29 Mart 2011 Salı

DİBİMDEKİ ARMUT



Çocuk işte... Ne saf, temiz oluyor yürekleri... Detaysız ve net. İçten ve direkt.

2001 yılında içinde bulunduğum tiyatro ekibi dağıtılınca, üzüntümü hissetmiş demek ki... Bu resmi yapıp bana hediye etmişti. Daha önceki yazılarımdan birinde (tiyatro tefrikaları) hüzünlü biten deneyimlerimden söz etmiştim. İşte onların birinin ardından, o aralar her dakika yaptığı resimlerden birinin konusu olarak bunu seçmiş. İşyerimde o yıldan beri asılı duruyor. Demin başımı bir kaldırdım, yine gördüm ve bir başka baktım bu defa. Gözüm alışınca bunca yıldır, aynı dikkat ve özenle bakmaz olmuşum, utandım.

"Anneme Tiyatro Salonu" diye de yazmış. Sanki Hıdrellez dileklerine benzemiş. O günlerden bugüne bendeki istekten yana bir değişiklik olmadığını sizler zaten biliyorsunuz artık. Ama benim lokum da anasına benzedi. Ona matrağına "armudum benim, dibime düştün" diyorum. Çünkü o da aynen benim gibi bir tiyatro sevdalısı oldu. Orta ikinci sınıftayken okulda tiyatro grubuna katılıp, bir oyunda oynadığından bu yana... Ardından gelen SBS yılları ile fikren ve zikren uzaklaşmadı ama sınav çarklarının içine tiyatroyu da sıkıştırması zor oldu. Şimdilerde beni gördükçe "anneee ben de istiyorum. kötü anlamda değil ama seni kıskanıyorum" diyor. Bu ders yılı başında ona uygun bir platformu seçme aşamasında çok meşgul idik. Malum bir frenk olayımız vardı. Gelecek, geliyor, geldi derken; o yüzden aksayan dersleri toparlayacak derken başvuruları kaçırdık. Yine de debelendik ama içimize sinecek yerlerin kontenjanı dolmuş idi.

Ben provalara koştukça, uygunsa o da benimle geldi. Mest olarak izledi. Görüşlerini söyledi. Çok da faydası oldu. Tüm ezberlerimde textimi tutup, çalıştırdı. Repliklerime eşlik eden hareketlerimi yönlendirdi. Prömiyer akşamı da erkenden benimle birlikte kulise girdi. Hazırlıklara yardım etti, tüm heyecanı yaşadı ve kendi de heyecanlandı. Oyun sonrası nasıl da güzel bir oyun olduğunu, nasıl eğlendiğini ve bunun içinde olamadığına nasıl da yandığını söyledi durdu. Önümüzdeki sene de ÖSS arifesine girecek ve dersane + okul çarkında buna nasıl vakit ayıracak bilmiyorum. Ama o yine de istiyor. Taş koyacak değilim, mutlaka denemeli ve hepsini bir arada götürebilirse ne âlâ. Sınav çocuklarının zevk, hobi ve uğraşlarından uzaklaştırılmasına da karşıyım ayrıca.

Bu 10 yıllık suluboya resimle duygulandım bugün. Hem kendimde değişmeyenleri, hem de o günlerden bugüne kocaman olan kızımın değişimini tekrar görmeme vesile oldu. İki çocuğumun da tipleri eşime benzer; şikayetçi değilim. Kızımın huyları ve sanata sevgisi bana çekmiş. Oğlumsa tam bir spor insanı; benim en disiplinsiz olduğum konu. Neyi severlerse sevsinler, yeter ki sağlıklı olsunlar diyorum da başka bir şey demiyorum. Gerisi bir şekilde oluyor, geliyor...

İşte böyle... :)

26 Mart 2011 Cumartesi

LİNDA ARTIK SAHNEDE


Blog'uma ulaşamaya ulaşamaya geçen günlerin ardından bu sabah lütfedip gül yüzünü gösterdi. Ben de "fırsat bu fırsat" zıplamasıyla, yazmaya koyuldum. Aslında yazmak için de en ideal günlerden biri. Çünkü prova silsileleri sonrasında dün akşam oyunumuzun ilk gösterimini yaptık.
Provalara dair birkaç yazı yazmıştım ama blog muhalefeti yüzünden gerisini getirememiştim. Bir yandan da çok yoğun geçen günler yaşadım. E tabii full komedi bir oyunun içindeki yegâne ciddi/ağlak/sinirli/bağırgan kadını oynamak kolay olmadı :))

Çalışırken bile gülmekten yerlere yattığımız oyunumuzu alnımızın akıyla oynamaya başladık. İlk oyun heyecanıyla geçen son günlerimizdeki provalarda çıkan aksilikler, yanlış oynamalar, replik unutmalar vs derken, korkumuz tavan yapmıştı. Derin nefes almalar, konsantre olmaya çalışmalar, dualar ve olumlu düşünmeye çalışarak "haydi bakalım" deyip kendimizi sahneye attık. İlk çıktığım anda inanılmaz bir şey hissettim: salondan ılık ılık bir sevgi.. Sanki izleyenler o kadar olumlu bir enerjiyle izliyorlardı ki, hissettim bunu. Oyunun başladığı sadece 1-2 dakika olmasına rağmen bu sıcaklık bana çok iyi geldi ve korkum kalmadı. O sahnem bitip de kuliste sırasını bekleyen arkadaşlarımın yanına gidince, bunu hemen paylaştım onlarla da. Yüzlerindeki sevinci ve coşkuyu görmenizi isterdim! İzmir seyircisi başka, diyen sahne sanatçılarının ne demek istediğini anlıyorum galiba :)))

Ekip işinin zor olduğunu daha önce de söylemiştim. E Amerika'yı keşfetmiş sayılmam değil mi? :) Ama bunu yeniden yaşadım. Belki de en ilginç şekilde, çünkü tiyatro gerçekten başka türlü bir şey; ya da bana öyle geliyor. Ocak ayının ikinci yarısından bu yana neredeyse her gecemizi adadığımız bu faaliyetin özneleri olarak hepimiz, provalarda elimizden geleni ortaya koymak adına çok çabaladık. Rolümüzü kanlı canlı hale getirmeye çalışırken, hem kendi adımıza, hem de o çarkın tüm dişlilerinin emeğine saygı duymak adına emek harcadık. Çünkü sadece kendimiz için değil, ekip insanları için de çalışmak gerekiyor. Hepimiz amatör olduğumuzdan, yani gündüz başka dünyalarda yaşamlarımızı sürdürürken, her akşam provaya vakit ayırmanın zorluğunu yaşadık ama yansıtmamaya da çalıştık. Bu bağlamda eşime ve çocuklarıma ne kadar teşekkür etsem azdır; bir gün bile gidip gelmemden şikayet etmedikleri gibi, başarım adına hep destek oldular. Dün akşam oyunu izledikten sonra da, acayip keyifle ve kahkahalarla izlediklerini söyleyince, tüm dünyalar benim oldu!! Hatta eşim kendi çevresine, çocuklarım arkadaşlarına oyunu duyurmak için hemen harekete geçtiler: "bu oyun izlenmeli" diyerek.. Bu benim bittiğim andır...........

Aranızda İzmir'de yaşayanlarınız varsa gelip izlemenizi çok isterim. Eğlenmek garanti! Oyunumuzun adı "Köşedönücü".. Atatürk Lisesi'nin (Lozan Meydanı, Alsancak) bahçesindeki "İzmir Kültür Merkezi"nde oynuyoruz. Ne kadar süreceğini henüz bilemiyoruz ama her Cumartesi, 20:30'da oynayacağız. Biletler oradan sağlanabiliyor (10 TL). Yalnız şunu beilrteyim; biz tüm ekip bu işten kesinlikle para kazanmıyoruz; tamamen gönüllüyüz. Tiyatroya bu kadar gönül vermiş kişiler olarak bunu daha baştan kabul ettik. Elde edilen gelir tiyatroya kalacak; çok da güzel olacak :)

Durum bu.. Tatlı bir yorgunluk hissiyle her gün olduğu gibi yine işimin başındayım. Hastalarıma bir başka mutlulukla bakıyorum bugün. Umarım blog artık teklemez de, daha sık gelebilirim buraya..

11 Mart 2011 Cuma

YÜZYILIN UMUMİ TUVALET ÖDÜLÜ






Tuvalette yarenlik mi etmek istediniz, hemen bu tuvalete koşun :)))

Bir süre önce ecnebi memleketlerden birinde rastladığım bu müstesna tuvaletin fotoğrafını çekmeden çıkamazdım, değil mi ama? Önceden haberim olsaydı yanıma birini çağırırdım, fakat hem acilen bir restorana dalmam gerektiğinden, hem de gördüğüm an konsepte karşı vuku bulan şaşkınlığımdan, bir başıma yaşadım orada geçen kısa süreyi.

Kapakların bırakılış şekline bakılırsa, en son girenlerin cinsiyet farkı hemen anlaşılıyor. "Ben yatağın sağ tarafında yatarım" diyen bir hanım varmış sanki ortamda (karşıdan bakışta soldaki). Fırçalar ise kişiye özel; 'herkesin pisliği kendine' saygısal duruşuyla, iki ayrı fırça hizmete sunulmuş.

Ama çöp kovasında 'hayat müşterekse, kağıtlarımız ya da diğer bil'umum atıklarımız bir arada olsalar da sorun yok' sevgisel paylaşımı da dikkat çekmiyor değil hani :) Aynı özen ve hassasiyeti ortak tuvalet kağıdı rulosunda da fark etmemek imkansız. "İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız" temalı bu rulonun kullanımında, önceliğin kime verileceği konusu ise, demokratik olarak çözülecektir diye düşünmekteyim. Mesane ve/veya bağırsak deşarjını önce tamamlayan, rulo hakkında önceliği de doğal olarak alacaktır. Yalnız kağıdın koparılmasına yardımcı olan tırtıklı kısım, bayan tarafında, dikkat ederseniz. Bu acaba şu mu demek oluyor: kadın erkeğine kağıt takdimini yapmalı (?) Hizmette sınır yoktur, demenin arapçası bu mudur?

Duvar kağıtlarındaki modernlik hoş görünmekle birlikte, hafif kasvet hissi de vermiyor değil. Pozitif bakış açımızı zorlarsak, işlemler sırasında konsantrasyon bozmamak, dikkat dağıtmamak adına bu seçim yapılmış diyebiliriz.

Klozet kapaklarındaki renk seçimine ise diyecek bir şeyim yok. Ahşapın sıcaklığı dışavurumsal olarak izdüşülmüş.

"Adamlar yapıyor abi" dedirtecek kadar gıpta ve biraz da hasetle takdirlerimi sunar, çağdaş uygarlık düzeyine erişme yollarında bu türden tuvaletlere bizim de erişmemizi can-ı gönülden dilerim :)))

9 Mart 2011 Çarşamba

İTİRAF.COM

Evet itiraf ediyorum:
Bloglar kapanıp da, sudan çıkan balığın ruh haline kurduğum empati tavan yapınca, çareler aramaya başladım. Gerçi çare seçeneği olarak hazırlop bir şekilde, takip ettiğim bir hocam mail marifetiyle yeni bir blog açtığını bildirdi. "Wordpress" adı altındaki bu yeni site, bir anda başımın sol üst tarafında bir ampul yaktı ve bu ışık gözlerimi aldı. Neden olmasındı... Hı neden neden?? Pekâla da olabilirdi. N'apmak lazımdı? Basitti; hemen o siteye girilip, yeni bir blog doğumu sağlanacaktı. Her ne kadar üvey bir durum söz konusu idiyse de, "blogsuz yaşayamam abi" gibisinden obsesif bir patoloji ile baş edilmesi gerekiyordu. Doğal olarak oluşamayan gebelikte, önce tüp ve şimdilerde de kimyasal bebek çözümleriyle doğaya baş kaldıran insanoğlu, neden bir başka blog yaratamasındı.
Bu heves, gayret, heyecan ve tezcanlılıkla "wordpress" dünyasına girildi. Hesap açıldı. Yeni kayıt, yorumlar, takipçiler vs gibi hizmetlerin alt yapısı araştırıldı. "Yeni blog'um ahanda burdadır, bundan kelli" diyen hocamın blogu bir güzel incelendi. Altından girildi, üstünden çıkılamadı. Çünkü ruhsuzlukta kendini kat be kat aşmış olan bu sitede Müge resmen üşüdü, kanı çekildi, rengi kaçtı, tansiyonu düştü. "Nerede benim blogspotumun sıcaklığı, nerede benim dostlarım, nerede benim elimin tersiyle bile her hareketimi rahatça yaptığım blogum" diye hıçkırık seslerimi duyduğum an, kapıyı çarptığım gibi çıktım siteden. "Elveda wordpress, anca giderim".

O arada nasıl olduğunu bir türlü anlayamadığım, anlamak için de pek bir çaba harcamadığım bir şekilde, sadece kumanda panelime girebilir olmaya başladım. "Yeni kayıt"a korka korka tıklayıp, birkaç satır yazıp, yayınlayabildiğimi, hatta yorumları da görebildiğimi fark edince, havai fişekleri patlattım. Ama ne blogumu görebiliyordum, ne de yorumlara cevap yazabiliyordum. Art arda gelen "dns Mügeee, dns" çığlıklarıyla yırtınırken, dna'mı değiştirip, bu defa da "blogcu.com"a daldım. "Hımmm burası daha bir blog dekorasyonunda sanki" diye ümitlerimi cilâlamaya başladım. "Egedenses" adı altında bir Egeli hava estireyim, e bundan sonra artık otlu yemek tarifleri yazarım gaari, diye kendimle kendi başıma dalgamı geçerken, bir yandan da bu blog sitesini kurcalar oldum. O da ne, blog değil, sanki Facebook. "Paylaş", "beğen", "son eklenenler" vs gibisinden bir kargaşa ortamı. Son bir sabır atağıyla yazılan yazıları okuyayım dedim. Yok abi nerede buradaki kalite. Körlerle sağırlar birbirini ağırlar minvalindeki, bu hafiften 'sosyalleşme' kokulu com da beni mutlu etmedi. Blogspot'suz hava sahası serotonin düzeyimi düşürdükçe, başladım dns'in peşine düşmeye.

Anladım ki, insanın yaşı ilerledikçe, Alzheimer bulgusu babında, alışkanlıklarına yapışıp kalıyormuş ve hayata seyri bozan bir düzen girince, error veriyormuş. Wordpress ve blogcu.com'un bünyemde yarattığı öksürük ve damar tıkanıklığının merhemi, "bağdaştırıcı nerede, bulamıyoruuum" çığlığıyla "geri dönüş operasyonu" yaratmakmış. İlk yardım ekiplerinin hayat kurtaran mailleriyle, öhhhöööö diye temizlenen ciğerlerim, bloguma ve sizlere yeniden kavuşmamı sağladı. "Akşama babaaacığımm, unutma blogspot getiiirrr".

Haa bu arada, şu uzak kaldığımız süre içinde Linda gibi yırtınırcasına kızmayı pek güzel öğrendim, haberiniz ola :) Ağzımdan tükürükler, gözlerimden alevler çıkarıyorum artık. Yönetmenimizin "tamam kestim" demesine kadar hırlayan ben, o anda Müge'leşiyorum; ay nasıl hoş bir duygu bu... (Çift kişilik illeti).
Yorgun Müge ile yırtıcı Linda metamorfozu :p

Bunların dışında yorgunluk tavan yapmaya başladı sanırım; her yerim ağrıyor, uyanasım gelmiyor, bir de sağ bileğimde bir ağrı peydahlandı :( Elimde bandajla geziyorum. Evdeki tabip, karpal tünel sendromu olabilir, dediği anda bir offf çektim, karşıki az karlı İzmir dağları inledi. Acık da şikayet edesim geldi yahu...
"Evladım bakkaldan bana bir Gripin kap da gel" modundan hızla çıkmam ve enerji rezervlerimi yeniden doldurmam lazım. Reiki yollayın bana anacım..

8 Mart 2011 Salı

"Eşeğini Kaybet Bul Sevin" (E.K.B.S.)olayı :)))

Bugün "kar acemisi", "kar görmemişi" ve "kar hasretçisi" İzmir'imize tükürür gibi kar atıştırmakta. Kendileri sulu olduğu için yerleri ıslatıp, tutunamıyorlar. Ama olsun.. Havada uçuşan beyazlıklar bile İzmirli garibanları telefonlara koşturmaya yetti: "Pencereye kooş, kar yağıyor"... Ki sadece kar provası yapıyor aslında.
Soğuk ise hakkını vermekle meşgul. Şikayetim var mı?? Yoook.. Üşümüyor muyum?? Donuyorum her daim. Kolay kolay ısınamam ben. Ama yine de soğuklar bitsin diye, en ufak bir hevesim ve duam yok. Kat kat giyinmeye razıyım. Yeter ki sıcakla kendimden geçmeyeyim.

Ay ne yazayım bilemedim.. Geri dönüşün heyecan ve mutluluğuyla aklıma gelen ilk şey kardan bahsetmek oldu galiba :) Önümüzdeki günlerde "ben de burdayım"ları gördükçe daha da mutlu olacağım.

Tekrar merhaba herkesime :)