26 Şubat 2013 Salı

KENDİNLE SAKLAMBAÇ





1996 yılının filmi olmasına rağmen, basiretim mi bağlanmıştı, üzerine çok da düşmemiş miydim, “nasıl seyredeceğim?” diye dert edip oturup kalmış mıydım bilmiyorum, sonunda dün “Trainspotting”i izledim. Filmin zaten kült olmasının arkasına sığınıp, kalkıp filmle ilgili sinemasal yorumlara girmeyeceğim; bilenler bilir, daha ne diyeyim ki ben bu filmle ilgili? Zaten bana da düşmez. Bana düşebilecek ancak “bunca yıldır izlememiş olmama yazıklar olsun!” diye hayıflanmaktır. Devamında benim diyeceklerim başka…

Eroin bağımlısı gencin iç sesleriyle donanmış bu film, satır aralarında insana nasıl da ışık tutuyor. İzlerken üşenmeyip not aldığım birkaç cümle içinden seçtiğim bir tanesi üzerinden yazacağım bu yazıyı:
“Sonunda bir iş bulmuş, kendimi kendime saklamıştım.”

“Kendini kendine saklamak”
Uyuşturucu bağımlısı birinin ruh halleri kabaca da olsa zaten malumumuzdur. Yeni bir sayfa arayışı ve normal (!) insanlar gibi bir hayat sahibi olma gerekliliği/arzusu altında, kendini kendine saklamak istemesi anlaşılır bir tavır. Yaşadığı yerden uzakta, tanınmadığı bir coğrafyada, “temiz” olarak bir hayata başlama cesaret ve iradesini gösterdiğinde, geçmişini kimsenin bilmesini istememesi de öyle. Ama bunu bağımlı olmayan bizler de istemiyor muyuz bazen?: kendimizi kendimize saklamayı.
Buna gerekçe yaratan koşul ya da insanlardan kaçmak adına kendi kuytumuza sığınmıyor muyuz? Beklentiler, hesap sorulmalar, açıklama beklenmeler, “niye’ler, nasıl’lar, ne zaman’lar, kimle’ler” hepimizi boğmuyor mu zaman zaman? Vıcık vıcık ilişkilerin, her şeye hâkim olma taleplerinin altında ezilip, “bir rahat bırakın ya!” diyesimiz gelmiyor mu? Bunu talep etme hakkına sahip olmayanları geçtim, olanlar dahi sorunca “sana ne?” demek istemiyor muyuz? Her hücremize sahip çıkma tutkunlarının fırlattığı kementlerin ipini hızla çekip, o iple onları ilelebet bağlamak gelmiyor mu içimizden?
Kendine güvensiz, bağımlı, kendinden bihaber insanların, bu arazlarını başka insanlar üzerinden tamir çabasının mağduru olmak bu… Kendi yetersizliğini başkası üzerinde tahakküm kurarak bastırma bilinçsizliğinin sahte hükümranlığı bu…
Hadi diyelim ki, bu halinin farkında; bu defa da korkaklığı ön plana çıkar. İnsanın kendini kendine saklama hürriyetini anlasa da anlamasa da, o kendi hezeyanlarının esiri olmaktan kurtaramaz kendini. Ve bu noktada saklanmak kaçınılmaz ve yerden göğe hak olur, özgüven sahipliğinin tapusu teslim olunur.

Bir de şöyle olanlar vardır: Dışarıdan müdahale olsun olmasın, kendini kendine saklayanlar. Bu insanlara, o yukarıdaki ‘vıcıkçılar’ hiç bulaşmazlar. Kendi dünyasının içinde kendince mutlu olduğunu düşünmesi yeterlidir. Sosyalleşmenin gereksizliğine olan, hafif hastalıklı diyebileceğimiz halleri, onu rahatsız etmez. Çizdiği sınırlar ve ördüğü duvarlar dâhilinde kendini sevmek yeter ona. Ha buna da tümüyle “sevmek” diyemeyiz. Sadece kendiyle olma aşkının altında bir patoloji de aranabilinir.

El netice:
Kendini kendine saklamaya mecbur bırakılma durumunda, saklanmaya neden olanların sorgulanması gerekir.
Kendi arzusuyla saklayanlar ise, saklaması yüzünden olacakların sonucunda, kendini sorgulaması gerekir.
Her iki türün de dozunu ayarlayabilecek bir şakul tutturabilene ne mutlu…

N.O.B.M.H.A.?*




Bir öğeyi kimi özellikleri daha iyi bilinen bir toplam olarak belirleme, matematikte “açılım” olarak tanımlanıyor. Özel sonuçlardan genel sonuçlara vardığımızda tümevarıp, tersini yaptığımızda tümdengeldiğimiz matematiksel bir döngü içindeyiz sürekli. Ülkeyi, açısının köşesinden geçen bir yarı doğruyla, ana kollara eşit uzaklıkta kalarak açıortay misali de iki parçaya ayıramayız ya… Bölme, bölünme, bölen, bölünen, kalanlar, artanlar, hep artırım, az indirim… Şu terimlere bakınca, matematik kitabına bakılarak yönetiliyormuşuz gibi. Hortumla veya çeşmeden akan suyla dolan havuzların hangi hızla boşaldığını/boşaltıldığını hesaplayabilenler fazla değil. Peki ya, A şehrinden yola çıkan Mercedes’in hızı kaçtı ki, B şehrine varamadan kamyonla çarpıştı? Ayranı var mıydı içmeye?
Asal sayı gibi hissetmek… Bir başkasının bölmesine izin vermeden, ancak kendi iç hesaplaşmaları ve çatışmalarıyla ya ‘1’e, ya da sonucunda ‘1’ çıkmak adına kendi sayı değerin kadar olan değere bölmek kendini... Bölenin bölünenin kendisi olduğu, kendini kendiyle böldüğü, artan hiçbir değerin kalmadığı, sonucunun 1 olduğu bir işlemde olmak... Kendine bu kadar acımasız davranıp, davranmayı ve sonucuna katlanabilmeyi göze alıp, yine de ilerlemeye cesaret edebilmek... “Bunları yaparken getiri gibi görünenler, sular durulduktan sonra götürünün kallavisiyle baş başa bırakacak mı?” endişesi de cabası.
Tüm olaylara, polemiklere, sözde yapıcı diyaloglara, hesap kitaplara, gündem çeşitlemelerine bakınca, tarafsız, fikirsiz ve net olmak istiyorum. Başka bir yeni fikir ve bakış açısı bile okumak ya da dinlemek istemiyorum. Yorulduk artık; daha da yorulmayacağımız ne malûm. Ne o tarafa, ne bu tarafa hak veresim kaldı. Ütopik hippi ekolüne geri dönüp, herkesin barış ve kardeşlik içinde yaşamasının imkânsızlığını unutmak istiyorum.
Sağlığa bakıyorum; türlü türlü değişimler içinde ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Sağlığımız bozulmasın diye,  organik peşine düşsek bile “o da fos” diyenler, ümitlerimizi gübreli toprağın altına gömüyorlar. Bağışıklığımızı yüksek tutalım diye, bol vitaminli, proteinli beslenelim diyorum, bir bakıyorum GDO uzaktan sopasını sallıyor. Elma, portakal, havuç yedireyim diyorum, bir bakıyorum hormonlar dişlerini gösteriyor. Geçen senelerde “aman tavuk yemeyin” diyenler, şimdi tavuk suyu çorbanın antibiyotik etkisinden dem vuruyor. Bir ara televizyonda bir eczacı, “ton balığı yemeye ne hacet, E vitaminlerinden için yeter” diyordu. Bir başka ara yüzümüzü yıkayamaz olmuştuk, arsenik banyosu yapmayalım diye. Çocuklar iyi bir lisede, üniversitede okusunlar diye girdikleri yarışın adı bile kaç kez değişti; sistem değişmesinden bahsetmiyorum bile: LGS, OKS, SBS, YGS, LYS… Tamam, anladık, biri bitiyor diğeri başlıyor, ama bizim her başlayışımızda bitmemize ramak kalıyor. Havamız dağılsın, biraz televizyon izleyelim diyoruz, bir bakıyoruz bir ay içinde 24 kadın öldürülmüş.
Duyarsızlaşmak ve fanusta yaşamak da istemiyorum. Tehlikelere uyanık olmak, aksaklılardan haberdar olup aydın insan tepkisini verebilmek ve küçüklerimize yol gösterirken rol modelliğimizi hakkınca yapmak dileğindeyiz, ama değişen gündem ve trafiğin mantıklı açıklamasını bile yapamaz olduk onlara. Üç maymun olmak lazım belki de. Özellikle eğitim ve sağlıkta doğru politikalarla yönetildiğimiz, her yeni gelenin eskiyi yapboz yapmadığı ve dört işlem gibi alengirsiz bir matematik içinde yaşamak mümkün olmayacak mı?
Yumurta da kolesterolü yükseltmiyormuş, diyorlar… En iyisi gideyim de, sucuklu yumurta yapayım. Sucukta ne falso vardır kim bilir…
*: Ne Olacak Bu Memleketin Hali Arkadaş? (Bir kısaltma da benden)

“FACE’TE VAR MISIN?”





2007 yılıydı. Bir arkadaşım yeni açılan bir siteden bahsediyor ve koyduğu bikinili fotoğrafın bir sürü insan tarafından görüleceğini bilmediği için zor durumda kaldığını anlatıyordu. “Allah Allah bu da ne ki acaba?” diye düşünürken, içimden  “e koymasaydın yahu,” da dedim. Fotoğraftan başka, arkadaşlarıyla birbirlerine çiçek, pasta, rakı sofrası, doğum günü kutlamaları, nazar boncukları vs yolladıklarına geçti. “Yok artık!” dedirten ve anlaşılmaz bir hal alan konunun ucunu bıraktım gitti.
Bir süre sonra başkalarından da benzer laflar duymaya başladım. Adına “Facebook” denen bu mucize ortamda “anaokulu arkadaşınızı bile buluyorsunuz,” sloganları hepimizin ilgisini çeker oldu. Her birimiz hesap açmaya koyulduk. E bir de profil fotoğrafı koyduk. Başladık sağa sola o çiçeklerden, pastalardan, nazar boncuklarından vs yollamaya. İlk etapta aklımıza geliveren isimleri ekledikten sonra, “ya hani ilkokulda bir Leyla vardı, dur bakayım onu bulabilecek miyim?” demelere gark olduk. Sanal âlemdeki bu nüfusu artırmak adına, Facebook hesabı olanlar arasında “ay ben kimi buldum biliyor musun?” heyecanlarıyla liste kabartmalar silsilesi başladı. İlk zamanlarda herkes kaç kişi eklediğiyle övünür, sözüm ona bunun bir ayrıcalık olduğu havası iğnelenirdi. Aslında bu sayede gerçekten de yıllardır izini kaybettiğimiz ve sevdiğimiz arkadaşlarımıza ulaştık. Kendimizden ve listemizdeki arkadaşlarımızdan haberler ve fotoğraflar paylaşmak mutlu etti hepimizi. Geçmişin ve şimdinin hallerini görerek aradaki zaman açığını kapamaya çalıştık. Bunun yanı sıra bu sayede işini geliştirenler, kaybettiği arkadaşlarını bulanlar, sevgili yapanlar ve hatta eşini seçenler bile oldu.
Yıllar ilerledikçe “ortak arkadaş” davasına pek de bayılmadığımız insanları da eklemek zorunda kaldık; ayıp olmasın diye. Ayrıca fotoğraf çekiminde ciddi bir patlama oldu. “Face’e koyarım”, “görsünler bak ne güzel arabam var”, “yeni sevgilimle olan bu fotoğrafım da eski sevgilime kapak olsun”, “ay ay bakın ne mutluyuz”, “bakın bakın işyerim nasıl da havalı” vs vs diye yırtınanlar, o güne kadar bir tane bile anlamlı sözünü duymadığınız insanlardan her konuda “özlü sözler” (“aslında ben çok derinimdir haa!”), “şu anki yerimizi belli edelim” demeler, dürtmeler, paylaşmalar, tavsiye etmeler, politik olarak yermeler/alkışlamalar derken Facebook bayağı bir ilginç hale geldi.
Tabii ki birçok olumlu yanını da görmüyor değiliz. Bu sayede ulaştığımız eski arkadaşlarımızla görüşür olduk. Arada kaçan yıllara üzülüp telafi etmeye çalıştık. Buluşma görüşme şansımızın olmadığı arkadaşlarımızın özel günlerini görebilir olduk. Duyurmak istediğimiz bir haberi bir anda yüzlerce insana ulaştırabilir olduk. Merak ettiğimiz herhangi bir konuda bilgiye ulaşabilir olduk. Mesleklerimizi ilgilendiren kişilerden, konulardan, bilgilerden, bazen toplantılardan haberdar olunabilen neredeyse tek yer haline geldi. Ama dakika başı ne yaptığını, ne yediğini, ne giydiğini, nerede oturup kalktığını yazan insanlardaki kafayı anlamak zor. Hele bir de küçücük çocuklarına hesap açanları hepten zor…
Dozunu kaçırmadan ve güvenlik önlemlerini alarak kullanıldığında çok da keyifli bir mecra olduğu yadsınamaz. Hatta ben hâlâ hesap açmamış olanları yadırgar oldum. Hesabı olmayanlar, sözüm size, bakmayın eleştirdiğim şeylere… Onları ayarlamak kolay, ama ister keyif için, ister iş güç için, kaçırdığınız çok şey var. Yakınlarınızda nasılsa bir genç vardır; söyleyin size bir hesap açıversin. Ya da bilgisayarla aranız iyiyse kendiniz de açabilirsiniz. Ara ara girip, Ayşe Hanımın o gün kahvesini nerede içtiğini, Ali Beyin yeni aldığı arabasını, bir sonraki mesleki toplantının hangi tarihte yapılacağını, hani o büyüdüğünüz mahalledeki sokak arkadaşınızın kaç çocuğu olduğunu, her türden sanat haberini hem de uzmanlarından vs vs öğrenmek istemez misiniz?