20 Kasım 2013 Çarşamba

GÖBEK SAVAŞLARI (Tefrika No: 4/SON)

Art arda gelen metrobüslerden bana uygun olanını beklemeye koyuldum. Geçen seneden bu yana, araca binme konusundaki "Önce ben!" diyen vatandaş halleri hiç değişmemişti. Gelen ve kalkan araçların kapıları hangi hizada duruyor diye kontrol etmeye başladım. Bir baktım, şoförler her defasında aynı yere denk getiriyor. Vallahi hayret ve takdir ettim. E bu da demek oluyor ki, o noktalardan birini beğenip oraya çakılacağım ki, kapı tam önümde açılsın, ben de içine zıplayayım. Ama tek akıllı ben değilim herhalde. Adamlar zaten burada yaşıyor kızıımm... Sen şu an fark ettin de n'oldu yani? Herkes o noktalara, pisliğe konan sinek gibi üşüşüyor. Arada bundan haberdar olmadığı anlaşılan çömezler de yok değil. Yazık! İşte benim bir dakika önceki halim. Yalnız burada metro istasyonlarındaki gibi uyarılardan yok: Aracın kapısının açıldığı noktalarda, yere uyarı yazmışlar ve oklarla desteklemişler. Binecek olanların, inecek olanların önünü açık bırakması için. "Kenarlarda bekle, inenler ortadan dışarı çıkabilsinler ulan!" babında. E malum, biz, asansördeki inmeden bile binmeye çalışan bir milletiz. Metrobüs yönetimine bir e-posta yazıp, oraya da konmasını istemeli.
Bu sırada kendime dışarıdan bir bakış atayım dedim. Bedenimden yukarı bir tane daha ben yaratıp yükseltip kendimi izlemeye başladım. Kendimi gergin gördüm. Sanki olası bir tehlikeye karşı önlem almak ister gibi, ürkek bakışlarım vardı. Ayrıca hafif çaresizlik ve ardından "Hamama giren terler," tevekkülü. Bu üç duygunun yüzümde, bakışlarımda ve beden dilimde dolanıp durduğunu fark ettim. Aralarına da kendimi ikna çabalarım serpiştirilmişti. Toplamda ise, karman çorman bir huzursuzluk hali. "Atın beni denizlere, İstanbul da size kalsın," diye ağlaya ağlaya şarkı söyleme isteği. Şarkımı beğenip, halk jürisinden butona basıp dönmek isteyen olur mu bilmem, ama butona basıp metrobüsten inmek isteyen çok insan vardı. Yukarıdan, "beni izleyen ben" bir baktı, benim araç geliyor. Zaten kapı açılma noktasına çakmıştım aşağıdaki beni. Hemen yukarıdakini de elimle tuttuğum gibi kendime geri koydum. "Bir ben'in nesi var, iyi de iki ben'in de nesi var?" merakıyla ve "İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız" gazıyla, "İkinci Geleneksel Metrobüs Mücadelesi"ne daldım. Mezarlıkta şarkı söyleyerek korkusunu atmaya çalışan bir ödlekten, dolgusu yapılırken annesinin elini tutmak isteyen bir çocuktan ve gerilim sahnesinde gözünü kapayan bir insandan farkım yoktu. Hoppa içeri girdim. İtilip kakılmalara hiç yüz vermedim bu defa. Ayakta dikilmek için yer beğenme şansım gene yoktu; oturacak yer aramak için ise, gözlerimi hiç yormadım bile. Durduğum nokta, sürekli olarak devinim halinde bir yer idi. İnenlere "Güle güle, yine beklemeyiz", binenlere "Binmeniz çok mu lazımdı?" derken ellerine kolonya da dökebilirdim. Ya da o kolonya ile bileklerimi ovabilirdim.
Başımı bir kaldırdım. O da ne! Aman Allah'ım cennete mi düştüm? Tutangaç mıdır nedir, onlardan tam üç tanesi tepemde boştu! Tutun tutunabildiğin kadar. Tutunacak boru bile vardı. Boru başına düşen el sayısı hiç de o kadar çok değildi. Benim elime de yer olması yeterdi zaten. Öyle ki, tutangaça mı saldırayım, boruya mı sarılayım kararsızlığı bile yaşadıysam, metrobüs nefretimi/korkumu yenme aşamasına bile yükselebilirdim. Seçenek çokluğunda yaşanan kararsızlığın bu kadar güzelini yaşamamıştım. Melekler benimleydi. Yalnız metrobüs melekleri çok tembel, her zaman yardımcı olmuyorlar. Bunu da bir e-posta yazarak belirtmeli.

Önümde yirmi durak olduğunu görünce bir yutkundum. Ama geçen yıl altmış durak katederek, "Dağları deldim," hissiyle biten maceramdan sonra, bu hiç koymadı. O yüzden tükürüğümün sadece üçte birini yuttum. Yüzümde bir sırıtma peydahlanmadı da değil hani. Resmen mutluydum yahu! O sırada inen/binen trafiğinden tam da benim sırt ebatıma uygun bir yer de açıldı. Ohh! Sırtım da mutluydu artık. Her yolcuya bir düşman gibi bakmayı da bıraktım.
Az ötede iki kişilik koltukta cılız bir kızla oturan dibek gibi bir kadın dikkatimi çekti. Kızcağızın koltukta kapladığı alan zaten az olacakken, kadının "Çap x Pi sayısı" değerinin yüksek olması yüzünden, iyice azaldığı görülüyordu. Pi sayısı elinden geleni yapıp azıcık azalsa bile, çap yapacağını yapıyordu. Pi sayısı çaresizdi. Kız için değerini yükseltmeye bile hazırdı. Kadında öyle bir tip vardı ki, sanki o araca gözleme yapmak için binmişti. Gözleme derken, yemelik olanı hani. Yoksa teyzemin "gözlem" yapmak gibi bir niyeti hiç yoktu. Kadını bir anda kocaman bir hamur tahtasının başında, elinde oklava ile hamur açarken hayal ettim. Bir taraftan da yanındaki sacta kızartıyordu. Arada ağzına kocaman ısırıklarla gözleme tepiyordu ve cılız kıza yedirmekten de geri kalmıyordu. Yemeye direnince de oklavayla bir tane çakıyordu. Bu bir hayal olduğu için hepsini aynı anda yapmasında bir sakınca yoktu kanımca.

Burada gözleme yapılmıyor ama cüsse ve hamur tahtası tamamdır.

Ardından bir grup kadın bindi. Topluca bir bebek mevlüdüne gidiyorlarmış gibiydiler. Sanki "Kübragilin küçük gelini (yaşı da ancak yirmidir), Büşra doğum yaptı. Sen ne takıcan kız?" diyerek gelmişlerdi. Hepsinde bir neşe, bir muhabbet... Pozisyon aldıkları gibi, gözleri etrafta boş koltuk aramaya başladı. Genç olanlara pis pis baktılar. Aralarından biri göbek kütlesinin haşmetinden faydalanmak istedi. (Bilgi: Bir maddenin sahip olduğu madde miktarına kütle denir. Kütlesi büyük olan nesneye aynı kuvvet uygulandığında hızlanması daha düşük olur. Diğer bir deyişle kütlesi büyük olan, daha büyük eylemsizliğe sahiptir. Meali: Ağırsan yavaş hareket edersin arkadaş.) Bu teyzemiz, fizik yasalarını yerle bir edecek bir "eylemlilik" ile göbek kütlesini oturan bir gencin omuzuna, başına kakmaya başladı. Genç hiç tınmadı. Belli ki göbek dayağına alışkındı. O anda, gözleme yapan teyzemizin de benzer bir operasyonla o yeri kapmış olabileceğini düşündüm ama üzerinde durmadım. Bir arka koltuktan biri kalkmaya yeltendi; ha saygısından değil, ineceği yere gelmiş, düğmeye bastı. Bunu gören "Bebek Tebriği Komitesi"nden gençten biri hemen atıldı. Daha vatandaş yerinden kalkmadan, o yeri göbek dayakçısına rezerve etti: "Fatma yenge gel bi yol, bak burası boşalıyor," diyerek, o koltuğa sahip olma hayalleri kurmuş herkesin kursağına çomağı soktu. İkramda sınır yoktu.
Aynı gruptan, yaşı 35-40 arası bir kadın ise, bir eliyle tutunuyor, diğer eliyle cep telefonunda oyun oynuyordu. Hatta biner binmez başlamıştı. Ben bu tür oyunlardan anlamam ama bir şeyleri yakalamaya çalışıyordu ekranda (Yorum: Gerçek hayatta neleri kaçırdığını düşünüyorsa artık, bari ekranda hakimiyetin onda olmasına karşı koyulmaz bir tutkusu vardı.)
O arada 8-9 durak ilerlemiştik. Kübragillere giden ekip beni epey bir oyalamıştı. Başımı başka tarafa çevirdiğimde kaşları benimkilerden daha iyi alınmış, dip boyası itinayla yapılmış, sakal/bıyık nahiyesi pek bir gıcır, manikürleri taze bir transseksüeli gördüm. Ürkek gözlerle bakınıyordu. Ona dikilen gözlerden rahatsız olduğu o kadar belliydi ki, hemen başımı çevirdim. Hiç olmazsa bir çiftçik gözün yükünden kurtulsundu.
Öyle bir dalmışım ki izlemelere, hafif kaykıldığımı nasıl mı anladım?: Sırtımı pencereye, kolumu da yanımdaki koltuğun arka demirine dayamıştım. Meğer kolum kaymış ve oturan göbekli teyzenin başına dokunmuşum. Kafasıyla bir itti kolumu! Hemen çektim. Teyzemiz olağandışı yöntemlerle attığı dayaklarla, bebeğe götürdükleri tüm altınları hak ediyordu.
İneceğim yere yaklaştıkça yolcu sayısı azaldı. En arkada bir yerde boş bir yer mi gördüm ne!! İçim atıldı ama dışımı durdurdum. Zaten yakında inecektim. Başımı başka yöne çevirdim ama aklım boş yerde kaldı ve gitti oraya oturdu. El edip durdu, "gel hadi gel" diye. "I ıh" dedim ama arzular şelale olmuştu. İçimin gittiği yere ben de gitmek üzere iki adım attım. Bir baktım, sıkış tepiş ve birkaç basamakla çıkılabilen ezik bir koltuk. Niye boş kaldığı belli oldu. Elimdekilerle sığana kadar inme zamanım gelecekti. Yerime geri döneyim dedim. Olamaz kapılmış! E tabii güzel yerdi. Yedirmezlerdi, yar etmezlerdi onu bana. Tamah etmiştim, cezamı çekmeliydim. O anda, bu kabullenişimin ödülü olarak TAM ÖNÜMDE yer boşaldı. Ağzım kulaklarıma ulaşırken hemen oturdum, yerleştim. Ve metrobüs son durağa geldiğimiz için...  Durdu...




19 Kasım 2013 Salı

KISIRDÖNGÜ

Evden gidişine fikren hazırlanmak ve alışmak bir şekilde kolay da olsa, kalışına alışmak zormuş. O oraya giderken anlayamadığını, o orada kalınca anlıyormuşsun. Sanki geçici bir gidiş yanılgısına düşüyormuşsun.  Her an "Nasılsa hemen geri gelecek" gibi bir yalancı avuntuyla oyalanıyormuşsun. Eksik kaldığın gerçeğini zamanla fark ediyormuşsun. Bu eksikliğini dolduracak aynı değerde bir şeyi bir türlü bulamadığını fark ettikçe, o yokken yaptıklarının anlamsızlığına şaşıyormuşsun. Ama bu, sonucu değiştirmiyormuş. Mecburen her zamanki gibi yaşamaya devam ediyormuşsun.
Kalbinden sımsıcak, ruhundan özlem dolu duygular ona doğru giderken, kokusu geliyormuş burnuna. Aynı anda onun da aynı çaresizlik içinde olmamasını diliyormuşsun. Öte yandan onun da seni özlemesini bekliyormuşsun.
Ne sana muhtaç olmasını, zorluk çekmesini vs istiyormuşşsun, ne de tamamen kendi başını becermesini. Hâlâ senden fikir alan, yardımını isteyen küçük yavrun olarak kalmasını düşlerken, büyüyüp öğrettiklerini güzelce uygulayabilen taze bir yetişkin olmasını da istiyormuşsun.
Büyümesini hem alkışla hem de hüzünle izliyormuşsun. Ama değişen bir şey olmuyormuş, çünkü o da senin gibi/herkes gibi büyüyormuş. Bir zamanlar belki de annenin senin için düşündüklerini şimdi sen düşünüyormuşsun ve anneni bir kez daha ve ne kadar geç anlayabiliyormuşsun. Onun da seni anlayacağı zamanlar için çocuk sahibi olmasını beklemen gerektiğini yineliyormuşsun.
"Şimdi ne yapıyor acaba?" sorularının gün içinde defalarca aklından geçmesini kanıksıyormuşsun. Asla da yorulmadan bıkmadan buna devam ediyormuşsun. İşe güce dalıp düşünmediğin zamanların ardından kendini suçlu hissediyormuşsun.
Tekrar görüşeceğin zamanların hesabını yaparken buluyormuşsun kendini. Ya bir takvime bakarak ya da el hesabı ile günleri sayıyormuşsun. Üç haftayı geçecek gibi görününce bir telaş basıyormuş. Bir ayı bulacaksa hele, kendini o günlerdeki halini hayal ederken buluyormuşsun ve kendin için üzülüyormuşsun.
Hiç yemek yapasın gelmiyormuş.
Hep birlikte yaptığın şeyleri, artık yapmayı bile unutuyormuşsun.

En son ve her zaman, "Ne saçmalıyorsun! Sağlığı yerinde, keyfi yerinde, daha ne istiyorsun? Ya dönülmez yollarda olsaydı!!!!" diye kendini azarlıyormuşsun.
Susup, kendi kendine gülümsüyormuşsun. "Gene uçtun," deyip telefonda sesini duymak istiyormuşsun. Onun sesindeki genç enerji seni kendine getiriyormuş. Telefonu kapattıktan sonra yarım saat bile geçmeden "Acaba bilmem ne bilmem ne mi?" diye başa sarıyormuşsun.

Velhasıl "Annelik bir delilikmiş," diye kabullenmen gerektiğini öğreniyormuşsun.

(Not: Son noktayı koyduğum an telefonum çaldı.)
:)

13 Kasım 2013 Çarşamba

NEFES ÇALIŞMALARI BAŞLASIN (Tefrika No.3)

Söyleşi ve imzanın olacağı günün sabahında İzmir'den İstanbul'a doğru yola revan oldum. Beş ayrı vasıta ile Beylikdüzü mezrasına ulaştım. Haa öyle bir cümleyle bunu geçeceğimi sanıyorsanız, beni hiç tanımamışsınız demektir. Bence zaten sanmadınız da, çünkü benim "Köyden indim şehire" kafasındaki deneyim ve izlenimlerimi anlatmak için sabırsızlandığımı ve bunca tefrikayı aslında sadece bunu anlatmak için yazdığımı bilirsiniz. Sanki metrobüs ve muadillerinden ilk ve son ve tek musdarip vatandaş benim de, yaz yaz bitiremedim yahu. İtiraf etmeliyim ki, bu defa "Ne yazacağım ki artık? Geçen sene epey bir ötmüştüm zaten," diyordum. Yok anacım, bu metrobüs halkı kendini sürekli değiştiren ve yeni hikâyeler türeten çok verimli bir kaynak ya da bana öyle geliyor. Bilmiyorum o kadarını.

Uçaktan indikten sonra kitap fuarına nasıl gideceğim konusunda iki seçeneğim vardı. Biri aynen geçen sene de keşfettiğim yol olan, havaalanı servisine binip, Tüyap servisinin olduğu yere kadar gidip, onunla direkt fuara ulaşmak idi. Gerçi o zaman bir yazar arkadaşımın organize ettiği özel karşılama ve ulaşım hizmeti ile bu yolu kullanmama gerek kalmamıştı. Ama bu sene mecburdum buna ve zor bir süreç de değildi. İzmir'den ayrılmadan hemen önce yayıncımın ve başka İstanbulluların önerisi üzerine "metro + metrobüs" seçeneği de peydahlanmıştı. Kendimce, İstanbulluların geçen seneki muhteşem metrobüs (!) önerisi ile onları artık dinlememeye karar vermiştim. Servisler neyime yetmiyordu! Gel gelelim, alan servisinin kalkma saatini çok beklemem gerektiğini öğrendiğim zaman, oralarda volta atmaya başladım. Aklım git gel yapıyordu. "Diren Müge, isminde "metro" geçen şeylerden olabildiğince uzak durmalısın. Dönüşte zaten metrobüse muhtaçsın," ile "Servisi amma da bekleyeceğim, ya trafik tıkanır da söyleşiye geç kalırsam?" diye didişen kafa seslerim vardı.


İçimdeki cengâver, servisten vazgeçmeye karar verdiği an kanatlandım ve metroya doğru ilerledim. Metroya giden asansörden indiğim zaman sandım ki, şak diye bilet gişeleri göreceğim. Allah’ım ben İzmir’de nasıl da minik metrelerle yaşıyormuşum. Sağa dön sola dön, ben hâlâ önümde bitiverecek gişe beklentisindeyim. Nerdeee… Köşelerden birinden bir döndüm, önümde upuzun ve gepgeniş bir koridor çıkmasın mı? Ucu bucağı belli değil. Yürü yürü bitmez gibi. Sanki bir rüyadaymışım da, adımlarım en ufak bir yol alamıyormuş gibi. Yerimde sayıyormuşum gibi. Michael Jackson tarzı “moonwalk” yapıyormuşum gibi. Tamam, saçmalama Müge! Gide gide Bağdat bile bulunurken, metroya mı varamayacağım yani?
Sabah evden çıkarken, İzmir’de akşamdan sabaha 180 derece değişen havanın etkisiyle kat kat giyinmişliğim, elimde çekiştirip durduğum küçük valizim, sırtımda çantam ile terler basmaya da başlamıştı: Ama buradaki hava hiç açı değiştirmemiş ve maşallah pek bir ılıman. Kalın montumu elime alasım var ama eller meşgul. Kolumun altına sıkıştırasım var ama azıcık daha dayanayım hadi.
Sonunda ufukta gişeleri değil ama jeton makinelerini gördüm. Üç tek liramı içine yollayıp, heyecanla bastığım düğmelerin başarısı sonucu, minik yere tıngır mıngır diye düşen jetonuma kavuştum. Sarı çizgiyi asla geçmeden trenin gelmesini bekledim. Şirinevler’de ineceğimi ezberimde elli kere tekrar ettim. Su gibi akıp giden trende sakinleşme terapilerine başladım. İndiğim durakta da metrobüs kartı için epey bir sırada bekledim ama olsun, sakinim hâlâ. Üst geçitten, aşağıda gelip geçen araç trafiği ile metrobüs trafiğine sevgi ile bakmaya çalıştım. İstanbul yorgun göründü gözüme. Acıdım ona biraz. “N’apalım taşın toprağın altın demişler bir kez. Bunca insanı kendine çekmeseydin, senin de İzmir gibi dinlenmeye fırsatın olurdu. Ne halin varsa gör şimdi,” dedim. Derin bir nefes alıp merdivenlerden aşağı doğru beni alacak metrobüslere doğru ilerledim. Elimdeki gittikçe ağırlaşmaya, ter oranım gittikçe artmaya başlamıştı.

9 Kasım 2013 Cumartesi

GAZ İLE GAZSIZLIK ARASINDA (Tefrika No.2)

Söyleşiye gitme kararını almamın hemen ardından, bilet ve kalacak yer ayarları da çekildi. Çocuklara yakın coğrafyada kalma hayalim ile kitap fuarına yakın olma (Metrobüssüz İstanbul) isteği arasında (bak gene arada kaldım), sille tokat dayak yedim. Bu tepişmeyi tabii ki, çocuk bölümü kazandı. Bu ayarlar yapılıp da, yola çıkılana kadar geçen süre içinde, tümden vazgeçmeye kalkışlarımın sayısını unuttum. Değişik kıvam ve dozlardaki sızlanma ve ringi terk etme denemelerimin sayısını da unuttum. Ne imza ne de söyleşi gözümdeydi. Söyleşi davetinin geldiği ve hızla kabul ettiğim anlardaki dolduruş halim gitmişti. İshale iyi gelen gazı kaçmış kola kadar gazsızdım. Bardakla buzdolabına konulup, diğer şeylerin kokusunu almış süt kadar tatsızdım. Eskiden otobüslerde bilet kesen adamların sıkış tepişliğinden musdariptim. Dolmuşta en arkaya oturan ve parasını ödemeyen müşteriden müşteki bir şoför kadar gamlıydım. Gömük yirmilik dişi şişmiş bir hasta kadar ağrılıydım. Gir gir bitmeyen üniversite sınavlarını bekleyen liseli kadar sıkıntılıydım. Doğumhaneye girip, bir hafta boyunca doğuramayan kadın kadar ıkınıktım. Öldü sanılıp tabuta tepilen insan kadar tıkınıktım. Dolduğu halde, içine hâlâ giysi sokuşturulan bir valiz kadar sıkışıktım.
Bunların hepsi sol omzumdan konuşan şeytanın işleriydi tabii. Sağ taraftaki melek ise helâk olmuştu: "Müge bak, olumsuz bakma. İlle de aynısı olmayabilir. Belki sular seller gibi akar gidersin yollarda," diye diye bir hal oldu garibim. "Di mi ama melekcim."

Pilavdan dönüp de kaşığımın kırılmasındansa, "ya Allah" deyip yola çıkmalıydım. Kulaklığımdan dinlemem gereken tek şey Hasan Mutlucan'dan "Yine de şahlanıyor amman..." türküsü olmalıydı ki, arkama bakmadan meydanlara atlamalıydım. "Her yer metrobüs, her yer direnüş" (uyak yapmam gerekiyordu) demeliydim. Bağzı metrobüsler kahrolmalıydı. "Bu metrobüs çok güzel dostum," demeliydim. "Metrobüsle baş etmeyi sizden öğrenecek değilim!" diye ünlemeliydim. Kızlı erkekli olmaktan çekinmemeliydim. "Biz İzmir'de metrobüse 'gevrek' deriz," diye de şovenliğin dibine vurmalıydım. Her şey bir yana, birini 17 gündür, diğerini 20 gündür görmediğim çocuklarımın kokusunu hayal etmek yetmeliydi.

Bir tek o kokuyu düşünmek yetti mi, yetti! Çünkü bu defa erkenden özlemiştim onları. Çocuklarımı metrobüse yedirtmeyecektim. Benim fobimin, onlara kavuşmama engel olmasına izin vermeyecektim. Metrobüs yolunda gazi, hatta şehit olmaya hazırdım. Olmazsam da niyazi olurdum, ne olacak yani. "Korktu, gelmedi!" dedirtmeyecektim. "Müge, keşke gelseydin, çok güzel bir söyleşi oldu," dendiğinde kafamı duvarlara ve mümkünse taşlara vurmaya hazır beklemeyecektim. Keşke'nin pişmanlığında kahrolmayacaktım. İçsel ve çevresel motivasyonlarımı sonuna kadar kullanacaktım. Son ineceğim durakta "İşte bu kadarmış!" deme zaferini yaşamaktan kendimi alıkoymayacaktım.

Burnumda kokuları, dudaklarımda gıgıları, kollarımda sarıldığım bedenleri, gözlerimde cisimleri, zihnimde anıları, ruhumda huzurları, kalbimde sevgileriyle dönmek varken, çocuklarımın isteğini asla geri çevirmeyecektim.

Murat Kekili'ye cevaben: "Bu fuara giderim, beni kimse tutamaz. Sen bile tutamazsın, metrobüs tutamaz!"






İTİNAYLA TÜKÜRÜK YALANIR (Tefrika No.1)

Kasım 2012'de ilk kez katıldığım Tüyap İstanbul Kitap Fuarı ile ilgili anı ve izlenimlerimi daha önce paylaşmıştım. Hem burada hem de ikinci kitabımda. O satırların ilerleyişinden ve sonundan anlaşılacağı üzere, "Daha da gelmem!" dedirten, metrobüslü bir dönüş trafiği yaşamıştım. Yoksa fuara ve orada yaşadıklarıma yönelik en ufak bir olumsuz düşüncem olmadı, olamazdı. Çünkü çok güzel geçmişti. Beylikdüzü'nden Erenköy'e ulaşma yollarında beni benden alan haller, tabii ki bir İstanbullu için "devede kulak", "vız gelip tırıs gider", "n'olacak yahu!" minvalinde yorumlara gayet açıktı. Benim gibi bir İzmirli için hepi topu sadece bir kez yaşanmış bir debelenme olacaktı. Olmalıydı, olmasına karar vermiştim. Te o kadar(dı)!

Beni bu seneki fuarda da imza gününe davet eden mail'i sadece okudum. Katılmak isteyenlerden gün ve saat rica eden mail'in benimle bir ilgisi yoktu. "Size hayırlı işleeer!" deyip kapadım, cevap da yazmadım ilk kez. Ki benim cevapsız sms ya da mail bıraktığım pek vaki değildir; ortamdan çatlarım. Bu defa hiç çatlamadım. Yolları bilen bir İzmirliydim ve kimse beni aksine ikna edemezdi. Ve fakat mail'den bir süre sonra telefonla arandım. Önüme konan yeme kayıtsız kalamayacakmışım gibi hissedip, telefonu hızla kapadım. Bunu bir de "kızlı erkekli" yurtlarda kalan kızıma ve oğluma sormalıydım. "Aaa ne güzel, gel tabii ki!" diyen emekli ergenlerim, beni, onları özleyen tarafımdan da vurunca, o dakika tükürdüklerimi afiyetle yalama safhasına geçtim. Aman da aman tükürüğüm ne lezzetliymişşş! Daha önce niye fark etmemişim?? Hiç mi tatmadım sanki. Tattım daa, ne bileyim çok nadir olduğundan olsa gerek, unutmuşum. Tamam tamam bu son yalamam olsun canıııım... Her Allah'ın günü hastalarımın tükürükleriyle uğraşmaktan, kendiminkine vakit ayırmamışım.

Yem de yemdi hani! İmza gününü geçtim, bir söyleşiye davet edilmiştim! Füzyon mutfağında son icat benden gelecekti: Tükürük sosuyla marine edilmiş, Beylikdüzü bağlarından toplanma yem ile yapılmış söyleşi tatlısı. Kreması da çocuklarım!

Karar ani olduğundan, hastalarımı ve ev işlerimi ayarlamak gerekirdi. Ayar yapamadığım işler yüzünden de az kalabilecektim. Olsun varsındı. Yayınevimizden (Yitik Ülke) kitabı çıkan ben dahil altı kadın yazar davetliydik. Konu "Yaşamakla Yazmak Arasında Türkiye'de Kadın Olmak". Her bir kelimesi için bol bol konuşabileceğim, katılacak olan yazar arkadaşlarımın da benden aşağı kalmayacağını çok iyi bildiğim bir konu. "Arada" kelimesine ise hepsinden daha fazla aşinaydım; ne de olsa diş ile düş arasında bile sıkışmaktan kurtulabilmiştim. Yaşamakla yazmak arasında kalmanın da altından kalkabiliyordum, söyleşirken mi kalkamayacaktım yani? Kim tutardı beni?! (Tükürük yalama olayına gazlı müdahale).

Demem o ki, siz siz olun, büyük lokma yiyin, büyük laf etmeyin a dostlar! Metrobüs kâbusundan yeni yeni kurtulmuşken, bir senedir hakkında ileri geri konuşmuşken, lânetleyip hatlarıyla birlikte tüm metrobüsleri İstanbullulara emanet etmişken, kendimi yine onun kollarına bırakmama neden olan yayıncıma, söyleşi konusuna ve çocuklarıma teşekkürü borç bilirim :)

Antika bir tükürük hokkası


1 Kasım 2013 Cuma

KADER... KİME ŞİKAYET EDEYİM SENİ?

Biz kaderin misafiri. Kader, misafirinden hiç bıkmayan bir ev sahibi. Ama ev sahibi de "o büyük ev"de kiracı. "O ev" ki, içi milyonlarca misafir ve bir o kadar da ev sahibi dolu.

Misafirini hep gözünün önünde tutup, sunduklarını yemesini ister. Misafir her zamanki gibi, umduğunu değil bulduğunu yer. Misafirin, isterse, istediğini yapma özgürlüğü vardır tabii ki.
Misafir azıcık dişli ise, ev sahibiyle samimiyeti veya önceye dayanan bir hukuku var ise, sevmediği ikramı reddetmeye de kalkabilir. Ev sahibi çaktırmadan disiplini sever; misafirine karışmaz ama görünmeyen iplerle kendine bağlı tutar.Yeri gelir misafirine anında itiraz eder, yeri gelir bıyık altı gülüşün eşlik ettiği olgun bir tavırla, içinden "Tamam, hadi biraz dilediğini ye ama mahkumsun benim sunduklarıma," diyerek sakince bekler. Misafir bu mahkumiyeti kırmaya çalışabilir. Evden çıkıp gidesi, üzerine yapışıp duran ev sahibini kendi başına bırakası gelebilir. Ev sahibi direnir, misafir direnir. "Her şey olacağına varır," teslimiyetinin bilgeliğini, misafirinin de anlamasını, idrak etmesini sabırla bekler. Bazen sertleşir, bazen gülümser. Misafirinin kalacak başka yeri olmadığını çok iyi bilir.
Misafirini her zaman rahat ettiremeyebilir. Misafir her zaman hoşnut kalmayabilir. Aslında ikisinin de elinden gelen bir şey yoktur. Evin asıl sahibi ikisini de bağlamıştır.
Kim bilir belki de bazen ona verilen görevin gerekleri, onu da üzer. Onun da isyan edesi gelir mi acaba? O da emir kulu mudur acaba? İşler karışınca kapıyı çarpıp çıkası ve misafirini acılardan kurtarmak isteyesi gelir mi acaba?

Zaman gelir, ikisi de birbirlerine sarılıp "Allah ne verdiyse" onu yerler. Misafir, ev sahibine saygıyla yaklaşır. Onun bu munis tavrı, ev sahibine de iyi geliyor olabilir; sonuçta çatışma olsun istemez o da.
Ketumdur ev sahibi. Ağzından laf almak imkânsızdır. Misafir ondan alamadığı lafları, fallarda yakalamaya çalışabilir. Bir fincanın içinde bulmaya ve görmeye çabalayabilir onu. Bir başka misafirin ağzından dökülecek kelimelerde, kendi ev sahibinin izlerini arar. Bulduğunu sanır, bulduğuna inanmak ister, bulduklarıyla ev sahibini kündeye getirdiğini düşünerek gözleri parlar. Halbuki ev sahibi o anda da, her zamanki koltuğunda oturmuş, kendi sunduğu kahvenin içilmesini bekliyordur. "Bir fincan kahvenin bir ömür hatrı vardır."
Ev sahibi öğretmendir de aynı zamanda. Öğrenmenin yaşının olmadığını er ya da geç öğretir misafirine. Kimi misafir erken öğrenir, kimi geç. Öğren(e)meyen, öğrenmek istemeyen hatta direnen misafirler bile son dakikada öğrenmenin acısını hissederler. Hâlbuki ev sahibiyle ve "o ev"deki misafirlerle iyi geçinmenin tek yolu vardır: Sevgi.

Bazı misafirler nankördür. Ev sahibi iyiyken sevecendir ona karşı ama kötüyken ağzına geleni sayar. Bazıları ise, kötüyken de sarılır ev sahibine; onun kollarında büyüdüğünü bilir. Bilir ki, kötü ikramlar da sonunda iyi bir lezzete hizmet edecektir. Bazen başka misafirler de bu ev sahibine bulaşırlar. Ve tüm ev sahipleri, aynı büyük sahibin hizmetkârları olarak güler geçerler bunlara.

Misafir aslında kukla bir olduğunu fark edene kadar çatışma sürebilir. Sonunda misafir geldiği yere geri döner, bazen kendi isteğiyle bazen zorla ama mutlaka ev sahibinin kontrolünde. Bu, en iyi anlaştıkları zaman olabilir. Birlikte ve elele çıkarlar "o ev"den.