30 Ekim 2010 Cumartesi

Je m'appelle Müge ;)

Yarın bir kızım daha olacak. Hamilelikti, uykusuzluklardı, yaramazlıklardı çekmeden bir çocuğumuz daha geliyor. Bir anda üç çocuklu oluyoruz.
Yalnız bu direkt 16 yaşında doğmuş oluyor. Çünkü okuldaki bir değişim programı çerçevesinde on günlüğüne Fransa'dan bir misafirimiz geliyor. Günlerdir heyecan içindeyiz ailece. Biz karı-koca bu değişim programlarından biriyle yıllaaar önce tanışmış ve kendileri de bir yerlere gitmiş birileri olarak, hiç tanımadığımız bir öğrenciyi ağırlamayı ilk kez tadacağız. Kendimiz giderken güle oynaya gitmiştik ama madalyonun öbür yüzü bakalım nasıl olacak. Gerçi ben eşimi de bu vesile ile tanımış ve benden önce gidip gelmiş, benden büyük biri olduğu için, hiyerarşi gereği ona "abi" diyerek başlamıştım. Yani "abicim", sonradan "kocacım" oldu :) İster misiniz bu kız da bana gelin olsun :))

Yandaki tanıtım paragrafında da yazdığım gibi fransızcam yerlerde sürünüyor. Vücut dilime, ingilizceme, yarım yamalak fransızcama ve dilimize bu dilden geçen kelimelere güveniyorum artık. Eminim çok eğleneceğiz sayemde. Çünkü konuşmadan durabileceğimi sanmıyorum. Mesela kızcağız bir mailinde "priz, elektrik, voltaj, adaptör" yazmış. E hemen anladım tabii, kaçar mı... Yalnız cevabım kısa ve çok açıklayıcı idi: "220 voltage". Gerisi yok.
İşin kötüsü onun da ingilizcesi, benim fransızcamdan pek ileri değil. Tek güvencemiz, şimdiye kadar sınıftaki diyalog çalışmaları dışında fransızca konuşmamış olan ve her Türk gibi "anlıyorum ama konuşamıyorum" diyen kızımız. Bayağı bir kafa göz yaracakmışız gibi görünüyor. Misafir kızımız ise Türkçe bilmediğinden dert yanmış. Ah garibim, ne de ince... Halbuki bilmiyor ki, biz onun türkçesiyle değil, fransızcasıyla ilgiliyiz; ki evladımızınki gelişsin. Yine de ona üç beş kelime öğretmeden yollamayız; şanımızdandır di mi ama...
Allah Facebook'tan razı olsun; sayesinde fotoğraflarını gördük, sevgilisi olup olmadığını, ne kadar sosyal olduğunu (arkadaş sayısına baktım), en yakın arkadaşının kim olduğunu öğrendik. Ne önemli şeyler bunlar yarabbim!

Yatağını hazırladık, çekmeceleri boşalttık, dolapta giysilerini asabilsin diye yer açtık, kırmızı et sevmiyor diye tavuk pişirdik. Elimizde sözlük, gelmesini bekliyoruz.

Hadi au revoir anacım..

MİM'ine Kurban :)

Benim bildiğim "mimlenmek" iyi bir şey değildir :) Ama bloglarasında iyi bir şeymiş diye öğrendiğim ikinci mim olayıyla karşınızdayım. Beni mimleyen süper bir blog'un sahibi çok sevgili Sinem'i  ( http://sanatnotlari.blogspot.com/ ) kırmak istemediğimden ve de bunu bir sonraki aşamada aktarmam gereken blogları es geçmeye kıyamadığımdan dolayı görevi yerine getiriyorum. Bu işten hoşlanmayanlar olabilir; hiç dert etmesinler. İster devam ettirirler, ister olduğu yerde bırakırlar. Çünkü aslında insan kimi seçeceğini bilemiyor ve 15 taneyle sınırlı kalmak istemiyor. Benim için takip ettiğim tüm bloglar her türlü mime layıktır; sevmesem, beğenmesem niye takip edeyim arkadaş, di mi ama... Aşağıda kurallar ve bloglar yazılı. Aa valla herkese haber vermeyeceğim.. O kadar uğraşamam :)

Kural 1- Ödülü kabul etmek ve ödülü veren kişiyle bloğunuzda bağlantı kurmak.


Kural 2- Ödülü 15 blogcu arkadaş ile paylaşmak, genele bırakmamak.

Kural 3- Seçilen 15 blogcu arkadaş ile iletişim kurmak ve seçilmiş olduklarını bildirmek.


http://www.ajandadergi.blogspot.com/
http://beterbocek-syrakusa.blogspot.com/
http://dalgalariasmak.blogspot.com/
http://gugukusu.blogspot.com/
http://ilhanbilaloglu.blogspot.com/
http://mjoraz.blogspot.com/
http://benve-phonix.blogspot.com/
http://sezerozsen.blogspot.com/
http://erge35.blogspot.com/
http://yasamingenisozeti.blogspot.com/
http://edebiyatelestiri.blogspot.com/
http://sarkmisdallarinaltinda.blogspot.com/
http://jeliboni.blogspot.com/
http://duslerdunyasi.blogspot.com/
http://annekaleminden.blogspot.com/


hadi kolay gele...

27 Ekim 2010 Çarşamba

ESKİ ODAMDAN MEKTUP VAR

Özledim seni Müge...

Yirmialtı Mayıs 1989'dan bu yana ne kadar az uyudun bende. Daha sık gelirsin sanıyordum. Hadi ablanı çok beklemiyordum, çünkü o ta Ankara'ya gelin gitmişti. Ama sen İzmir'de kaldın. Kim bilir belki de yanlış düşünmüşüm, çünkü sen zaten gündüzleri sık sık gelirdin, ablansa uzaktan geldiği için yatıya kalması daha normaldi. Çoğunlukla da öyle oldu. 

Her gelişinde duvarlarıma kadar sevgiyle bakman hiç bitmedi bunca yıldır. Geldiğini duyduğum zaman, "hah işte Müge geldi, birazdan yalnız başına bana gelir" diye beklerdim; zaten geldin de, hiç aksatmadın. İlk evlendiğin zamanlarda beni daha çok özlediğini hissederdim. E ne de olsa iki buçuk yaşından beri bende uyumuştun sen; dile kolay 22.5 sene boyunca beraberdik seninle. Yerlerimde bebeklerinle oynardın, konuşurdun onlarla. Kuzenlerinle futbol oynardın, duvarlarıma toplar fırlatırdınız. Ablanla karşılıklı yataklarda uyur, yan yana masalarda ders çalışırdınız. Gömme dolabımı, o zamanlar henüz icat olmamış panolar gibi kullanıp, unutmaman gerekenleri kağıtlara yazar, tükürükle yapıştırırdın o dolaba :) Her sene değişen ders programını düzgünce bir çizelge halinde, renkli kalemlerle yazar, selobantla sabitlerdin. İlkokul öğretmenini taklit eder, sınıfta onun gibi ders işler rolü keserek, "oku-anlat" ödevlerini bağıra bağıra yapardın; ha arada da sınıfa konuşur gibi "hişşt susun bakayım" derdin.

Ben hiç kavgaya, tartışmaya tanık olmadım; ne bu evde, ne de benim içimde. Ablanla sakin sakin ve mutlu yaşadınız hep. Ben de sayenizde, duvarlarının gerginlikler, mutsuzluklar ya da çığlıklar sakladığı bir oda olmadım. Yalnız bir dönem sen sanki biraz dağınıktın da, annenle ablan seni uyarıp dururlardı. Allahtan çok uzatmadın da, ben de fazla karman çorman görünmedim. Genç kızlığında duvarlarda şarkıcı posterlerin vardı. Onları sökerken badana boyası kalkmasın diye nasıl da uğraşırdın.


İlkokul, ortaokul, lise derken, üniversiteyi de bitirdik birlikte. Aa sonra bir baktım sen hâlâ ders çalışıyorsun. Meğer doktora yapmaya başlamışsın. "Bu kız ders çalışmaktan ne zaman kurtulacak" diyordum ki, bir süre sonra eve bir erkek gelir oldu. Annenin telaşından anladım ki, o bizim evin ikinci damadıymış.  Sen her zamanki gibi mutlu ve neşeliydin. Sonradan düşündüm de, uzun zamandır masana gömülüp gömülüp mektuplar yazdığın kişi oymuş. Yatak kenarlarına ilişe ilişe annenle hakkında konuştuğunuz kişi senin müstakbel eşinmiş. Gidecek olmana üzülürken, bir yandan da 'yaşasın yeni torunlar dolduracak bundan sonra içimi' diye de sevinmedim değil. Gerçi senin evlenmeni ve çocuk sahibi olmanı beklerken altı sene geçti be güzelim... 


En hüzünlü günlerim, ablanın ve senin yedi sene arayla gelinlikle benden çıktığınız günlerdi.  Ama aslında mutlu olmak lazımdı değil mi... Bencillik işte, gitgide yalnız kalıyor oluşuma yanıyordum kendimce.

Senden sonra baban çalışma odası yaptı ya beni, yalnız kalmadığıma nasıl sevindim. Ben hep içinde okunan, yazılan, çalışılan, neşeli sohbetler yapılan, arada bir dalınıp gidilen, belki bazen gizli gözyaşlarının döküldüğü,  iyi bakılan bir oda oldum.  Dört torun gördüm. Hepsinin uyumalarına, koşuşturmalarına, oynamalarına, ağlamalarına, hızla büyümelerine tanık oldukça, aklımda hep sen ve ablanın anıları vardı.

En üzüldüğüm gün babanın benden son çıkışıydı. Dört kişi girdiğiniz bu ev gittikçe tenhalaşıyordu. Ha tamam damatlar ve torunlarla kalabalıklaştık da, ama her zaman yoksunuz ki. Babandan sonra da annen devreye girdi; artık hep bende yatıyor. Kim bilir belki de, babanın, ablanın ve senin kokularını arıyordur bende. Her noktamda olduğunuzu biliyor o da. Biz iki kafadar eski dost, birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Konuşmadan anlaşıyoruz; destek oluyoruz birbirimize. Kulaklarımız telefon ve kapıda. Eksik değil aramalarınız ve gelmeleriniz... ama yine de özledim seni Müge...




 













 

26 Ekim 2010 Salı

YAZALIM MI?



Geçmişte hayatınızda olan bir kişi (herkes olabilir) veya nesnenin (eski ayakkabılarınız, kaybolan birşeyiniz...) ağzından, bugünkü kendinize mektup yazmanız gerekse, bu "kim veya ne" olurdu?
 

25 Ekim 2010 Pazartesi

MASAL MÜSVEDDESİ

Bu yazı kısıtlı bir gruba hitap edecek ama o grup da bununla ne yapmak istediğimi çok iyi anlayacak :) Bu bir "sen yaparsan, ben de yaparım" yazısı. Misilleme değil, intikam değil, e belki hafif bir altta kalmama ve "n'olacak yani biz de yazarız" yazısı. Tamamen eğlencelik (Bu giriş açıklaması iki dakika içinde kendini yok edecektir.)

Bir varmış, bir yokmuş. Bloglardan birinde riskleri yönetmeye baş koymuş bir bankacı varmış. Bu blog adının birinci kısmını, hamamdan "buldummm, buldumm" diye fırlayan, üzerinde peştemalı olduğunu varsaydığımız, heyecanlı merhum Arşimed'in şehrinden almış. İkinci kısmı olan "beter böcek" ise bu bankacının ev ahalisinin en bir yerinde durmayan, sevimli mi sevimli, lokum oğlunun lâkabıymış, ki bu böcecik sorduğu sorular ve verdiği cevaplarla tüm izleyenlerini, onu mıncık mıncık yapmaya ve cork cork diye öpmeye sevk edermiş (olsa da öpsek yahu).
Bankacımız hem bilirkişi raporlarını okuyup, hem de bloglarına yazı yazacak diye mesaisini ennn verimli kullanan kişi seçilse yeriymiş. Blog'una bakılırsa, sanki bir altın günü varmış da, bir sürü bayan oraya toplanmış gibiymiş. Maksat rutini kırmak olsun babında yaptığı değişikliklerle bir çığır açar, "hımm aslında ben de şu yandakinin sandalyesini araklasam, ya da masamı kirletsem" dedirtirmiş. Evinde bir türlü eline geçiremediği televizyon kumandasına olan özlemini dile getirirken, insanın ona yeni bir televizyon ve kumanda hediye edesi gelirmiş. Ama onun derdi dizileri izlemek değil, film izlemekmiş; tam bir sinema tutkunuymuş. Yoksa kafası Fatmagül'ün suçuna takılmış değilmiş yani. Rock ve klasik barok tarz müzik severmiş. Hatta müzik eğitimi bile almış. Acaba bir gün bize de bir konser verir miymiş?

Yağmurlu günleri hiiiç sevmezmiş, çünkü penceresi açık bir serviste seyir halindeyken, üstüne başına sıçrayan yağmur sıçrakları yüzünden kurduğu vahşi hayallerini gerçeğe çeviresi gelirmiş. Öyle hayalleri varmış ki, en baba macera filmlerinin senaristleri bile halt etsinmiş. Bir vahşete sebep olmamak adına, bazen mahsuscuktan servisi kaçırdığı bile olurmuş. O kadar da insaflıymış yani.

Günlerden bir gün, izleyenleriyle ilgili yazılar yazmaya niyet etmiş. Bu yazdıkları hem çok eğlenceliymiş, hem de hakkında yazılan masum kişileri, onunla da ilgili yazmaya itekliyormuş. Hatta bir diş hekimiyle ilgili yazdıklarında, 'Testere' filminin blog versiyonu havası varmış. Ay neler yazmışmış o öyle... sanki diş hekimi değil, Toros canavarıymış. Kadınceğiz o gün bugündür, kara gözlükler, yakası kalkık pardesüler ve takma bıyıkla dolaşıyormuş ve Hipokrat'a verdiği sözden dönse mi acaba diye kendiyle savaş halindeymiş. "Meğer ben ne acımasız bir insanmışım" özeleştirisini yaptığı ilk anmış. Sonunda bir meslekdaşıyla bu konuyu paylaşmayı akıl edip, aslında sadece ona öğretilenleri uyguladığını ve bunu tüm diş hekimlerinin yaptığını öğrenince, önce bıyıkları çıkarmış.

İnsanların blog yazılarını ve yorumlarını okurken, elinde kalem kâğıt ve büyüteçle, her daim notlar aldığını düşündüğüm bu blogcu vatandaş, aynı zamanda Zihni Sinir'in ikinci göbekten kuzeniymiş. Ürettiği procelerle insanlık âlemine yaptığı katkılar sadece göz değil, burun ardı bile edilemeyecek kadar değerliymiş (bknz. sinüzit procesi).
Bu yazıyı yazan kişi aslında daha yazmak istermiş ama kızının toplantısına yetişmek zorunda olan bir anneymiş. Toplantı sırasında yazıyı okuyanların yorumlarını deli gibi merak edecekmiş. Herkese güzel bir hafta diler, daha nice yazılarda buluşmak üzere elveda dermiş.

Bu masalın sonunda ne murada eren, ne de kerevete çıkan varmış. O yüzden bu masala "Binbir Blog Masalı" demek yerinde olacakmış.

22 Ekim 2010 Cuma

(DDD) Değişimin Dayanılmaz Dumuru


Bildiğin şeyler sıkıcı olmaya mı başladı? İnandığın şeyler gözüne garip mi gelmeye başladı? Sorgulamadığın şeyler diken mi çıkarmaya başladı? Gidip gelmelerin canını mı sıkmaya başladı? Ya iniş çıkışlar? Onlara da mı anlam veremiyorsun? Ne? İnandıkların mı, onlar da mı!... Neee insanlardan mı korkmaya başladın? Yapma iyiniyet insanı! Bunlar geçer, yarın güneş öyle bir doğar ki, aklın şaşar!!!

Bilmediğin şeyler eğlenceli mi olmaya başladı? İnanmadığın şeyler gözüne sevimli mi gelmeye başladı? Sorguladığın şeyler yavanlaştı mı? Gidip gelmelerin/iniş çıkışların batmamaya mı başladı? İnandıkların, onları da mı umursamaz oldun? Neee insanları olduğu gibi mi kabul etmeye başladın? Aferin adam oluyorsun!


15 Ekim 2010 Cuma

BENİM BABAM TOYOTA GİBİ ADAM(DI) :)


Hiç aklımda yoktu böyle bir yazı yazmak, ama bir yazıdan çok etkilendim. Hem de çok... Bazılarınız beni anlayacaktır. Bugün, giden babaları anma günü mü olsun acaba...

Ben babamın bana ne çok şey öğrettiğini onu kaybettikten çok sonra idrak etmeye başladım. O hayattayken, sanki öğrettiklerini uygulamıyormuş gibiymişim. Halbuki ben onları, o gittikten sonra yapmaya başlamadım ki. O tekniği kuvvetli, bilgili ve elinden çok iş gelen bir adamdı. Bizim eve tamirci girmezdi hiç. Hatta evin ikinci kızı olarak, beni oğlan çocuğu gibi, hep yanında tutar, tamir ya da ürettiği marangozluk işlerinde çırak yapardı kendine. Bir gün de şikayet ettiğimi hatırlamam. En basitinden bir çivi çakmayı öğrenirken bile dört açardım gözlerimi. Minicik yazlığımızdaki yataklarımızı, gardroplarımızı, komodinlerimizi, baş ucu apliklerimizi, tuvalet aynamızı, yemek masamızı, kitaplığımızı, sehpalarımızı üretirken hep yanındaydım. Muhasebeciydi babam, ama hobileri öyle çoktu ki... Bir dönem fotoğrafçılığa ve 8 mm.lik filmlere kayıt yapmaya olan merakları sayesinde 60'larda doğmuş birçok çocuktan daha çok fotoğrafa ve film kaydına sahip kıldı bizi [benim kamerayı, kameranın da beni sevmesi bu yüzden olsa gerek :) severim ben çekilmeyi].

"Baba seni iyice izleyeyim de, ileride elinden iş gelmeyen biriyle evlenirsem, ben yaparım bu işleri" dediğimde basardı kahkahayı. Belki de sırf bu yüzden, bana da iş verirdi. Ben elimde tornavida, pense, çekiç, çivi, boya fırçaları ve üstüpü ile büyüdüm. Ahşap panjurlara az vernik sürmedim, az zımpara yapmadım. Elime bulaşan boyaları tinerle az temizlemedim. Ayrıca çok da bebek oynadım. Yani tam bir 'erkek Ayşe' olarak da büyümedim :)
Geçen sene eve raf ihtiyacımız olduğunda, 3-5 yer için matkap gerekiyordu. Babamın matkabı geldi aklıma. Gittim kaptım geldim, annemden onu. Biraz debelendikten sonra (vidaya uygun deliği açana kadar e biraz deldim duvarları tabii) rafları monte edip de, karşısına gururla geçtiğimde, babamın elinin sırtımı sıvazladığını hissettim. Lavabodaki çöp öğütücü, telefon kablosu ya da fiş tamirinde de köşeden bana göz kırpıyor (evinizde yapılacak iş varsa, 'tamir' yazın 1234'e yollayın)

Yaşı ilerleyip de taka tuka işlerinden elini çekince, başladı sürekli okumaya, yazmaya. Bekârken ablamla yattığımız oda onun çalışma odası oldu. Bizim ders kitaplarımızın yerini, onun felsefe kitapları doldurmaya başladı. Kalemi kağıdı eksik değildi. Artık bizim salonumuzda hatıra olarak duran daktilosunda yazar dururdu. Sonra, yazdıklarını kendi bastırmaya karar verdi; yaptı da. Eşe dosta dağıttı. Eş dostta görüp de ilgi duyanlar babamı arayıp, kitap ister oldular. Emekliliğini böyle verimli geçirdiğini duyan bir radyocu programına konuk etti onu. Kaydı bir kaset halinde verdiler; hâlâ arada dinlerim.

İlerleyen yıllarda baktı ki kızına aktardığı teknik işlere merak, kızında bilgisayar kullanma şeklinde dönüştü, o da bir laptop aldı kendine. Biraz bilgisayarcıdan, çokça benden aldığı bilgilerle yazılarını bilgisayarda yazmaya başladı, bir süre sonra. Yine bastırdı kitaplarını, yine dağıttı, yine istekler geldi. Ve artık gruplara konuşma yapması için davet edilir olmuştu.

Gidene dek yazdı. Son kez hastaneye giderken, sanki dönemeyeceğini biliyormuş gibi bilgisayarında hangi dosyada ne var, ne şekilde ayrılıp bastırılacak bilgilerini listeleyip de gitmiş meğer. Ellerini tuta tuta onu uğurlayıp da eve döndüğümüzde masasında bulduk listeyi. Ne yaptık? Tabii ki bastırdık ablamla birlikte.

Zaman zaman zorlandığımda, ona danışmayı, sarılmayı çok özlemenin dışında hüzünle anmıyorum ben babamı. Gökyüzünde pırpırlanmayan bir gök cismi görüyorum ara ara. Onun babam olduğunu düşünüyorum nedense ve onunla içimden konuşuyorum hâlâ (biraz sus be kızım diyor mudur acaba?)

Annemse yazık çok uğraştı benimle :) Nişanlandığım zaman bana yemek yapmayı öğretmeye çok çalıştı ama ben yemek yapmaya yanaşmazdım. Tamam der, o yemek yaparken lafa boğardım onu. Bir bakardı, her şeyi o yapmış. "Beni rezil edeceksin" derdi. Meğer bu endişe bende de varmış ki, laf ebeliği yaparken iyi izlemişim onu; hiç zorlanmadım yemek yaparken.

Ama şimdi annemden kalburabastı, aşure, şerbet, örgüde kol ve yaka kesmeyi öğrenmem lazım.. Allah gecinden versin, sağlıklı bir yaşlılık geçirsin diye dua ediyorum. Yeter ki nefesi olsun, ben asarım onun perdelerini... (anlayan anladı)

13 Ekim 2010 Çarşamba


Hava sanki konuşuyor bugün.
'Mutluyum, sakinim, o yüzden de puslu bir dinginlik içindeyim' diyor sanki.
Puslu havayı depresif bulmayanlardanım ben.
Seviyorum bu sessiz duruştaki asaleti.

Olgunlukla köşesinden etrafını izler, dudağının kenarında sıcak bir gülümsemeyle bakar gibi.
Pus gibi görünen o bulut şemsiyesinin altına almak, herkesi korumak ister gibi.
Güzel bir aşk yaşamış da, bitmiş olmasındansa yaşamış olmasına şükran duyar gibi.
'Dün akşam dostlarımla ne güzel bir yemek yedim. Yine bir araya gelmeli' der gibi.
Çocukları büyümüş de, torunlara karışmış bir büyükanne gibi.
Bebeğini emzirip, huzurla uyumasını seyreden taze bir anne gibi.
Elinde kitabı bir şezlonga uzanmış, denize karşı keyif yapar gibi.
Ahşap bir dağ evinin verandasında kahvesini yudumlarken, önünde uzanan yemyeşil bir ormana bakar gibi.
Gözü kapalı Brahms dinler gibi.
Kırmızı şarabın tatlı mayhoşluğuyla, şömine karşısında tatlı bir uykuya dalar gibi.
Göç eden kuşların sıcağa kavuşma hayali gibi.
Hasretiyle yandığı evladına kavuşmuş bir ebeveynin sarılma anındaki mutluluğu gibi.
Yalnız yaşayan annesinin ihtiyaçlarını karşılamış birinin huzuru gibi.
Oyun oynamaktan yorulmuş bir çocuğun salondaki kanepede bitap ama zevkle uyuması gibi.
Haftalarca yerin dibinde madende mahsur kalmış eşine, oğluna, babasına kavuşan bir insanın, korkusunun sona ermesi gibi.

Ya da sadece;
Sahip olduklarından tatminkâr ve mutlu birinin 'daha ne isterim' diyen kanaatkârlığı gibi...

11 Ekim 2010 Pazartesi

TIKIN, MEDİTASYON YAP, AŞIK OL



Kitabını hatırlamadığım bir nedenle bırakmış, bitirmemiştim. Baktım ki filmi gelmiş, üç saatte bir kitap okumanın kârına geçeyim diye, gidiverdim.

Julia Roberts... Kırklarının çizgileriyle de olsa, gülümsemesiyle bir anda insanı 'Pretty Woman'a götürmüyor değil. Uzun yıllar sonra yolda eski bir arkadaşımı görüp, yılların etkilerini fark etmek gibi bir şeydi onu tekrar izlemek. Bazı oyuncular vardır, her ne oynarsa oynasın o hep aynıdır. Ona asıl kimliğiyle bakarsınız. Ama Julia Roberts'ta bu yok. Nasıl bir karakteri canlandırıyorsa, onun Julia Roberts olduğunu unutturuyor ve bu da bana daha bir keyifli geliyor. O benim için Liz idi o üç saat boyunca. Oyunculuğu irdelemekten çıkıp, onu "Liz'in başına neler gelmiş, Liz ne düşünüyor, Liz nasıl seviniyor, Liz nasıl bunalıyor..." minvalinde izlettiriyor. Herkes bu konuda ne düşünür bilmiyorum, ama benim kendimi rahatsız ettiğim bir huyum vardır: filmleri oyunculuklar/kurgu/konu vs bağlamında, kitapları yazı dili/kurgu/mantık zinciri vs faktörleriyle irdeleyip, tadına varmayı beceremem. Bir şeyler öğrenmek istercesine, ders notu muamelesi yaparım. Bazı kitap ve filmlerin yaptığı gibi, Julia Roberts'ın oyunculuğu da beni bu 'öğrencilik modu'ndan kurtarıp içine çekti. E zaten konu da yaş dönemim gereği olsa gerek, daha bir ilgimi çekmişti. Aslında yepyeni bir konu değil. Modern kadının kendini, evliliğini, nasıl yaşadığını/nasıl yaşamak istediğini, gemileri sarımsaklasa da mı yaksa, sarımsaklamasa da mı yaksa diye kafa patlattığı konular havalarda uçuşuyor zira.

İnsana, 'acaba hayatımızı bir karar, sorgulamadan, geldiği gibi ya da gelmesi gerektiği gibi mi yaşıyoruz da haberimiz yok, farkında mı değiliz?' dedirten bir film. Aslında gitmemek lazım böyle filmlere; çıkışta eşine şöyle bir ters ters bakası geliyor insanın :) Belki de aslında kendine. Yaşamayı istediğimiz şekilde mi, yoksa yaşanması gerektiği şekilde mi yaşıyoruz? Bunu anlamak için o kadar masrafa girip ta İtalya'ya gidip, spagettilerle şişmeye gerek yok; şöyle doğu'nun yemeklerine doğru mu uzansak? Meditasyon yapıp, içimize bakmak için, ta Hindistan'a gitmeye gerek yok; Mevlana'ya mı gark olsak? İyi de sevmek için nereye gitmeli? Offf zor iş bunlar... Ama doğru olan şu ki, hayat tatlı gitsin, ekşi gitsin, yine de arada bir yalnız kalabilmeyi, her şeye uzaktan ve kendi hayatımızın seyircisi olarak tepeden bakabilmeyi becerebilmek lazım. 'Yuvarlanıp gitmemek' lazım. Başkalarının hayatını yaşamamak lazım; bu eş de olabilir, çocuklar da. 'Bana ait şu var' diyebildiğimiz bir şeyler olmalı. Onun içindeyken taşıdığımız hiçbir rol orada olmamalı: annelik, babalık, evlat olmak, arkadaş olmak, işyerimizdeki rolümüz... 'Sadece ben' olmalı orada. Çok mu didaktik oldu? Vaktim yok, başka türlü yazmayı düşünecek, çünkü işim beni bekliyor, sonra da eve gideceğim, bir ara anneme uğrayacağım. Rollerim beni bekliyor.

8 Ekim 2010 Cuma

"PAYLAŞMAZSAM ÇILDIRIRIM SENDROMU"



Yıllar önce BBG kod adıyla "gelin anacım gözetleyin bizi" programları yayındayken, bunun ne kadar saçma bir şey olduğu yazıldı durdu. Ardından gelin-kaynana programlarında da aynı minvalde esip yağdılar. Bu programları seyredenler küçümsendi. Merakına gem vuramayan ve belli bir seviyenin üzerindeki kesim ise izlediğini gizledi; ama her ayrıntıdan da haberdar olduğunu ağzından kaçırdı. Özel hayata saygısızlık söylemleri aldı başını gitti. Katılanların ettiği her laf, yaptığı her hareket büyüteç altına alındı. Sürekli takip etmesek de, ucundan acık da olsa bunlardan haberdar olmadık mı? Olduk.. Hatta ben düzenli olmasa da izledim yahu. İlk zamanlarda ben de gizledim izlediğimi ama çok kısa sürdü bu :) yani gizlemem kısa sürdü, izlemem daha uzun sürdü. Kimin eli kimin cebinde'ye meraklı, dibindeki komşusundan, ülke çapındaki ünlüye kadar ne yaptığını bilmeye meraklı bir milletiz biz. Ha benim merak düzeyim, şu son cümlemdeki kadar vahim düzeylere assla ulaşmadı. Ama "asla ve kat'a izlemedim" deyip, itibar kaygısına düşecek kadar da kompleksli değilim. (Bu arada hem itiraf edecek kadar yürek koyuyorum, hem de itirafımın boyutunu kontrol altında tutmayı da ihmal etmiyorum. Beni gidi beni.)

Şimdilerde birkaç yıldır da Facebook ve Twitter vs var. Bunlar da bir anlamda aynı rayın vagonu. Özel hayat saçılmalarının, "bugün/şu an şuradayım, yarın/o an şurada olacağım, uyandım/uyumak üzereyim/dostlarla patlıcanlı suşi yiyoruz... ya da: bakın ne de eğlendik, baaak bu benim sevgilim, görün görün eşim ve çocuklarımla nasıl da yedik içtik, teknem nasıl ama..." kusmuklarının sözde sevimli bir dışavurumsal izdüşüm zevzekliği (tamlamalar kraliçesi mi oldum ne).

Facebook ya da Twitter kullanımına karşı değilim. Benim de hesaplarım var bunlarda. Doz aşımı krizlerine girmeden, ifşalar ve afişe etmeler silsilesinin girdaplarında un ufak olmadan, kendinden tatlı minik haberler vermekle tatmin olmadan gün geçiremeyen insanlar var. İnsanın göresi gelmiyor artık ama sayfaya pıt pıt diye düşüp duruyorlar. Üstlerine tıklamama şansımı ve hakkımı kullanmak en büyük zevkim olan bu deklarasyon bağımlılarının, her fotoğraf çekilmelerinde, kendilerini o sayfalarda izleyecek olanlara bakar gibi poz verdiklerini düşünüyorum. BBG konseptindeki programların "izleyin beni" ya da "izleyeyim neler oluyor" ihtirasının versiyon değiştirdiğini varsayıyorum. Paylaşıma da karşı değilim, çünkü bazen gerçekten de bir araya gelme fırsatının olamadığı kişilerimizin update'lerini görmek okumak da hoş oluyor. Ama n'olur biraz şakül ayarı yapın ya...

Ha tabii eskiden yazdığım bir yazıyı okuyanlar bilir; zaten ünlü ve takip edilen biri olduğu halde, daha daha ünlü ve takip edilen olsun diye Twitter'da hâlâ yırtındığını gördüğüm bir takım insanlar var. İşte bu beni şaşırtmaya devam ediyor. Bu nasıl bir şöhret ve ilgi takıntısıdır arkadaş!
"O zaman niye takip ediyorsun" diye soranların olduğunu kuşlar söylüyor şu an bana. Twitter'a ayda yılda bir girerim, bunlara bakıp küfreder rahatlarım. Niye'si bu. Yani tamamen argosal bir rehavet durumu. Yoksa yemişim ne yaptığını... (şimdi bu yazı biter bitmez, Twitter'da ilân etmeliyim)

Tiyatrom yakında başlayacak. Çok heyecanlı ve sevinçliyim. Gelin beni izleyin e mi :P
(Bu nasıl bir son cümledir anlamadım. Biraz ara verip geri döndüm ve yazmaya devam ettim. Ondan olsa gerenk deyip, kafayı çok tankmıyorum. Siz de tankmayın)