, söylenmiş olsun diye olanları? Terkibine ruh katılmamış yemeğin yavan tadı gibi olmuyor mu bu türden yazılar da?
Niye mi yazdım bunları? Hayatta en dayanamadığım şey sahtelik ve samimiyetsizlik de ondan... Yoksa Allah hepsini birbirine bağışlasın, yaşasınlar mesut bahtiyar, bana ne...
Dayanamadım yazdım, üstüne üstlük duramadım yayınladım. Benim insanlarımdan kimse üzerine alınmasın, bizden uzak beyinsel ve kalpsel adreslere bu tepkim. Yakında izleyici sayımda azalma olursa, anlayın ki, o kendini zaten anladı ve belki kızıp/belki küfredip gitti...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Ana Kucağından Koca Kucağına :(

Yaren, Rabia, Büşra.

Midyatlı yavrular... Çocuk her yerde çocuk. Koşullar, ama her türlüsü şekillendiriyor yaşamları: maddi, iklimsel, geleneksel koşullar...
Bu yaşları belki de en güzel, en rahat yaşları. Üç beş yıl sonra evlenme yaşları gelecek ve neredeyse hiçbir güç engel olamayacak buna. Okumak isteyecekler belki, ama törelere karşı duramayan bir babanın kızıysa, eli kalem değil ekmek hamuru tutmaya başlayacak. Kızını evlendirmek istemeyenler, kızlarında kusur var diye yaftalanacak belki. Bedenen ve ruhen henüz anlayamadığı ergenliği, kadınlık olarak devam ettirecekler. Çocuk doğurabileceği yumurtaları oluşmaya başladığı an, davul zurna sesleri yankılanmaya başlayacak. Oralarda ergenlik bilinmiyor, doğurganlık biliniyor. Bizim buralarda çocuklarımızın ergen psikolojisini anlayalım diye kitaplar devirdiğimiz dönemde, yaşıtları belki de hormonlarla geliştirilmiş bedenleriyle annelik ve eşlik yapmaya geçmiş olacaklar. Kendilerinde yarım kalan çocukluğu, kendi doğurdukları çocuklarda devam ettirecekler. Kafalar değişmezse, o çocuklarda da gençlik, direkt yetişkinliğe geçerek hızla ray değiştirecek. Bu kızları alıp kaçırasım, ya da evlerine gidip ana-babalarına saatlerce konuşasım geldi. Ben bile bu kadar çaresiz ve çırpınmalarda hissediyorsam kendimi, okumak/büyümek isteyen bir kız nasıl hissediyordur kim bilir...
Mardin'de bir duvar ilanı.. "Çocuklarımızın geleceğini erken evliliklere kurban etmeyelim".
Ümit vaad eden bir ilan. Tek yerde rastladım buna, ama yine de sevindirdi beni. İlanın önünde tören yapasım, dualar düzenleyesim geldi. "Duyun, okuyun, uygulayın"... "İnşallah bu çağrıya göz atan, kulak veren, kale alanlar çıksın" diye...
Yoksa annesinin yanında ekmek yapmayı öğrenen, bu hamurla pişen bu kız da aynı yolun kurbanı olacak. İki günde bir yapılan, yirmi tane ekmekle ancak doyan 9-10 çocuklu bir aile yaratmak zorunda bırakılması işten bile değil.


Şanlıurfa'da bilinçli ve özverili bir ilköğretim okulunun müdürü gibi eğitmenler sayesinde okuma oranı artırılmaya çalışılıyor. İşte bu okulun kapısında bunu teşvik eden ilanlar asılmış. Ben bu okulun adını Facebook'ta açılan bir sayfa sayesinde duydum. Müdür, okuluna bir kütüphane kazandırma amacıyla, kitap yollama kampanyası açmıştı. Çocuklarımdan kalan kitapları buraya yolladım. Yolladıktan bir süre sonra da, şansımıza oralara gitmek kısmet oldu; nasıl sevindim!
PTT kargoyla gayet uygun fiyata yollanabiliyor. Varsa fazla kitaplarınız bu çocuklara yollayın lütfen.
11 Nisan Kurtuluş İlköğretim Okulu
Merkez, Şanlıurfa.
(Müdür Doğu Yalçın)

Zaman zaman şımarıklıkla şikayet ettiğimiz yaşamlarımız aslında ne kadar da kolay, diye düşünmeden edemediğim bir gezi oldu bu... Bir de güzel haber vereyim: Harran'da tanıştığımız bir genç kız, Balıkesir'de İngilizce öğretmenliğinde okuyormuş. Liseden sonra üniversite sınavına girmesini istemeyen babasını "Baba beni okula gönder" ekiplerine şikayet etmiş. Bu sayede şu an üniversiteli. Ve babasına öyle kızgın ki, ondan bir kuruş harçlık almadan okuyormuş. Rehberlik yaparak para kazanıyor. Benim böyle birkaç cümlede yazıverdiğim şu hikayesinin içi neler dolu kim bilir... Hatta tatillerde geldiği memleketine elinde nişan yüzüğü ile geliyormuş, yoksa evlensin diye çevresi rahat bırakmıyormuş.
Durum bu... Elden gelen varsa, bize de tuz katmak düşer bu çorbaya.

(Bu arada bu kıza fransızca da öğrensin diye tavsiyede bulundum mu? Hayır :) Ama belli mi olur, belki ihtiyacı olur bir gün)
:)

12 Kasım 2010 Cuma

ANAHTAR BLOG'UN ALTINDA :)


Blog'um size emanet.
Birkaç gün yokum.
Anahtarı bırakayım da, çocuk Müge'ye bakarak olursunuz.
Gelen giden olursa ilgilenirseniz, sevinirim.
Şeker de koydum, ikram edersiniz.
Siz de yiyin mutlaka..
Eski yazılardan sıkılan olursa, bırakın bi dolansın gelsin.
Gelir geri, merak etmeyin.
Virginia Woolf'u da rahatsız etmeyelim de, yazılarını yazsın.
Ben bir el öpüp geleyim.
Şimdiden hepinizin bayramı kutlu olsun..
Sağlık, mutluluk, huzur eksilmesin....

YAZ DA GÖRELİM


İnsanın okuduğu şeylerde kendini bulması, görmesi, yazılanların gerçekliğini neredeyse ele tutulur, gözle görülür kılıyor. Hayatın tam da içinden seçilmiş olaylar, aslında yazar tarafından bizzat yaşanmamış olsa bile yaşanmışlığa ve gerçeğe sarılmış oluyor. Bu durum, okurda, okuduğu hikayeye sımsıkı sarılma, doludizgin okuma ve o hikayede kendini daha çok bulmaya çalışma hevesi veriyor. Çünkü insanın “kendini” arama serüveni, merakı hiç bitmeyecek. Bunu onun yerine yapan, günlerce gecelerce bu konuda kafa patlatan biri olup da, önüne kitap olarak sunan bir yazara bağlanmamak mümkün mü? İnsanın labirentlerini insana en girift ayrıntılarıyla sunabilen bir yazarın, özünü irdelemeye, hep soru sormaya ve cevap aramaya hevesli bir okur tarafından benimsenmemesi mümkün mü?

Bunu başaran bir yazarın, yüz yüze kalmak durumunda olabileceği sorulardan biri de, yazdıklarının kendi öz hikayesi olup olmadığı olsa gerek. Okurun, okuduklarında insana dair bunca ayrıntı bulması, yazılanların “bunu ancak kendi yaşamışsa yazabilir” şeklinde yorumlanmasına neden olabilir. Evet, yazar da bir insandır; en az okur kadar her şeyi yaşamış, bizzat hissetmiş olabilir. Ama onu, “sadece okuyan”dan ayıran en özel farkları, hayal dünyasının içine giriş çıkışlar yapabilmesi, yaşama farklı açı ve hislerle bakıp irdeleyebilmesi, ulaşamasa bile özlem ve hedeflerini daha cesurca dile getirebilmesi ve “insan”ı gözlem, anlama ve yorumlama konusundaki başarısıdır.

İnsana ve yaşama dair deneyimleri başarıyla yazmayı kotaran bir yazarın bu yorumla karşı karşıya kalması doğal olsa da, haksızlık aynı zamanda. Çünkü bu yorumu, yazarı yazar yapan farkları görmezden gelmek olarak düşünüyorum. Hele de “benzer şeyleri ben de yaşadım, yaşıyorum. Tek farkımız, bunların, bunları yaşamış bir başka insan tarafından satırlara dökülebilmiş olması. Otursam, ben de yazardım. Hatta neden yazmıyorum?” diyen bir okur, hala oturup yazmıyorsa, bu yorumlarından vazgeçip, çenesini tutması gerekir diye düşünüyorum.

Kendiyle yüzleşmeyi becerebilmek, bu cesareti yakalayabilmek ve üstüne üstlük bunu yazarak başkalarının da yüzleşmesini sağlayabilmek, sadece “oturup yazıvermek” eylemi olarak algılanırsa, hem yazara hem de yaşananlara karşı insan hakları ihlalidir. Zihin, kalp, ruh ve bedenin deneyimlerini sadece görüp fark edebilmek bile önemli bir meziyetken, ayrıca dile getirebilme, derleme ve sonuçta kağıda dökebilme, ha deyince yapılabilecek bir eylem olmasa gerek.

Son yıllarda popüler olan bir kavram var: “farkındalık”. Uzakdoğu’nun yüzyıllar önce “farkına” vardığı bu kavram, batının da zihin, ruh ve beden sınırlarını zorlayıp, içine nüfuz eder oldu. Kelimenin telaffuzu ve anlamı çoğu kişi için yeni modaymış gibi görünse de, aslında “yazan insan”ın, yazma eylemini başlattığından bu yana hep yapageldiği şey zaten “farkında”lığını konuşturmaktı. Yazarın, okuruyla köprüler, bağlar ve hayranlıklar kurmasına aracı olan da bu. İnsanoğlunun naturasının barındırdığı somut ve soyut ne kadar kavram ve deneyim varsa, bunların farkına varılması, yüzleşilmesi, cesaretle hesaplaşılması ve daha fazla kendine saklayamayacak hale gelip, okurla buluşmasını kim küçümseyebilir ki?

“Gerçek sanat insanlarının” hep farklı bir noktada oldukları, hayatı başka bir tepeden izleyip algıladıkları bilinir. Herkes gibi nefes alan, yiyip içen, yaşayan bu insanların, yaşamı ve insanı, herkes gibi algılamadıkları kesindir. Onların birer “huzursuz ruh” olduklarını düşünmüşümdür. Bu huzursuzluk ve iç kıpırtısı, sanatlarını ortaya koyma ve bunu paylaşma isteği doğuruyor. En basit haliyle, sadece kendi farkındalıklarıyla yola çıkıyor bile olsalar, onların farklı olduklarını kabullenmeye yeter.