30 Aralık 2011 Cuma

M(utlu), U(mutlu), C(oşkulu), K(utlu) Olsun!!!

Tüm blogdaşlarımın yeni yılını kutlarım. Sağlığı, mutluluğu, huzuru, başarısı, parası ve yazmaları bol bir yıl olsun.

20 Aralık 2011 Salı

ANNE TARAFIM UZUN YAŞIYOR VESSELÂM :)

Dolapların içinde, dosyaların dibinde, anıların kalbinde bulduğum, düşündüren ve gülümseten notlardan:

"Dedem tütün kokardı ama sigara değil.
Yaşım on sekiz, gıpta ederdim yaşamasına, yaşadıklarına.
Yıllarca esir kalmış Hindistan'da, savaş sonrası.
Masmaviydi gözleri, İngiliz sanmışlar.
Gemiyle gelmişler İstanbul'a,
Öyle sevmiş güvenmişler ki, bu maviş yağıza,
"Toprağımı görüp, basayım üzerine bir koşu" demiş de,
"Hakkındır git, gör, gel" demişler.
İşte o saniye sırra basmış kademi,
Sel olup akmış, öyle özlemiş İzmir'i.

1925 (?): Anneannemi görmüş, zamanın Singer mağazasında,
Zamanına göre modern ve hoş nakış öğretmeniyken.
Saçları dizine kadarmış, hokka gibi burnu yüzünde damla.
Gözlerle anlaşmışlar, iki Cumhuriyet insanı.

1930'lar: Art arda üç evlat, ikisi maviş, biri zeytin.
İkisi erkek, biri kız.
1957: On sekizinde babamı bulmuş maviş gözlü gelin.
1960'lar: İki kızları olmuş, biri buğday, biri sakız.

1981: Dedeme dedim, "sıkı bas ayağını, beni bekliyor yeni dünyalar,
Döndüğümde aynı koltukta, sigaranla karşıla beni."
Yazdı sayfalar dolusu hattat gibi döşediği mektuplar,
"İki gözüm, torunum Müge'm" dediği.

Yıl seksen üç, Mayıs'ın ikisi;
Ayağını sıkı basmış ve üstünden geçmiş on bir ayım.
Sarmaşmışız doyasıya şükürlerle.
Çarşafının üstünde bir bıçakla kapamışlar yüzünü.
Hiç ürkmedim, açtım bir daha baktım,
Beklediği için teşekkürlerle.

2006: Anneannem... Hokka burnu ile yaşadı doksan dokuzuna kadar. Mavi gözlü yağızı bile unutmuş, bakıyordu boş boş. Ona baktıkça korktum yaşlanmaya, yaşamaya o kadar çok... hem de unutarak..."

14 Aralık 2011 Çarşamba

GERİDE KALMANIN YÜKÜ

Hayat devam ediyor diye sevinmek mi lazım bilemiyorum bazen. Ama hayat da peşimizi bırakana kadar sevin sevinme, devam etmek gerekiyor. Devam edebiliyor olmaktan utanıyor insan bazen. Devam etmek için daha çok zamana ihtiyacı olanların kapısından çıkınca, huzursuzluk basıyor. Hep orada kalıp, elinden yüreğinden tutmak istiyor insan... Onu orada sıkıntısıyla bırakıp çıkmak zor geliyor. Gidemeyince arayıp, gelememe nedenimi anlatasım geliyor. O zaman da yine "benim hayatım devam ediyor" mesajı vermekten çekiniyorum. Ama zaten arasam da aramasam da, gidemediğim zaman o mesaj gitmiyor mu sanki ona... 
Oysa o bunu düşünecek halde bile değil. Ve zaten o bunlara takılacak basitlikte  hiç değil. O yüzden de insanın daha bir onun yanında olası geliyor. 
Madem geldik, 
Madem günü gelince gitmemiz gerektiğini de öğrendik ,
Madem gelmeye de, gitmeye de direnmek anlamsız,
Madem her birimiz bunu yaşayacağız,
O zaman devam ederken gülümseyerek, severek, çok da takılmayarak, sarılarak ve unutmadan devam etmek lazım. Yeni mi öğrendim bunu? Yoo... Ama hep öyle değil midir... Duvara çarpınca yeniden yeniden fark etmez miyiz...

10 Aralık 2011 Cumartesi

ORTAK TARİHİMİZ DURDU

Geçen sene bu zamanlarda "gidiyor..." diye içim yana yakıla, son basamak tedavisine yolladığımız arkadaşımdan bahsetmiştim hani...
A.B.D.'de kanserde yeni bir tedavi yöntemi olan "Proton" tedavisinden medet umuyorduk. Buradaki doktorların, 'yapacak bir şeyimiz kalmadı' diyen, bu son model tedaviyi bilmeyen hallerine kızıp durmuştuk. Amerikalı doktorlar ise, inceledikleri MR ve bilumum tahlillerinin sonunda, büyük bir umut ışığı yakmışlardı. Gittiler sonra eşiyle birlikte.. Skype'dan konuşuyorduk. Kaldıkları daireyi, penceresinden sokağı bize gösteriyorlardı. Genel durum da çok iyiydi.
Biz kendi halimizden utandık hep. Niye mi? 14 yıllık tedavi süresince, biz yıkıldık, onlar yıkılmadı. Yanlarına giderken, ağzımızı burnumuzu nasıl toparlayıp da üzgün göstermeyeceğiz kendimizi diye dert ederken, onların yüzündeki sevecenliği, mutluluğu ve direnci görünce utandık hep. Biz onlara destek olacağımıza, onlar bize oldular. Onlar hem kendilerini, hem bizi iyi ettiler hep. Hayata ve umuda asılmanın en güzel ve saygı duyulası örneği oldular. Ondan da güzeli, karı-koca birbirlerine duydukları sevginin gücünü öğrettiler hepimize. "Nasılsınız" demek için aramalarımızdan hiç sıkılmadılar, bunalmadılar. Yaşadıkları her anın değerini bilmenin önemini yansıttılar hep (unutmayız inşallah).
A.B.D.'den döndükten sonra da genelde her şey yolundaydı. Bilimin gücüne bir kez daha inandık ve bunun ülkemizde uygulanamamasına yandık. Sigortası ya da gücü olmayıp da bu tedaviden faydalanamayanlara üzüldük.
Yazın başlayan halsizlikleri ve diğer sorunları gittikçe arttı. Bizi öyle bir ayakta tutmuşlar ki, tedavinin yan etkisi diye düşündük hep. Ona bir şey olmazdı. 14 yılı geçirmiş bir dirayet ve umut timsali adam ve onun muhteşem desteği kadın, bunu da aşardı. "Yapılacak bir şey kalmadı" denemeyecek, yakışmayacak, hak etmeyen biriydi o.
Biz onunla ilkokulda her teneffüste mor menekşe oynardık. Koridorlarda deli gibi bahçeye doğru koşardık bir alay çocuk. O şeker oğlanı da, sonradan eşi olacak o güzel kızı da ayrı ayrı tanırdık. Sonra onlar da birbiriyle tanıştı arkadaş gruplarımız sayesinde. Aşık oldular. Liseyi, üniversiteyi, ihtisası birlikte bitirdiler. Şansın güzeli şu ki, ikisiyle de aynı fakültede okudum ve ihtisas yaptım ben de. Aynı yıllarda evlendik, çocuklarımız oldu, birlikte büyüttük. Birlikte yatılı, yatısız bir sürü tatile gittik. Her birimizin eşleri de, çocuklarımız da çok ama çok sevdiler onları da, onların o güzel çocuğunu da.
'Sağlam' insan demenin anlamını en çok hak eden, en güzel taşıyan ve yaşatan insandı o. Bir insan aynı zamanda hem güvenilir, hem sevgi dolu, hem saygın, hem matrak, hem donanımlı, hem başarılı, hem zeki, hem sımsıcacık, hem öğretici, hem öğrenmeye açık, hem iyi evlat, hem iyi eş, hem iyi baba, hem iyi arkadaş..... olabilir mi? İşte "O" olmuştu.
7 Aralık akşamı hastaneye, yanına giderken, kendini göremesem bile o pamuk elini görmek istedim en son. Gidiyor diye yanına kimsenin sokulamadığı oda kapısı bir ara açıldığında ilk gördüğüm eliydi. Bekledikçe sel olduk aktık. Sonra hepimize veda şansı doğdu ve yanına kısa süreler için girdik. Her anını ona adamış hayat arkadaşı kadın, evladını gözünün önünde kaybeden anne-baba artık teslim olmuşlardı, kaçınılmaz sona. İsyan ile kabullenmenin arasında gidip gelen kalbimiz ve beynimiz ne yapacağını bilmiyordu, ağlamaktan başka.

Dün yatırdılar onu toprağın kucağına. Bıraktık onu orada, ama sadece bedenini. Yorulan bedeni en sevdiği yerde, en sevdiği denize doğru yattı artık. O zaten huzur ve nur içinde yatacak, ruhu zaten şâd olacak. Başka türlüsü imkansız ki zaten...
Ve sen onun birtaneciği karısı, canım arkadaşım... Sana ne kadar saygı duysam, seni ne kadar sevsem az... Bu satırları okumanı istiyor muyum emin değilim. Okuyup da içini deşmek istemiyorum. O yüzden yazdığımı söylemeyeceğim sana. Ama henüz sana söyleyemediğim şeyleri bilmeni isterdim; biraz zaman geçsin söyleyeceğim zaten. Sen hepimize örnek, hepimize ders, hepimizde abide olmuş bir insansın. Acını yok etmemiz imkansız. Ama merhem olmak için elimizden geleni yapacağımızı bilirsin. Kim bilir belki de, o müthiş maneviyatınla gene sen merhem olursun bize...

24 Eylül 2011 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Yaş yirmi bir. Kavak yelleri henüz dizi film olmamış ama yüzyıllardır estiği gibi bende de esiyor. Üniversite öğrencisiyim. Eşimle çıkıyoruz o aralar. Şehir dışında olduğu için çok aralıklı görüşebiliyoruz. Mail, cep telefonu, msn olmadığı gibi telefonu da bağlatarak konuşabiliyoruz. O da ancak haftada bir kez; babamın akşam toplantısı olan günlerde. Çünkü henüz haberi yok çıkıyor olduğumuzdan. Dolayısıyla "konuştuğum çocukla", buraya geldiği zaman olabildiğince çok vakit geçirmek istiyoruz birlikte. Onun arkadaşlarından birer ikişer nikah/düğün davetleri gelmeye başlamış. Bazen bir haftasonu geliyor ve benim de ona katılmamı arzu ediyor. E ben de istiyorum tabii. Davete icabetin altında akşam çıkabilmenin dayaılmaz cazibesi var. Aman ne önemli :)
O haftasonu çok yakın bir arkadaşı evlenecek diye geliyor. Rastgele de annemler İzmir dışına gitmişler. Anneannem bizde kalıyor doğal olarak. Girdiğim çıktığım saatleri, bir deftere not etmediği kalıyor; emanetim ya.. Ama o düğüne de gitmek istiyoruz çok. Anneannemi kafalamak kolay ama gene de çetelemi tutarken olumsuz bir not düşülsün istemiyorum. Bir kız arkadaşımın evlerinde nişanı var, diyerek izni koparıyorum. Onun kriterlerine göre en geç on bir, hadi biraz daha iteklersek on ikide dönmemi bekliyor. Offf o kadar erken dönmek de ne sinirdir; herkes tam eğlencenin dibine vurmuşken... Külkedisi gibi geri dönmek; araba balkabağına dönmeden. Genciz işte; ayrıca kırk yılda bir olan bir şey. Anlatmak ne mümkün. Daha doğrusu anlaşılabilmek.

Japon çizgi filmlerinde olduğu gibi gözümün kenarında bir yıldız parlıyor sinsice. Hatta biraz da pis pis sırıtınca, köpek dişimin kenarında aynı yıldız görünüyor. İyice abartınca, ellerimi de ovuşturmuş bile olabilirim. Kararım: evdeki tüm saatleri bir saat geri almak. Müthiş fikir!! Şöyle bir tur atıyorum evde. Nerede masa saati, nerede duvar saati var... Arazi taraması yapıyorum. Anneannemle yattığım odada ve salonda birer duvar saati. Annemlerin odasında bir masa saati. "İyi be çok değilmiş.. Parmak izi de bırakmamalıyım" :) Öğleden sonra anneannem şekerleme yapmak için yatıyor. Eldivenlerimi giyip, saatleri tek tek bir saat geri alıyorum. Ohhh çok mutluyum, kendimle gurur falan duyuyorum, o derece yani.
Anneannem uyanıyor. Merakla saatlere şaşırmasını bekliyorum. Ana! Hiç bakmıyor bile! E süper yahu! Ufaktan hazırlanmaya başlıyorum. O da o arada darısı başlarıma olsun dilek ve dualarını sıralıyor. Allah iyilere çattırsın, falan... Azıcık kaptırsam ona kendimi, gidip tüm saatleri düzelteceğim; vicdan yapıp. Ama maşallah tık demiyorum. Kovalıyorum kafamdaki iyi düşünceleri hemen. Yine de "amiiin anneanneciğim amiiiin" diyerek, nabzına uygun şerbeti basıyorum damarlarına doğru. Bir yandan da içimden kendimi ikna cümleleri: "N'apalım buna mecbur etmeselerdi. Akacak kan damarda durmaz, gezecek genç içeride kalmaz. Hani bir de sürekli gezen tozan biri olsam.."
"Hadi kızım, Allah'a emanet ol." temennileriyle çıkıyorum evden. Ollleeyyy!! (aa pardon o zamanlar bu nida yok henüz.. olsa olsa yaşasıınn demişimdir). Önce nikah ve kokteyl, sonra sadece arkadaşların olacağı disko programına başlıyoruz. Eller havaya tarzında geceyi akıtıyoruz. Saat bir gibi evde olmaya karar vermişim. E ne de olsa bizim evin sınırlarında saat daha on iki olacak. Şahane!

Karanlık eve hırsız gibi sessizce giriyorum. Geldiğim ânı görmesin diye, annemlerin yatağına kıvrılıyorum. Salondaki ve bu odadaki saate bakıyorum: babalar gibi on ikiyi gösteriyor. İçimde bir huzur, bir huzur... Zabbaha kadder mışıl ötesi bir uyku.

"Günaydın anneannecimm!"
"Günaydın da, sen niye orada yattın?" (CSI-İzmir)
"E seni uyandırmayayım diye." (Kırmızı Başlıklı Kız'ın yalancı versiyonu)
"Kaçta geldin?" (Komser Şekspir)
"On ikide yataktaydım." (Pinokyo'nun kız versiyonu)
"Hayır saat birdi sen geldiğinde." (Komiser Kolombo'nun anneanne versiyonu)
"Aaa olur mu hiç, yuh artık o kadar geç.. Mazallah yani!" (Vücut diline, mimiklerine ve ses tonuna dikkat et kızım.. bu işte bir iş var.)
"Yok yok ben baktım saate.. Bir idi."
Innkkk.... hık mık.. kem küm.. (iç sesimin köşeye büzüşmüş hali) Olamaz, evdeki saatler öyle demiyordu ama!
"Anneanne ben girdiğim gibi baktım saatlere, on iki idi valla."
"Onları bilemem, benim kol saatim biri gösteriyordu. Benim saatim şaşmaz. O saatlere ne olmuş bilmiyorum. Ben de baktım akşam, anlamadım. Pilleri bitiyor herhalde. Nedense tam da aynı anda."
"Anneanne ben gevrek almaya gideyim mi? Sen de o arada yumurta haşla istersen. Sonra da dayımlara gider sabah kahvesi içeriz. Hı? Ne dersin?" (İşi yalakalığa bağlayarak, durumu kurtarmaya çalışan kavak yeli mağduru)
Durumu anlayan anneannem, bunu annemlere hiç çaktırmadı. Ama uzun yıllar sonra ben anlattım zaten. O zaman tatlı gelmiyordu ama şu an tatlı mı tatlı bir anı... Böyle dertleri olmayan kendi çocuklarımızı, geçmişteki halleri anlatırken eğlendirdiğimiz anılardan.. Onlarınsa hiç böyle kaç göç anısı olmayacak diye konuşuyoruz... Biraz sıksak mı çocukları acaba? :)

19 Eylül 2011 Pazartesi

"O" BEN DEĞİLİM...


Orhan Pamuk'un son kitabı "Saf ve Düşünceli Romancı"yı okurken, uzun yıllardır aklıma takılan noktaları görünce bu yazıyı yazmak istedim. Kabaca şöyle; bir kişinin yazdığı yazıdaki/romandaki karakterlerden birinin mutlaka o kişi olduğunun düşünülmesi. Ya da yaşandığı anlatılan olayların, mutlaka yazanın başından geçmiş olma ihtimaline inanılması. Okur olarak hepimiz yapıyoruzdur, ya da yapmışızdır bunu. Aslında doğal da bir tepki bu. Değil roman yazıp daha geniş kitlelere ulaşmak, şurada kendi bloglarımızda yazdıklarımızın bile bu yargıyla okunma ihtimali yüzünden yazmaktan çekindiğiniz şeyler olmuyor mu? Sizi bilemem ama benim oluyor.

Kurgu denen ve bir zamanlar bir Türk yazarın "kafadan atmaktır kurgulamak" babında espriyle yaklaştığı bu kavramı, okurlara kabul ettirmek zor görünüyor. Aslında bunu bloglarda yapmak daha da zor. Çünkü genelde çoğumuz burada kendi hayatımızdan kesitler yazıyoruz. Diyoruz ki, bu benim başımdan geçti. Ama eş dost var. İşte buraya yazılan "kurgusal" yazılardan yola çıkarak, hayatlarımızı deşifre ettiğimizi, iç ve dış dünyamızdan tüyolar verdiğimizi veya yazdıklarımızı alenen yaşadığımızı ve bir de üstüne üstlük internetten ilan ettiğimizi sanmaları daha yüksek bir olasılık. Sırf bu yüzden yeni bir blog açasım gelmiştir. Belki de açmışımdır :))
Hep düşünüyorum; ben blog açtığım zaman niyetim hiç de bu değildi. Yani "web günlüğü" mantığıyla yazmak için çıkmamıştım yola. Yıllardır deneme, anlatı, makale vs yazardım zaten. Burada da devam edecektim. Öyle de başladım. Fakat blog takiplerim arttıkça, farkına varamadığım bir şekilde, transa girmiş ya da hipnotize olmuş gibi, ben de kendimi kişisel temalar üzerinden yazar buldum. Ortam sanki bir kafede buluşmuş insanların birer birer kendini anlatabildiği bir ortamdı ve ben de anlatmazsam olmayacaktı. Kâh etki altında kalarak, kâh dolduruşa gelerek, kâh okuduklarımdan ilham alarak ve çoğunlukla da çok isteyerek hayatımın içindeki olayları ve insanları burada paylaşır olmuştum. Ha zevk almadım mı? Hem de çok zevk aldım. Ama zaman zaman bundan sıyrılıp, eğitimini de aldığım "kurmaca-yaratıcı yazarlık" yoluna girmeyi çok istediğimi fark ettim.
İşte takıldığım nokta tam da burası...
Çok uzun bir zaman süresince, burada yazdıklarımın büyük kısmı kişisel yazılardan oluştuğu için, yazmayı hayal ve arzu ettiğim kurgu bazlı yazılara geçişte, çekince göstermeye başladım. Bir de geçmişten kuyruk acım vardı; onu da düşününce iyice geri çekildim. Yani, bir zamanlar yazdığım bir yazı yüzünden "vaaay sen misin buradaki özne?" denmiş ve kendimi/yazdığımı/nereden yola çıktığımı/nasıl kurguladığımı açıklamak zorunda kalmıştım. Aslında ne gereksiz bir açıklama... Kendini aklama çabası... Deneyimsizlik işte. Ha şimdi çok mu deneyimliyim; değilim ki hâlâ bu çekincem var. Ama artık bilinen yazarların buna dair söyleşileri, hatta üzerine yazdıkları makale ve kitaplar var. Savunmamızı en başta onlar yapar oldu. Çünkü zaten asıl hedefte onlar var. Orhan Pamuk da kurgunun tarihçesinden bahsederken bunlara hem dünya, hem kendi özelinde parmak basmış (sy: 29). Okumanızı öneririm; o yüzden fazla ayrıntısına girmeyeceğim burada.

Kendi adıma konuşacağım ama eminim aranızdan bir çoğunuz da bana katılacaksınız: ben okuduğum bir kitaptan, izlediğim bir filmden, gözlemlediğim insanlar ve olaylardan, duyduğum bir müzikten, ya da mal mal bakındığım zaman bile bir şeylerin bana ilham verişini yaşıyorum çoğu zaman. Bunların çağrıştırdıkları, bendeki anılar, özlemler, kırgınlıklar, sevinçler, mutluluklar ya da deneyimlerle birleşip, yeni bir forma giriyorlar ve hepsinden bağımsız başka bir şeye dönüşüyorlar kafamda. Yani hamuru yeniden karıyorum ve tadı benzer olsa da yeni bir kurabiye yaratıyorum. Doğal olarak her yazan insanın yazdıklarında kendinden parçalar oluyor. Ama bu demek değil ki, kendini de merkeze oturtuyor. Ha oturtanlar var, o ayrı.

Bu kurgu meselesine takıldığımı hissedenler olmuştur belki. Geçen ay içinde yazdığım hayvansal yazılarımın birinin sonuna eklemiştim: kurguladım bunları, gibisinden bir not. Buna en basit haliyle "süslemek" diyeyim. Bendeki ham maddeden yola çıkıp, üzerine biraz kafadan atmasyonlar (kısaca kurgu :p) ekleyince, alın size hikâye. Ama ben bundan fazlasını yapmak istiyorum artık. Daha çok yalan söylemek istiyorum :)) Düzenli olarak yapabilir miyim bilmiyorum, çünkü blogların genel temayülünü de seviyorum.  Ayrıca sürekli daldan dala konan zihnim, her daim tek tip yazmama da şahane bir şekilde direnecektir.
Çektiğim doğum sancıları bundandır. Aslında seviyorum bu sancıları da. Hiç bitmesin istiyorum. Sancı ve huzursuzlukla daha üretken olabileceğimi hissediyorum. Yeter ki başını bir göstersin, kolu bacağı ya da tüm vücut geç çıksa da olur.

16 Eylül 2011 Cuma

RUHUM HAMİLE

Doğum sancısı gibi... Ama ağrı değil, kıvranma hissi. Sezaryen de olmayacak biliyorum; yani bana öyle geliyor. Normal doğacak. Cinsi belli değil, çünkü ultrasonla bakılamıyor. Bakılabilse de anlaşılmıyor; saklıyor kendini. Zamanı yakın ama tam tarihi belli değil. Tek bildiğim doğsun diye deliriyor olduğum.
Birbirimize dokunacağımız, uzun süre birlikte yol almayı umduğumuz bir süreç olsun istiyoruz. Niye çoğul konuşuyorum ki acaba? Bunu daha çok ben istiyorum. Ben istedikçe ve onun elini bırakmadıkça, o zaten beni bırakmaz diye umuyorum.

Bir ağacın altında kendi başıma kıvrana kıvrana mı doğururum, ya da bir bilenden yardım mı alırım bilmiyorum. Doğarken öyle mutlu ve güçlü olacağım ki, anesteziye bile gerek kalmayacak; gözlerinin içine baka baka izleyeceğim doğmasını. Doğarken o değil, ben ağlayacağım sevinçten.
Tekmelerini hissediyorum; ruhumda, kalbimde.
Uykusuz geceleri bile iple çekiyorum. Ona hep kendim bakacağım; kimselere bırakmayacağım. Müzikle doyuracağım onu, kitap okuyacağım ona. Arada bir, benim kadar sevenlerle paylaşacağım onu. Üzerine titreyeceğim. Baş ucumda tutacağım. Gittiğim her yere götüreceğim onu; ya yanımda, ya kalbimde, aklımda. İnsanları izleyip, ona besin toplayacağım.
Ellerimde, gözümün önünde büyüyüşünü izleyeceğim.
Yeter ki bir doğsun... satırlarım...

KENDİME NOT...

Hani bazen...
Sebepsiz bir yorgunluk, durgunluk,
Sebepsiz bir anlamsızlık, boşluk,

Olur ya bazen, arar insan...

Sebep kaçar, sen kovalarsın.
Belki de onu yakalaman,
Daha beter eder, sanırsın.
Yakalasan bir türlü, yakalamasan...
Sebepsizlik takılır aklına,
N'olur sanki kendi haline bıraksan...
Bir uyursun geçer yorgunluğun,
Bir gülersin geçer durgunluğun,
Bir çiçeğe dikkatle bakarsın, geçer anlamsızlığın,
Yazarsın iki satır, geçer boşluğun.
Bak aslında kendin buldun çareni...
Sana diyorum heeeyyy!

13 Eylül 2011 Salı

BU YAZININ ADI YOK.. BULAMADIM.. FİKRİ OLAN? (soru)

Şimdi bir yazı yazacağım. Kendime izin verdim: ne kadar konsantrasyon kaçması, çağrışım dalgası, 'aa şu da geldi aklıma' cümlesi gelirse, kasmayıp yazacağım anında. Umarım bu halim Virginia Woolf'un 'bilinçakışı' tekniğine tekabül ediyordur :)) (züğürt tesellisi)

Bir sitcom yazasım var. Yani istiyorum. Canım çekiyor. Artık iple çektiğim, dört gözle beklediğim, yollarına gül döktüğüm bir sitcom kalmadı gibi. Yabancılardan var birkaç tane. Ama insan "yerli malı Türk'ün malı, herkes onu kullanmalı" düsturuyla büyüdüyse, istiyor şöyle zekice kotarılmış bir komedinin Türk olanından izlemeyi. Her şeyi senaristlerden beklememek lazım, di mi ama canım (Soru işareti konmuyor böyle cümlelere. Çünkü cevap beklemiyorum. Kendi kendime konuşuyorum aslında. Yoksa ben imlâya, işaret ve işaretçilere taparım. Ayrıca hediye diye imlâ kılavuzu gelse, mest olurum. Bunu da hep söylerim, kimse ciddiye almadı şimdiye kadar. Söz blogtan dışarı.)

Neyse...
Diyorum ki, senaristlerin çoğu ağlamak, özdeşleşmek, 'yalnız değiliz' demek isteyen halkımızın nabzına göre şerbet vermekten şeker komasına soktular. Evet tamam, çok fazla sıkıntı, dert, haksızlık ve bilumum olumsuz şey var bu memlekette. Ama bir o kadar da mizah var. Elektrikli olmamızın nedeni de bu; artı eksi kutupların güller açan dalıyız biz milletçe. Güldürürken düşündüren Nasreddin Hoca'nın, düşünmeden gülen bilmem kaçıncı göbeğiyiz. Gerçi bazıları düşünse de gülecek bir şey bulamayabilir, o ayrı bir yazı konusu olsun (Valla ben yazmam bu konuda hayatta. Size kıyak işte.. Hazır konu yarattım.. Bugün ne pişirsem gibisinden, bugün ne yazsam diyen varsa, kapsın hemen konuyu. Bugün doğana isim de Nasreddin olsun mu.. olsun.. sormadım bakın gene)

Neyse...
Madem mevcut olanlarla mutlu değilim, "ben de kendim yazayım. Hem kendim güleyim, hem belki başkaları da güler, fena mı olur.." dedim (sormadım). Başımdan geçenleri acık da kurguyla soteleyerek buraya yazarken, çok eğleniyorum. Sanki kendim yazmamışım gibi, yüz kere okuyup eğleniyorum (sen kendini ne sanıyorsun be kadın). Bakıyorum okuyanlardan da üç beş eğlenen var (neyime yetmez). Biraz Friends, biraz Seinfeld, biraz How I Met Your Mother (H.I.M.Y.M.), bolca Avrupa Yakası kıvamında bir aşure yapsam, nasıl olur? (işte bu bir soru!! çekinmeden cevaplayabilirsiniz.) Aslı gibi modern ve tercihan İzmirli bir kız, Rachel gibi büyük şehire gelip yerleşse, Jerry Seinfeld gibi bir ev sahibi olsa, onunla ihtilafa düşüp (Almanya'dan oğlum gelecek, çık evden), Ted gibi bir avukattan yardım istese, esas kız bu avukata kendini sevdirsin diye yirmi sekiz (yirmi dokuz da olur, size kalmış) takla atsa, esas oğlan "film bu ya" kızı iyice maymun etse, kız Facebook'tan oğlanı ha bire dürtse, twitlerine imalı sözler yazsa, (şu aralıkta neler olabileceğini bilmiyorum, reytinglere göre karar veririm artık), Ted artık çocuklarına analarının kim olduğunu açıklasa (H.I.M.Y.M.'ın sadece 1. sezonunu ve bölük pörçük son bölümlerini izlediğim için olay ne durumda bilmiyorum. Yoksa artık dizinin adı, How I Met Your Grandmother mı oldu...) Benim dizinin adı da "Ananızla New York'un Avrupa Yakasında Nasıl Tanıştım" olsa...

Yok, olmadı bu.. Vazgeçtim. Sitcom yazmayacağım. Birileri yazsın, oynarım ama. Hadi yazsanıza valla. Dizi süresince her şeyi unutalım, kopalım her şeyden, şeker komasına gireceğimize pirzola yemiş olalım bol bol. Fazla proteinden gut olalım. Hem de very gut olalım. Hı? Olmaz mı? (soru)

(Benim süleymancık n'apıyordur acaba şimdi....hadi bu da soru olsun; bir şeye benzemedi bari interaktif bir yazı olmuş olsun)

9 Eylül 2011 Cuma

ANNEMİN KOMŞULARI

Bu sabah bir hastam geldi. On beş yaşında güzel mi güzel bir kız. Onun gelmesine bayılıyorum, çünkü ışık gibi doluyor içeri. Gözleri, gülüşü, yüzünün ifadesi, konuşma tarzı... Herşeyiyle tam bir ergen, tam bir yeni yetme, tam bir masumiyet örneği (müzesine gitmeli mutlaka :p)... Tedavinin başında gayet iyi gidiyorduk; her dediğime ya da istediğime harfiyen uyuyordu. Amma velâkin bir süre sonra değişti, çünkü ergenliğe daldı. Sanki resmen boyut  değiştirdi; tedavinin gereklerini yapmaz, ne desem dinlemez oldu. Ama diyorum ya, çok da şeker bir kız, insan kızamıyor da :) Neyse bugün, sonunda tedavisi bitti. Bak gene saptım konudan; konsantrasyon sorunu olmalı bende :)
Geldi koltuğa oturdu. Gene seyrettirdi bana kendini. Bir kirpikleri var; nasıl uzun ve güzel. "Gözlerinin önünde kirpiklerini görebiliyorsundur herhalde, o kadar uzun ki" dedim. "Yok, göremiyorum" dedi gülümseyerek. Ve o noktada ben yapacağım işten kopup (konsantrasyon kaçışı, çağrışımlara gark olma, "onların getirdiklerini anlatmazsam çatlarım" hali) muhabbete başladım:

Annemin bir komşusu var; çok iyi bir kadın, İpek Hanım. Apartmanın neredeyse yüzde doksanı gibi, o da eşini kaybetmiş. Bir oğlu var, evli. İpek teyze süsüne meraklı; saçları kızıl ve küt kesimli, makyajsız denk gelmedim hiç. Mutfağında marifetli; annem ameliyat olduğunda çok güzel şeyler getirmişti, sağolsun. Hatta bir kısmını ben de aşırıp eve getirmiştim :) Bu İpek teyzemiz takma kirpik takarmış meğer; buna da denk gelmedim. Annemden ve başka bir komşudan duydum (dedikodu). Ama tabii yaş ilerleyince takmak da, yamulduğunu fark etmek de zor oluyor herhalde. Kirpikleri yan yamuk takıp çay sohbetlerine geliyormuş. Bir iki derken, komşulardan biri dayanamamış söylemiş, 'kirpik yamuk' diye. Hiiiç bozuntuya vermeden kalkıp, aynanın karşısında düzeltmiş, oturmuş, sohbete devam etmiş. Hem "helâl olsun", hem de "ne gerek var" diyesim geliyor ama helâl demek ağır basıyor.


Annemin bir komşusu daha var; o da çok iyi bir kadın, Ayten Hanım. Annem ondan ne zaman bahsetse, adını nedense hep unuturum. Sonra "haaa kaşlarını çizen kadın" derim ve elimle de şeklini yaparım havada. Şimdi buraya yazdım ya, hayatta unutmam (keşke daha önce yazsaydım diyecek oldum ama onu bana hatırlatan kaşları nedeniyle demeyeceğim). Ayten teyzem kaşlarını tümden ya alıyor, ya da kaşları yok bilmiyorum. O nedenle de kaş çiziyor kendine. Tamam eyvallah çizsin, mecburiyetten ya da canı istediği için... Bana mı düştü onu yargılamak... Ama... Öyle bir çiziyor ki! İsmail Dümbüllü ile Adile Naşit karışımı bir yarım ay şeklinde. Yani suratında sürekli bir şaşırmış ifade. Apartmanda ölüm oluyor, dualara geliyor; Ayten teyze o an,  ölenin hayaletini görmüş gibi sürekli. Kahveye çaya geliyor, Ayten teyze "aaa bu kahve miiii?" diye şaşırmış sanki. Kapıdan uğruyor, mesela "akşamüstü bekliyorum" diyecek, Ayten teyze aslında "aaa bana mı geleceksiniz?" diye ünlem halinde sanki. Benim de mimikler zaten kıpraşık, onu görünce kaşlarıma çok zor hakim olabiliyorum. Eskiden de Denizlili bir Nevriye teyze vardı; o zaman da onun ağır Denizli aksanına kapılıp, on beş dakika sonra onun dilinden konuşmaya başlardım. Yani ben bu mimik ve aksan olaylarında akışa kaptırmakta, kendime dur demekte zorlanıyorum.

Geçenlerde bir gün, Ayten teyzeye kısa bir şey için kapıdan uğrayan annem, teyzemizi kaş operasyonu yapmadan önce yakalamış. Amanınnn, bu defa annemin kaşlar havaya kalkmış; şaşırmış kadıncaaz 'yanlış eve mi geldim?' diye. Göz ve ses yordamıyla, karşısındakinin Ayten Hanım olduğunu anlamış da, rahatlamış. Ayten teyzede de bir kaşsız yakalanma/basılma hissi olmuş tabii. Karşılıklı olarak şaşkınlıklarına ket vurup ayrılmışlar. Ve fakat bir saat sonra gittikleri sabah kahvesi seremonisine gelen teyzemiz, telaşla olsa gerek, kaşın birini düz, diğerini yay şeklinde çizmiş. İyi ki orada değildim... Abartılı bir Mona Lisa misali yüz ifadesiyle, benim yüzüm ne şekillere girerdi kim bilir. Yarısı kızgın, yarısı şaşkın bakan bir yüze bakıp nasıl normal konuşabilirdim, bilmiyorum. Mesleğim gereği dişleri yamuk insanlara bakınca nasıl düzeltesim geliyorsa, o kaşları da biraz tükürükle silip yeniden çizesim de gelebilirdi (tükürük meselesine hiiiç girmiyorum, korkmayın) :D

Sene 1974-75 olsa gerek. Yani ben ilkokul dört ya da beşteyim. Oğlan çocuğu gibiyim. Kız çocuğu olduğuma dair belirtilerim henüz yok. Ayrıca saçlarımı toplayıp, şapkamın içine sokmuşum. Kız gibi bir oğlan, denecek kıvamdayım daha.
Yazlık olarak kiraladığımız evdeyiz. Annem bakkala yolladı, ekmek alacağım. Girdim, sıramı bekliyorum. Sırada olan başka bir teyze daha var. Yanındakiyle gülerek sohbet ediyor. Arada bana bakıyor. Kadından korkmakla, korkmamak arasında bocalıyorum, nedense. Arkadaşıyla eğleniyor ama bana da kızıyor sanıyorum. Gözlerimi kaçırıyorum. Sıranın bir an önce bana gelmesini ve bu lanet yerden kurtulmak istiyorum. Kadın bana dönüp bir de soru sormaz mı!: "sen kız mısın, erkek mi?". Soruya kızıyorum, ama bir an önce cevaplayıp, hatta ekmeği de almadan bu kadından kurtulmak da istiyorum. Ters ters "kızım!" diyorum. Gene gülüyor ama aynı anda kızıyor da sanki. Bundan cesaret alıp, "peki ya siz, kızıyor musunuz, gülüyor musunuz?" diye soruyorum. Attığım adımın altında ezilip, hızla çıkıp ekmeği almaya başka bakkala koşuyorum. Evde anlatınca, annemler de gülüyor. Ama ben o kadının neden bana kızıyor gibi baktığını yine anlayamıyorum.
Yıllar geçiyor, tabii ki unutmuşum bu olayı. Kuafördeyim, makyaj yapılan bir kadına kaş çizildiğini görüyorum. Ve o an tüm jetonlar şangır şungur aşağı düşüyor: O "enine Mona Lisa teyze" de kaşlarını çizmişti ve bana göre kızgın bir ifade vermişti kaşlarına. Yüzünün üst kısmı kızan, alt kısmı gülen teyzenin esrarı çözülüyor sonunda.
Bıyıkları kaşına kaçmış bir amca.
Kaş kirpik, yüze anlamını veriyor ya da alıp götürüyor. Olduğumuzdan farklı gösterebiliyor. Mecburiyetler dışında estetik katkıları onaylamıyorum. Ayrıca mesela Ajda Pekkan... Offff televizyondaki yarışma programında onu gördükçe yüzüm taş kesti. Ne dudakları birleşebildi, ne Mr. Spack kaşları yüzünden ağzından çıkanlarla yüzü uyum gösterebildi. Yüzünde hareket edebilen hiçbir mimik kası kalmamış. Taşlaşmış bir yüz, bende ancak heykeltraş elinden çıkmış bir büst hissi uyandırıyor. Ona bakınca, yukarıda anlattığım tüm o teyzelerin alnından öpesim geliyor. "Çizilmiş kaş da ne ki" diye... Hele de güzel yapıldıktan sonra, helal olsun.
Ayar kaçırmadan bakımlı bir yaşlı olmak lazım. Budur aldığım ders. Nokta.

26 Ağustos 2011 Cuma

DAYANAMAYAN OKUMASIN

Baktım ki olmuyor, şehre geri döndüm. Hayvanlar alemi belgeseli çekmeye hiç niyetim yoktu zaten. Ama kedisiydi, köpeğiydi derken bir ara şehir havası alayım dedim de, tepemde yarasa vınladı. Bir kurşun döktürmek lazım artık. Suya dökülen kurşun da fare şeklinde olur kesin. Şu mübarek günler yüzü suyu hürmetine artık başka bir hayvan hikayesi daha yazmak nasip olmasın, diye dua ediyorum. Yalnız izin verin, son olduğunu umduğum bir şey daha anlatayım.

Yaz başından beri salonda dolanan bir örümcek vardı. İnanamayacaksınız ama hiç dert etmedim. Böcek korkum yok çünkü. Gerekirse terlik marifetiyle cırt diye hallediyorum (cırt dedim de aklıma Ayşe teyze geldi; kulakları çınlasın, çarşafları cırtlasın). Ama yok, bu örümcek nedense sevdirdi kendini; "git kendini sevdirmeden" demeye kalmadı, şaak diye sevdim. Adını da "Spider-kid" koydum. Türkçe adı ise "Örümcan". Dişiyse de "Örümsu" olsun. Ara ara ortaya çıktıkça büyüdüğüne tanık olmak beni mutlu etti. Neyle beslenir bilmiyordum ama o kendini idare ediyordu. Ağ yapmak isterken biraz da ben tükürsem mi diye düşündüm. Çünkü biz küçükken post-it icat edilmemişti (buradan sonrası biraz mide bulandırıcı. Demedi demeyin, istemeyen, içi kaldırmayacak olan okumasın. Kıyamam ben size) Ben de not yazdığım kağıtları odamdaki gömme dolaba tükürükle yapıştırırdım. Valla çok planlı bir öğrenciydim ben. Yalnız şöyle bir sorun olurdu; planladığım iş bitip de, kağıdı almak istediğimde kağıt tümden çıkmazdı. Yağlı boyanın üzerinde bir miktar kağıt mutlaka kalırdı. Nasıl bir tükürükse artık benimki de. Ne zaman boya badana yapılacak olsa, boyacı kazımak zorunda kalırdı. Böyle bir kimyası olan tükürüğü evcil örümceğimiz ister miydi bilemem. (bu nasıl bir muhabbettir böyle??? a be kadın herkes senin gibi tükürüklü bir meslek mi yapıyor? hadi sen alışkınsın uzayan tükürüklere, şakır şakır akanlarına, bir türlü yutulamayanına ya da tükürülemeyenine.. ama herkes öyle mi?)
Buraya kadar zor dayandıysanız, okumamakta serbestsiniz.. Nasılsa anlamam :)))

Neyse...

Hayvanlar aleminden ufak ufak toplanıp, daha bol insanlı aleme dönme hazırlıklarındayken, anam bi baktım, örümcekciğimizin mahallinde bir süleymancık... Şimdi bunu herkes bilmiyor: kendisi sürüngen familyasından olup, minik boy kertenkeledir. Ten renginde olup, hızlı hareket eder. Tavanda yerçekimine inat düşmeden durur. Ve tabiyatıynen bendeniz bundan da ürkebilir. 
Gerçi eski cengaver yıllarımda kendilerinden bir tanesini, çocuklarımdan korumak adına faraşla kuyruğundan ayırmışlığım da olmuştu; ve o kuyruk da kendi başına zıplayıp durmuştu.. Ben çocukken babam da yapmıştı bunu ve asıl kertenkeleyi gözden kaybetmiştik.. sonra bir baktık kesilen kuyruk asıl bedenin ucundan rejenere olmuş yeniden uzamış.. ama ek gibi duruyordu, eğretiydi yani. Şık değildi.

Şimdi bu yeni peydahlanan süleymancık da pek bir atak çıktı. Zart diye yok oldu. Hadi dedim kediyi, köpeği, yarasayı pek güzel anlatmadım, bari buncaazı güzel anılarla bırakayım. Bir yandan da diyorum ki, ya bu vatandaş Örümcan'ı yerse?? Ya da Örümsu'yu. Buna hakim olmama imkan yoktu. Zira ikisi de kendilerini pek ortaya çıkarmıyorlardı. Onları Allah'a emanet etmekten başka çarem kalmamıştı.

Gel zaman, git zaman (bu da aslında yaklaşık iki günlük bir süredir), bir akşam eşim salonda Örümcan'ı görüp peşinden gidip, cırtlatmasın mı!!!!!!
Gözlerim çukurundan, aklım çanağından, ruhum canımdan, kelimelerim ağzımdan fırladı.
Ağır çekim bağırma konuşması: " Seennn neee yaaaptıııınnn?? Beeen ikiii aaaydııırr kolluyooordummm onuuu!! Gittiiiiiiiiiii, Örümmmcaaan gittiiii!!!"

Gidip bakamadım, alıp kaldıramadım, kara topraklara defnemedim... (ha bu arada ağır çekim bitmişti. Rahatlayın)
Kertenkelemize gelince, onu da birkaç kez ürkek bakışlarla aradım ama bulamadım. Belki de gitmiştir. Bütün kışı yalnız başına mı geçirir n'apar, n'eeder, ne yer ne içer bilmem. Salonda en son görüldüğü noktaya şişe kapağıyla su bıraktım. Biraz da imam bayıldı vardı; acık da tereyağlı pilav (yenisini yaptıydım da :p) "Bak annen senin için neler yaptı" diye gözyaşları içinde evden çıktım. 

(Bu fabl'da anlatılan olayların bir kısmı kurgu marifetiyle süslendirilmiş olup, karakterler gerçektir.)
La Fontene rahmet istedi. Amin.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

"E VALLAHİ PES ARTIK" diyenler parmak kaldırsın...

Ergenlerin cep telefonuna nasıl da yapışık yaşadıklarını, o telefondan çıkan mesaj seslerinin durmak bilmediğini çoğumuz biliyoruz. Bizim evde de iki tane ergen olduğu düşünülürse, evdeki radyasyon trafiği tahmin edilebilir. Ha evet insanın bazen ya durumu uygun olmuyor, ya da konuşası gelmiyor, veya karşıdaki uygun değilse, mesaj kaçınılmaz oluyor. Ama bu ergen milleti konuşarak birkaç dakikada çözülecek muhabbeti en az on mesaj yazarak çözmeye kalkınca, evin içinde sürekli mesaj sesleri konser veriyor. Konser diyorum çünkü seslerin de inanılmaz çeşitliliği var. Benim büyük boy ergenin yaz boyunca kullandığı ses bir kedi miyavlamasıydı. İlk duyduğumda kulakları dikip "hayırdır?" dediğimi bence artık herkes tahmin edebiliyor :))

Gündüz yemekleri yapıp bitirmiş, pilavı yemeğe yakın bir zamanda yapmaya niyetlenmiştim. Akşamüstü tereyağında şehriyeleri kavurmaya başlamış, yayılan mis kokuyla çocukluğuma geri dönmemiştim :)) Çünkü çocukluğuma geri dönebilmemin yolu kuyruk yağı kokusudur. Bunu kendime dert etmeyip, çocuklarımın ileride çocukluklarına geri dönmelerini sağlayacak kokular oluşturmaya çalışıyordum. Amma velakin o sırada evde ikisi de yoktu, fakat elleri kulaktaydı. E hadi neyse, bir dahaki pilav olayında evde zaptederim onları deyip, haşlanmış pirinçleri sudan geçirmek üzere lavaboya yöneldim. O sırada bizim malum kedi sesi duyuldu. Sen ben bi sevin bi sevin! Yaşasın en azından abi ergen koku hafızası olayına yetişti, dedim. Gözüm ön kapıya gitti (korkmayın ağır çekim yapmayacağım; iyi gelmiyor zira). Kimse yok. Bir daha, bir daha miyavlama. Ama bu miyavlamanın diksiyonu çok iyi! Yani baya baya miyav diyor yahu. Biliyor işi yani. Alışkın. Mesajdaki gibi sonuna doğru detone olmuyor, notalara iyi basıyor, yolu açık olsun.... derkennn...
Ağır çekimde yazmamak için kendimi zor tutuyorum, çünkü bu âna çok yakışacak. Yok yok yapmayacağım.
Arkama döndüm. Merdivenin son basamaklarını can havliyle inmekte olan bir kedi gördüm; bildiğin tekir (Tweety'nin kulakları çınlasın. Şimdi onu daha iyi anlıyorum). Yemişim pirinci dercesine elimden bıraktığım gibi mutfaktan fırladım.
Kedi eve sıkışıp kaldığının farkında ve çıkmak istiyor. E iyi de ne diye girdin kardeşim, madem çıkasın vardı? diye sormazlar mı kediye... Gitti ön kapının sinekliğinin dibinde resmen "lütfen aç da çıkayım" mealinde miyavlıyor. "Canım kedi, tatlı kedi, ne diye içeri giren kedi... Bak benim bu yaz kötü hayvansal anılarım oldu, artık senden bile ürküyorum. Yanına kadar gelip o kapıyı açamam ki ben. Ya kan emen bir köpeksen?" (Önceki iki hayvan hikayesinin çarpıcı karışımı diye buna denir herhalde). Allah'ım illede o kapıdan çıkmak istiyor ama ben yanına gidemiyorum. Arka kapıya gidip, sinekliğini açtım, kapının dışında kendimce sevimli olarak, "gel pisi pisi, gel pisi pisi" diye sürünüyorum. Bildiğim tek kedice, bu cümleden ibaret. Ama o türkçe bilmiyor (gel pisi pisi, hangi dilden sayılıyor bu durumda??) Daha sevimli olup parmaklarımla mizanseni destekleyip, gel pisi pisi hareketi yapıyorum. Bilirsiniz nasıldır.. Yok gelmiyor. "Ben bu kapıdan çıkmak için girdim eve" demediği kaldı. Hımmm o zaman B planı.
Evin dışından dolandım, gittim onun favorisi olan sinekliği parmağımın en ucuyla açtım. Bedenim ise neredeyse komşunun evinde. O derece mesafeli bir ilişki halindeyim yani. Ne bileyim canım belki laubalilikten hoşlanmıyordur di mi ama? Yoksa ben onu çoktaaan kucaklayıp beslemeye başlamıştım bile. Hatta beklese pilav bile yedirirdim (kediler pilav yer mi acaba?)
Kedi "ne acayip bir insansın sen ya" dercesine kapıdan çıktığı gibi karanlıkta kayboldu.. diyemem çünkü henüz aydınlıktı.

Ek işim itirafçılık benim.. Evet ben bir hayvankorkağım (buna animafobi demek istiyorum; şu anda kafadan attım). Çocukluğumu anlatabileceğim sağlam bir psikiyatrist, hipnozcu, NLP'ci, veteriner, kasap, barınak sahibi.. vs arıyorum.
Sonraki günlerde o kedi başka arkadaşlarının da alıp, bizim evin dibinde az dolanmadı. Ben kendime kızmakla, onları beslemek istemekle mücadele edip durdum. Bu yaştan sonra değişir miyim bilmem... Ama en azından değişene kadar, balkon kapısını açık bırakan delikanlı ergen sıkı bir şekilde tembihlendi tarafımdan: "Bir daha açık bırakırsan seni kedilere veririm" diye de pekiştirdim :)) Hayvanlardan korkuyorum ama çocuk eğitiminde üstüme yoktur :p
Sıcak davranamadım, bari mesleki olarak gönlünü alayım dediğim kedi .D

15 Ağustos 2011 Pazartesi

ALACAKARANLIK- İZMİR VERSİYONU

"Hava sıcak mı sıcak,
Ellerim yelpazede,
Bir türkü tutturmuşum,
Terliyorsun değil mi?" tarzında akşamla gece arası bir saatti. O sıcağa rağmen yine de, ortalama yarım saat arayla kendini hissettiren esintiye güvenip, kapıyı pencereyi dağıtıp, içeri gelen havayı bağrımıza basmışız. Klima açılsa da olur, açılmasa da gibisinden bir durum... Çünkü bir kere açıldı mı, kapandığı anda, tahammül edilesi bir sıcaklık bile olsa, ı ıhh yok, hayatta çekilmez oluyor. O yüzden de vaziyeti idare edebilirliğimize seviniyoruz. Bisiklete binilebilen köpekli coğrafyada da değiliz; şehir sınırlarındayız. E bu şekilde bunalmıyorsak, şanslıyız denecek bir durum yani.. Karşılıklı açılmış kapı-pencereler neyimize yetmiyor... Ayrıca ana-kız yalnızız evde... kız kıza parti veriyoruz.. ohhh şahane...

Salondaki boşları toplayayım diye (gönüllü garsonluk da yaparım ben), ayağa kalktığım anda sol tarafımda bir yerlerde bir karaltı hisseder gibi oldum. Döndüm baktım, bir şey  yok. Hipermetrop mikrobu kapmış gözlerim yanıldı herhal, deyip üzerinde durmadım. Tam mutfağa ilerliyordum ki, bu defa kızım "bu ne ya!" diye ünledi.

Ağır çekim başlasın:
Anne sehpadaki iki bardağa doğru eğilir. Ağır ağır konuşur (e ağır çekim dedim ya):
"Evvvlaaadıııım biir güün dee kenndiiiniizzz tooplasaaanıızzz şuuunlarııı. Buu sooon tooplaayışıııımmm." Kız biraz mahçup, biraz 'tabii tabii, kesin son' arası bir yüz ifadesi yapar. Göz kapakları yavaaş yavaaş açılır kapanır. Anne eğildiği yerden yukarı doğru yükselirken, solunda bir hareket oldu sanıp, o yöne döner. (Döneceğimiz yöne tam olarak dönmeden önce, dönerken göz kapaklarının kapalı olduğu bir an vardır hani. Bir deneyin bakın, gözler refleks olarak kapanıyor ve bunu ağır çekimde yapınca kapaklar normalden uzun süre kapalı kalıyor) Gözünü açtığında hiçbir şey göremedi. Gülümsedi geçti; 'hipermetrop'a yüklendi aklınca.Tam mutfağa doğru bir adım atmıştı ki, kızından "buu nee yaaa" diye bir ünleme geldiğini duydu. Anne, elindeki bardakları aldığı yere bıraktığı gibi evin antresine kaçmaya başlar. Kızına da "çaaabuukk buuuraayaa geelll" der.

Ay tamam ağır çekim burada bitsin. Hayal ederken bile daraldım.
Neyse...
Salonla antre arasındaki camlı kapının arkasına saklanıp evin semalarında neyin uçtuğunu anlamam çok kısa sürdü. Anladığım anda da elim ayağım kesildi. "Yahu bunlar eve girer miydi hiç?? Işığa gelenini de hiç duymamıştım. Sinek değil, böcek değil, kelebek değil, kuş değil... Hımm ama bu yavru.. herhalde henüz DNA'larına hakim olacak kıvama gelmedi.. Ya da kulakları sağır.. Ya da ses çıkaramıyor ki, geri gelen sese göre uçuşunu yönlendirsin." Bunları tabii tamamen içimden düşündüm; hem de hiç ağır çekimde falan değil. Jet hızıyla. İçimden, çünkü kızıma ne olduğunu söylersem ve ne kadar korktuğum anlaşılırsa, dünyaya yeni bir ödlek kazandırmak istemedim. Evet, bunu da hızla düşündüm. Kim bilir belki de yarasa korkulacak bir hayvan değildir, di mi ama?

Salonda bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola pike yaparak şaşkınlığını iyice kanıtlayan yavru yarasamız açık pencerenin ve kapının önüne bir santim yaklaşıp yaklaşıp, salona geri döndükçe yüreğimdeki katı sıvı bütün yağlar eriyordu. "Aman da ne güzel, hava fena değil bu akşamla gece arası saatte" diye mutlu olduğumuz anlar geride kalmıştı, çünkü hava akımı ara kapıyı kapatınca şak diye kesildi. Hem korkudan, hem de kapı kapandı diye  beni terler basmaya başladı. Kızımın terlemesinin ise tek nedeni esintiye ket vurulmasıydı. Bu nasıl çıkacak buradan, sorularıyla bekleşmeye başladık (zaten başlamıştık). Ben arka odadan aldığım bir sandalyeye, kızım da yere oturdu. Camın arkasında, yeni doğmuş yarasasını izleyen anne yarasa ile abla yarasa misali idik. Ama sevgiyle değil, ürkmüş gözlerle bakan... Ona bir isim aramak yerine, nasıl defolup gider diye düşünüyorduk. Uçanın kuş olduğunu sanan kızım rahattı. Ama benim içimde fırtınalar kopuyordu.
Öylece bakarken bakarken, aklıma ışığı kapatırsam çıkabileceği geldi. Gerçi salona giremiyordum ki gidip düğmeye basayım; düğme uzaktı. O zaman sigorta düğmelerini denemem gerekiyordu. Beş düğmenin bir tanesinde salonunkini yakaladık. Salon lambası ile televizyon sessizliğe ve karanlığa gömüldü. Durum daha da korkunç hale geldiyse de, başka çare yoktu. Sokaktan gelen hafif ışıkla içeride dolandığını kah görebildik, kah göremedik. Beş dakika sonra sigortayı tekrar açtım: lamba yandı, televizyon kendiliğinden açıldı. Umutların en büyüğü, duaların en yakarışlısıyla burnumuzu cama dayadık. Anaaam "Bat-kid" (yavru yarasanın filmlerdeki adı) hala uçuyordu. Hatta bazen cama yakın uçunca, olur da yüzünü görürüm diye gözlerimi kapadım. Pencerenin dibine geldikçe "hah çıkıyooor" naralarımız, "offf çıkmadı genee"lerle sönüyordu.
Aradan geçen onbeş yirmi dakika bana sanki bir saat gibi geldi. Bir daha salonumuza asla giremeyeceğimizi falan sanmaya başladım. Bir ara kapıcımıza seslenip yardımcı olmasını isteyeyim diye aklımdan geçtiyse de, onun Robert De Niro gibi ekşiyen yüzünü ve bitmek bilmeyen cümlelerini düşününce hemen vazgeçtim. Zaten gelseydi de, bir süre sonra o antreye bir sandalye daha çekmek zorunda kalacaktım; oturur izlerdi bizimle birlikte :))
Baktım olacak gibi değil. Sigortayı tekrar kapatıp, salonu karanlığa mahkum ettim ki dönemeemm... ay pardon aklım şarkıya gitti. Gittik arka tarafa yattık. Aklım yavrunun içerde attığı pikelerde... Ya eşyaları didiklerse.. ya bir şeyleri kırarsa.. ya asla çıkmazsa.. ya salonumu bir daha asla göremezsem: salonda kalan çantamın içinde anahtarlarım, cüzdanım, telefonum.. masanın üstünde bitmemiş kitabım.. sandığın içindeki fotoğraf albümlerimiz.. çocukların bebeklik videoları.. daha taksidi bitmemiş televizyonumuz.. büfenin içindeki güzel kadehlerimiz.. Aman Allah'ım meğer değerlerini hiç bilmemişim; insan kaybedince anlıyor (:p)

Cinnete girip yerimden fırladım. Aradan geçen on-onbeş dakika, göreceli olarak yine uzun gelmişti bana. Fazla bekledim hissiyle koridordan salona Bat-woman olarak uçtum. Sandalyeye çıkıp sigortayı yukarı kaldırdım. İnip, arkamı dönüp, camlı kapıya yaklaşmaya korkuyorum. Ya hala dolanıyorsa diye.

İndim, arkamı döndüm, kapıya yaklaştım, gözlerimi tam açmadan kısık olarak salona diktim. Yok.
"E tabii gözlerim kısık da ondan göremiyorum, gitmemiştir." Yok.
Gitmiş. "E daha kan içecektik ya, nereye gittin? Olmadı ice-blood içerdik serin serin."
Alışmıştık da... insana hüzün basıyor yahu... çok da şirindi kerata... evcil yarasası olan tek insan olacaktım.. ben ona tavşan kanı çay, az pişmiş kanlı et falan da yapardım.. tavana bir kanca asardık, oradan sallanırdı ne güzel.. kim bilir gece gece nerelere gitti?... ne yer ne içer?..

Zevzeklik bir yana çektiğim ohhhh ile karşıki dağlar yıkıldı. Kızım hâlâ onun bir kuş olduğunu sanıyor. Eğer bunu okursa, ne derim bilmiyorum :)) Diyecek şey mi kaldı? Bence kalmadı. E hadi bu "hayvan korkusu tefrikası-no.2" de burada bitsin o zaman.

9 Ağustos 2011 Salı

İTİRAF

Anladım ki, anlamak yetmiyor. Yaşamak lazımmış. Başa gelmeyince işin bendeki vahametini fark etmek imkansızmış. Hariçten gazel okumak safsataymış. Meğerse atıp tutuyor, ahkâm kesiyormuşum. Bir şekilde seviyorum sanmıştım. Zarar gelmez diye düşünmüştüm. Korkmanın âlemi yok zannediyordum. Birbirimize zarar vermedikçe mesafeli de dursak bir arada yaşar gideriz, diyordum. Bunca seveni varken benimle ne alıp veremediği olur ki, diyordum. Nasıl da aldanmışım...

Bir akşam bakkala gitmem gerekti. Bisiklete atladım. On metre falan sonra karşıma çıktı. Nasıl bağırıyor, nasıl hiddetli! Hişştt sakin ol, dedim. Tınlamadı bile, bas bas bağırıyor. İyi de ben n'aptım sana, diyorum içimden ama korktuğumu da belli etmiyorum. Hesapta benim kötü bir niyetim olmadığını anlamasını bekliyorum. Alt tarafı bakkala gidiyorum; ona karşı bir tavrım yok ki. Ha tamam çok fazla iletişimde de değiliz, ama durduk yere bu feveran niye? Bastım pedala, hızla uzaklaştım. Allah'tan koşmadı, yetişmek istemedi arkamdan. Derin bir ohh çektim. İçim rahatladı. Atlattım, dedim.
Ne mümkün! Dönüşte bu defa yanında bir tanesi daha. Birlikte bağırdıkları yetmiyormuş gibi, ben yol aldıkça dibimde koşuyorlar. Aha işte o anda korktuğumu anladılar ve sanki pis bir zevk aldılar bundan. Ya da bana öyle geldi. Bacağımı yakaladı yakalayacak, diye düşünürken, aynı anda da kendimi hastanede acil serviste hayal etmeye başladım. Hani hayatım film şeridi oldu, gözümün önünden geçti, denir ya... Bende tersi oldu: geçmiş değil, gelecek gözümün önünde filmden de gerçek olarak akıp gitmeye başladı. Alacağım hasarla aylarca, belki de ömür boyu nasıl da debeleneceğimi düşünür oldum. Aynı anda da "hişşştt, git rahat bırak beni" diyorum. Sonradan hatırladım bunu. Ben de bağırmaya başladım.
Bahçe kapısından girdiğim gibi sustular. Gürültüye bir komşum çıktı, ki bu hanımla araları çok iyi. "N'oldu Müge?" derken sesindeki suçluluğu hissedebilmeme şaşırıyorum, çünkü o sırada yüreğim değil ağzımda, ağzımdan da dışarı fırlamış elime düşmütü sanki. İlk saniyelerde sesim çıkmadı, çıkamadı. Ya da bana öyle geldi. Çünkü kalbimden ayrı, akciğerlerim de bir yerlere kaçmış da, nefesi alacak verecek organ kalmamıştı. Herhalde kalbimden kalan boşluğa seğirtmişti. Vardı bir anormallik ya çözemedim o an.

"Evcil mi, sokak köpeği mi olduğunu bir türlü çözemeyen bu köpekler bir gün birimize bir zarar verecekler ama bakalım ne zaman? Ben ne ilkim, ne de son bu şekilde rahatsız edilen! Kaçıncı vaka bu!!" diye çemkirirken sesimi tanıyamıyordum. Korkmakla sinirlenmek, kalbin atmazlığıyla ciğersiz kalmak arasında kararsız kalan bünyem, almış başını gidiyordu. "O an ağzımdan çıkanı kulağım duymadı" denen şey bana da olmuştu. Bu bir güç gösterisi değildi; çünkü kontrolsuz güce güç denmiyordu. Komşum tırsmış ve suçlu  bir halde sesini çıkaramadan evine geri girdi. Ben de bizim eve girdim; o an yapılacak en iyi şey oydu. O günlerde annemin bizde kalıyor olması çok iyi olmuştu; çünkü olayın üzerine bana hemen bir bardak su verdi. O olmasa kim akıl ederdi ki bunu... Damağımı da kaldırsa iyiydi ama telaştan akıl edemedik. Bir dahaki sefere unutmamalı bunu.

Evet itiraf ediyorum: Ben köpeklerden korkarım. Bazıları uzaktan çoook tatlı görünüyorlar ama çocukluğuma dair çok korktuğum bir başka köpek anım da olunca (gene kovalanmıştım hunharca), ömrü billah fobik yaşadım. Çocuklarım büyürken kendime hâkim olma rolleri kesip, onların da ürkek olmamasını sağlamaya çalıştıysam da, bu son olayla tüm planlarım fosladı, beş paralık oldum. Yalandan sevecenlik gösterilerim yatsıyı çoktan geçti (e bayağı bir zamandır durumu iyi idare etmiştim ne de olsa).
Halbuki çaba da harcadım korkmamak için.. Çivi çiviyi söker ya da korkunun üzerine git, diyerek bir takım girişimlerim de olmuştu: Çok eskiden: internet memlekete ilk geldiği yıllarda, güvenlik önlemi babındaki "gizli soru ve sorunun cevabı" diye sorulan yerlerde hep, "ilk köpeğinizin adı" sorusunu seçer, cevap olarak da "Bobi" yazardım. Bankalarda annemin kızlık soyadını sorduklarında "Bobi" derdim. Daha ne yapsaydım artık??

Komşumuz, siteye sardırdığı bu zavallı, bakıma muhtaç ama bir türlü ehlileşemeyen, koku alma sorunlarının olduğunu düşündüğüm (çünkü 2 senedir hiçbirimizi tanımıyorlar) dört köpeği, o anda boş olan evlerin balkonlarında beslemeye ve bağlamaya başladı. Bu yüzden boş evlerin sahiplerinin bahçelerindeki çiçekler talan olmakla kalmayıp, 'bizlere ömür' oldular. İnsanlar evlerine gelmeden, bahçıvan tutup, yeniden çiçekler diktirdi. Yani komşumuz çok doğa sever bir teyze. Ama insanlarla geçinemiyor n'aapsın... Sitede kavga etmediği pek kimse kalmamış, diyorlar. Neyse konumuz bu değil. Hatta asıl konumuz da bitsin artık.
Tüm köpek dostlarını ve gerçekten dost olan tüm köpekleri tenzi eder, bir sonraki hayvanlı yazıyı bekleyin, derim ;)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

KARNIM DOYMASA DA OLUR, YETER Kİ RUHUM DOYSUN


Neredeydim, n'apıyordum vs.lere pek giresim yok.. Meşguldüm ama mutluydum :) Blog'a yazayım dediğim şeyleri "hişşşt dur biraz daha bekle" diyerek itip kaktım; şimdi de onlar neydi unuttum, iyi mi... "Nasılsa daha yazamayacağım, vaktim yok" deyip köpek çekmişim, çekmez olaydım. Güzeldi de aklıma gelenler. Aklımda tek kalan bu, kalmaz olaydı. "Şimdi aklında başka şeyler var, onlara odaklan. Ha bu arada da patlıcan közlensin, çamaşırlar makinede döne dursun" dedim durdum, demez olaydım. O başka şeyler şimdi rölantiye girince, kaldım mı dımdızlak. "Kalmaz olaydım" diyemeyeceğim, çünkü henüz o süreç bitmedi. Biraz zaman geçsin, söz size, onu da diyeceğim. Ama nankörlüğün âlemi yok, diyorum ya meşguldüm ama mutluydum. "Olmaz olaydım" da demiyorum; denmez yahu.

Konu değişsin hemen.
İnsan mutfağı, yemeyi, yedirmeyi sevmeyince ne yapsa beğenmiyor, yeterli gelmiyor (o insan=ben). İçimdeki hisleri ben biliyorum ya, sanıyorum ki herkes biliyor. "Zaten sevmiyorsun, bak yemek kötü olmuş" ya da "bu kadarcık mı yaptın?" diyeceklermiş gibi geliyor. Ciddi bir özgüven sorunu yani. Öte yandan bu cümleleri sarfeden de çıkmıyor. O zaman da kibarlıklarından etmiyorlar, diye bir vesvese hali tepemden aşağı iniyor. Sanıyorum ki benden başka herkes mutfakta muhteşem. Şimdi aslında bana göre yaptıklarım kötü değil; sadece abartmayı sevmiyorum. Yemeğe misafir geleceğinde aklıma hep gayet sağlıklı yemekler geliyor. Başkalarının yaptığı gibi bin çeşit ve ağır yemekler yapmanın anlamsızlığına takılıyorum. Çünkü bana göre misafirliğin asıl özünde "ne güzel oldu bir araya geldik" olmalı ve muhabbete doyum olmamalı. İllede her saniye yiyilip içilmemeli. Mideler değil, ruhlar doymalı tıka basa. Üzerine soda içilmemeli, sadece çok mutlu olunmalı. Son ağırladığım arkadaş grubuna hazırlanırken de, sonrasında da değişmedi bu fikrim ve hissim.

Ne bana yardım eden bir yardımcım, ne kap kap destek çıkan annem (aslında çıkardı ama yaşlandı azizim), ne de hazır almaya izin veren bir Müge var benim cephede. Ama onlarda hepsi vardı (onlar=daha önce yemeğe davet eden arkadaşlarım). Haksızlık! E tabii serde kendini bu yaşında bile kanıtlamaya çalışan bir insan var ya burada (o insan=ben)... Ağdalı sofraları sevmememi tembellik etme meyilime yormasınlar diye bir çabadır gidiyor. Altta kalmamak ile abartmamak arasında helâk oluyorum.
Yemeğe gittiğimiz evlerde ev sahibesinin durmaksızın hizmette olmasına kahroluyorum. Masterchef ile Yemekteyiz arası bir  yarışmacı ruhu... "Bize geldiklerinde ben nasıl altından kalkarım, böyle bir sofranın" korkusu oldukça az bende. Ama abi nedir o çerkez gelini gibi neredeyse hiç oturmadan servise amade olmak hali! Diyorum ya, bir araya gelmenin amacı bu değil, bence. Ben bize misafir geldiğinde her şeyi bir anda sofraya koyarım, sıcak hariç; ki ben de muhabbetin tadına varayım diye. O âna kadar deliler gibi koştururum, her şeyi bitirip huzura ererim. Zaten zor toplanılıyor, herkes meşgul. Ama başkaları süüüürekli yeni bir şey çıkarıp durur.
Bir de ben çok çabuk doyan biri olarak, kimselerin benim gibi olmadığını, bir türlü onları doyuramayacağımı falan sanırım. Yahu bir de hepimiz elliye ya merdiven dayamışız, ya da o basamaklar bitmiş; ne diye hâlâ kolesterolü, tansiyonu, nabzı, kiloyu fiştekleyecek yiyeceklere gark olunur ki...

Yok anacım, bitmez benim lafım. Yaptığım dokuz çeşit soğukla ve bir çeşit sıcakla doymuyorlarsa havlu atıyorum. "Doymadık" diyen çıkmıyor, çıkmadı, çıkıyorsa da, çıkışta sarımsaklı yoğurtlu semer dağıtırım artık. Halbuki bir balık, bir salata neyimize yetmez...

Türk insanı yemeyi seviyor. Ben Türk değil miyim acaba?

23 Mayıs 2011 Pazartesi

TANI: YAŞ ŞİZOFRENİ



İlk kez yaşımı fark ettiren zamanlar yaşadım, yaşıyorum. En önemli göstergeler de daha fazla sabır, daha fazla anlayış, üzerinde durmamak, tepki verilecek ya da verilmeyecek konuların değişmesi… Kenardan gülümseyerek izlemelere başladım. İzlediğim hararetli devinimlerin özneleri, gençlik ateşi ya da olgunlaşamayan yaş almış beyinler. Hararetten ateşe geçiş emarelerini hissettiğim andaki müdahalelerimle gereksiz provokasyon ve hamlelere engel olur oldum. Yeri geldi, alevin altına bir nefes de ben verdim. Yani duyarsızlaşmadım ama duruldum. Enerjinin (ruhsal ve bedensel) boşa harcanmaması gerektiğinin ve gitgide azalacağının bilincine vardım belki de. Genç kanlar doğal olarak enerji kaygısında değiller, ben de değildim. Zaman zaman hâlâ da değilim. Yaş almak bu oluyor işte. Bu olgunluğa ve deneyime ulaşmak büyük bir lüks.

Öte yandan sadece “nüfus” denen PVC’li kağıt parçasının eskidiğini düşünüyorum; sadece tarih eskiyor, ben değil. Yaşıma dair kanı ve inançlara uymadığımın da farkındayım. Bunlara ters düştüğümün, içimden tersinin geldiğinin de.. Ve aslında bir anlamda “tek yaş”ın insanı olmadığımı gözlüyorum. İçimde farklı farklı bir sürü yaş ve dönemini barındırdığımı görüyorum. O anda hangi yaştan biriyleysem, o yaşın insanı oluyorum. Birilerinin olması da gerekmiyor bunu yaşamak için... Ama hiçbir yaş, kendi yaşım da dahil, beni kendine sıkı sıkıya bağlayamıyor. Her birinden aldığım tatlar, boğazımı yakmadan yaşanıyor; sonra diğer bir yaşa geçiyorum. Çünkü hiçbir yaşa ait değilim sanki. Şizofrenik yaş geçişleri sanki... Her biri küçük mezeler gibi lezzetli, keyifli ve tadımlık. Tekrar önüme geldiğinde zevkle yaşanmaya hazır. Tadı damakta kaldıkça, yeniden sofrada görmeye değiyor.

Tekrar 20’li, 30’lu yaşlarda olmak ister miydim? Hayır, gerçekten de hayır. Bu lüksün tadını çıkarmak varken, niye? Belki de hak ettiği kadar yaşadım diye istemiyorum. Bilmiyorum ve aslında sanmıyorum da… Yine de “ruh ve beden sağlığım benimle olduğu sürece yaşlar arasında sörf yapmanın hiç bitmeyeceği, etrafımda sevdiklerimin ve sevenlerimin olduğu bir ömür”den başka bir şey istemiyorum. Birileri bu "yaş şizofreni" tadındaki hallerime fren yaptırıp, coşkumu kırmadıkça...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

VAR MI CEVAP VERECEK OLAN?


Yerli yabancı bir sürü sitcom seyreder dururum yıllardır. Her ne kadar artık düzenli olarak izlediğim sitcom kalmadıysa da, hâlâ yayında olan yeni ya da eski birçoğunun genel gidişatını iyi kötü bilirim. Gerçi bizdeki sitcom'lar, uluslararası normlara uygun sürelerde değiller. Yabancı sitcom'ların süresi 20 dk ile 30 dk arasındayken, bizimkilerin 90 dk.yı bulanları da var. Dramatik dizilerin bile 90 dk. olması hem izleyiciyi, hem de diziye emek verenleri yorarken, sitcom'ların bu kadar uzun olmasını anlamak hepten zor. Her hafta bir sinema filmi çeker gibi... Yayıncı ve yapımcıların (her işin sonunda en çok teşekkür edilen güruh) seyircinin dikkatini 90 dk. üzerlerinde tutma çabası mı, "ne kadar uzun olursa o kadar çok reklam geliri elde edilir"vari bir yaklaşım mı, ya da "kısa olursa seyredilmez" endişesi mi var acaba? Az ilaç yazan doktora güvenmeyen bir milletiz ya, acaba bu da onun gibi bir şey mi? Ama öte yandan "1 Kadın, 1 Erkek" gibi bir örnek de var. Kısa olmasına karşın seyirciyi kendine zevkle bağlamış durumda. Demek ki aslında içeriktir önemli olan (şahsen yani).

Benim sitcom denince aklıma ilk gelenler "Seinfeld, Friends, Coupling, Married with Children" gibi yabancı olanlar. Uzun süreler boyunca dikkati hiç dağıtmadan seyirciyi eğlendirmiş işler bunlar. Friends biteli yıllar geçmesine karşın, tekrarlarını izlemekten hâlâ büyük zevk alırım. Ve yine de izlememiş olduğum bir bölüm mutlaka çıkar. Türk yapımlardan ise "Avrupa Yakası". Gerçi o da sonradan iyice uzun sürelere ulaşmıştı. Şikayetçi değildik doğrusu. Onun da tekrarlarından sıkılmıyorum, ki tekrar izlemekten pek de hoşlanmam. Demem o ki, içeriğin zekice tasarlanması ve fark edemediğimiz ama çok da iyi bildiğimiz ayrıntıların yakalanıp kurgulanması, asıl önemli olan unsur sanırım. Ayrıca oyuncuların kattıkları... Kağıt üstünde belki de çok fazla parlak görünmeyen replikler, başarılı ve kendinden katabilen oyunculuklarla, yıldız gibi parlak hale gelebiliyor.


İki gün önce gazetede bir yazı okudum. Yeni başlayan bir yerli sitcom'u eleştiriyordu: "gene aile halleri... gene anne, baba, çocuklar... çocukları üzerine kurdukları hayâlleri gerçekleşsin isteyen ebeveynler ve bunlara uymak istemeyen gençler... bu dizide oynayan şu şu başarılı isimler bile bu diziyi kurtaramaz" minvalinde eleştiriler.
"Avrupa Yakası, En Son Babalar Duyar, Türk Malı, Benim Annem Bir Melek, Çocuklar Duymasın", yenilerde de "Başrolde Aşk, Babam Sağolsun" hemen ilk aklıma gelenler. Hepsi de temelde aile odaklı. İşyeri ya da eğlence olan mekânları da destekleyici yan odaklar. Başarı düzeyleri eşit olmasa da, adından söz ettirmiş diziler. Ha bunların hepsini de bitimsiz bir zevkle izlediğimi söyleyemem. Ortak noktaları nedir? Hepsinde düzgün bir anne-baba figürü (Türk Malı hariç ama toplum normalarına aykırılık yoktu yine de); iyi bir öğrenci ya da iş sahibi olan/olmaya çalışan çocuklar (yani tu kaka diyebileceğimiz karakterler yaratılmıyor genelde); komşuluk ya da arkadaşlıklar. Hiçbirinde Friends'te olduğu gibi bekâr insanların başından geçen durumlar yok. "Türkiye bunlara hazır değil" mi deniyor? İyi de niye bunca yıldır bunca seveni var bu dizinin? 

Varmak istediğim yer şu: Nasıl bir sitcom olsa zevkle izlerdik? Toplumumuzun ya da RTÜK'ün baş parmağını sallamadığı nasıl bir kurgu olsa, televizyonun başından kalkmak istemezdik? Hadi diyelim ki gene aile odaklı olsun, raconu bozmayalım: nasıl bir anne/baba, nasıl çocuklar vs vs olsa, "evet yaa işte farklı bir çizgi, farklı bir yaklaşım" derdik?

Evet, gerçekten merak ediyorum :)

10 Mayıs 2011 Salı

HAVASINAA SUYUNA...


Bir başka "au revoir" yazısıyla karşınızdayım. Bu defa olay benim cephemde göz yaşıyla değil, oleyyy'lerle bitti. Kızımı karşımda gördüğüm anda, sağ salim kavuşma sevincime ilaveten, onun yüzündeki mutluluğu gördüğüme sevindiğimi de hatırlıyorum şu an. "Öfff gene döndük buraya" diyenleri de gördüm zamanında; ailelerine de, kendilerine de hayatı zehir etmişlerdi. Çünkü bu türden işlerde, "kültür şoku"nun olumlu anlamda yaşanması çok önemlidir. Özünü, kökünü, süregelen yaşamını beğenmeme, sürekli eleştirme, tu kaka deme riski taşır. Bu bilinçle kızımızın hamurunu kulak memesi kıvamında tutarak, aynı kulağa çaktırmadan bu bağlamda sözler de yerleştirerek yollamıştık.

Dönüş yolculuğu başlarken herkesi hüzün basmış. Gözleri sadece doldurmakla kalmayıp, hüngür hüngür ağlayan frenk bir kız varmış. Ah kıyamam acaba bizim oğlanlardan birine abayı mı yaktı, diye düşünmedim değil. Tekrar bir araya gelme sözleri verilmiş doğal olarak. Alana gitmek üzere binilen otobüsten eller kollar sallana sallana helak olunmuş. Amaaa daha 15 dakika geçmeden otobüsün makarası geri gelmiş (Pascal giderken gözyaşlarından kırılan ikoncanların, yarım saat sonra göbek atması gibi). Üç saatlik yolculukta paralarına kıyamayan gençlerimizin yanına meğer kumanya vermişler; en azından bizim frenk anne vermiş diyeyim aslında. Mutfağı gayet iyi bir anneymiş. Ama memlekette tuz kullanılmıyormuş. Her şey tuzsuz olmakla kalmayıp, evde tuz bile yokmuş. Çocuklar tuuuuz diye geri döndüler. Burada da bu uygulamanın başlayacağı duyumlarını almıştım; ama nasıl dayanır bu ülkenin "daha yemeği tatmadan tuz döken insanı" buna?

Kızıma, frenk annenin evde dört çocukla, ayrıca bir tanesi bebek,  işe güce nasıl yetiştiğini sordum. "Anne, temizlik diye bir şey yok ki.. Her yer örümcek ağı içinde, küvette bile örümcekler geziniyor. Börtü böceğe iyice alışıp döndüm" dedi. Hımmm ilginç, diyerek dedikoduya son veriyorum.

Benim de yurtdışına gidince özlediğim bir şeyi kızım da özleyerek döndü: trafik karmaşası! Evet evet, aynen bu. Ay bana fenalıklar basıyor, öyle monoton yaşayan, her kurala uyan trafik yaşamından. En ufak bir adrenalin yok, stres yok. Sokağa çıkınca bu stres beni canlı ve enerjik tutuyor vallahi. Ha belki de İzmir'de yaşıyor olmanın bir ayrıcalığıdır bu, ama yok daralıyorum o düzenden.

Orada sokaklarda dolanırlarken bir Türk kebapçısına denk gelmişler. Yurdum insanı çocuklara kola, fanta falan ikram etmiş hemen. Nereye gitsek buluruz birbirimizi :) Bizimkilerin geçici olarak gelmiş olmasına özenip, memleket hasretinden dem vurmuşlar :(

Sonuç olarak bizim ergen çok güzel anılarla kollarımıza geri döndü. Kendine kattıkları yanına kâr.. Hepimizde tatlı bir gülümseme, sorunsuz bitmesinden dolayı müteşekkir huzurla yattık. Yorgun olur sanıp bugün gitmez diyorduk ama ne mümkün; sabah zıp zıp gitti okuluna. Okuldan geldiğinde bir tencere kuru fasulye ve pilav onu bekliyor olacak. Hem de tuzu gaaayet yerinde :)

Evladıma evini ve kalbini açan frenk aileye, tüm bunların yaşanmasına aracı olan sevgili hocamıza, bahçesinde kamp yaptırtan frenk hocaya, kola fanta ikram eden Türklere, uçakları güzel güzel kullanan pilotlara, biletlerde bir yolunu bulup gruba fiyat indirimi yapan acenta görevlisine, interneti ve Skype'ı icat eden Allah'ın kullarına teşekkürlerimi bol kepçeden sunarım.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

SURVIVOR= TÜRKLER FRENKLER


Ömründe ilk kez kamp yapmaya gitti. Kamp âdeti de pek kalmadı ki anacım. Orada sık sık yapılan bir şey olsa gerek ki, herkes çadırlarını ve uyku tulumlarını zorlanmadan ayarlamış. Gece serin olabilir diye de kalın bir şeyler alması tembihlenmişti, ama o zaten alarak gitmiş (aferin evladım; eminim zaten benim sesimi duya duya hazırlamıştır çantasını :D).

Şato gibi evden yaklaşık yüz metre ötedeki alanda kurmuşlar çadırlarını. Altı tane çadır olmuş. Akşam yemeği için de şato-evin mutfağını kullanmışlar. "Ev koskocamandı ama mutfak düdük gibiydi; onca insan ıkış tıkış makarna yapmaya çalıştık" derken kıs kıs gülüyordu. Zaten ne yendiğinin önemi yoktur; o arada yaşananların makarası önemlidir değil mi? En sevmediğiniz yemeği bile seversiniz, yanınızdaki insanlarla keyfiniz yerindeyse, ortamdan mutluysanız. Yani orada zeytinyağlı enginar bile yiyebilirdi bizim kız; ki evde hayatta ağzına koymaz.

Kamp yapmanın raconundandır: ateş yakılmış, gitar çalınıp şarkılar söylenmiş. Frenkler kendi şarkılarını, bizimkiler kendilerininkini vur patlatıp çal oynatmışlar. Sabaha karşı 3:30 gibi yatmaya niyet etmişler. Kim nerede yatacak konusunda azıcık leyla olmuşlar sanki; çünkü bizimkiler üç kişilik çadırda altı kişi büzüşmüşler. Beş kişi yanyana, bir kişi de onların ayak ucuna tarzında balık istifi. Ama ne eğlence! "Sen yayıldın, git acık.. Ayağın burnuma girdi, çek.. Battaniyeyi amma da çektin üzerine, bana da ver biraz..(Taş fırın erkeği Haluk tavrı)" itişmeleriyle yalap şap bir uyku uyumuşlar. Ve fakat şikayet var mı?? Yoook :))
Bu altı kişinin hepsi bizim memleketin çocuklarıymış. Bizim frenk açık havada yatmak istemiş (Survivor Taner'in frenk versiyonu). Bir başka çadır neredeyse boş kalmış, sabah fark etmişler. Ve fakat kimin umrunda?? Hiç kimsenin :)) Gel de bunu bu yaşta yap.. Ne mümkün! Kişi sayısını çadır sayısına gaayet eşit olarak bölme işlemi yaptıktan, herkese mebzul miktarda metrekare oluştuğundan emin olduktan sonra yatmaz mıydık? (Survivor Asena ruhu). Gençlik ne güzel bir şey: önceden hesap etmeden geldiği gibi yaşamak. Bazen sorumsuz olmak ne güzel bir şey: sonuçlarını düşünmeden bodoslama dalmak. Aslında bu da insana sorumlu davranmayı ya da nasıl desem önceden plan yapmayı öğretmez mi zaten? Eksik gedikleri yaşamanın ardından bir sonraki deneyimde ona göre hareket etmeyi? Sobaya değmenin sonuçlarını yaşamadan onun sıcak olduğunu öğrenmek pek de etkili olmuyor her zaman. O kampta büyüklerden biri gelip de, "sen sen sen şu çadıra, sizler diğerine" diye komutanlık yapsaydı, eğlencesi kalır mıydı işin? Akılda kalan ilk şey sustalı maymun gibi dizilip bir güzel uyku çekmenin sevimsizliği olurdu.
Hocalar şatoda kalıp, pek de karışmamışlar anlaşılan; iyi de etmişler (Survivor'ın ağası Acun tutumu).

Dördüncü Skype konuşmamızı kamptan döndükten sonra istedi. Yorgun ama neşeli görünüyordu. Duş yapıp rahatlamışlardı ve o akşam da bir konsere gideceklerdi. O yüzden fazla lafa tutmadık, dinlenmek ister diye kısa kestik. Yalnız o arada aktardığı bir bilgi ile hafiften ilk irkilmemizi yaşadık: bizim frenk kamp süresince bol bol sigara tüttürmüş. Buradayken de duymuştuk, ama bu kadar içtiğini bilmiyorduk. Hımm deyip fazla yorum yapmadan konuyu bitirdik.

Beşinci ve son Skype seansımızı da dün talep etti. Bizim ergen de anası gibi çalçene olduğundan, eve gelmesine az bir süre kalmış olmasına rağmen bir an önce tıkır tıkır anlatası geliyor. Görüşmelerin hiçbirini biz teklif etmedik; serbest bıraktık. Kendini her gününün hesabını verir gibi hissetsin istemedik. Dilediğince yaşasın, ama sadece iyi olduğunu bilelim istedik. Allah bu teknolojiyi icat edenden razı olsun, hasret çekenler için gerçekten büyük nimet! 1981'de kendim A.B.D.ye bir seneliğine gittiğimde, tek araç mektuplaşmak idi. Ne bilgisayarlar vardı, ne internet. Her Pazar günü 9-10 sayfalık mektuplar yazardım, fotoğraflar yollardım, kasete sesimi doldurup gönderirdim. Hepsini de annemle babam huzurlu olsun, beni merak etmesinler diye zevkle yapardım. Arada da nadiren telefonla konuşurduk. Her konuşmada annem telefona gittikçe daha bir yaklaşıp, sanki bana değecekmiş gibi eğilirmiş yazık :)

Konser pek açmamış. Hatta ikinci irkilme olayımızı da bunda yaşadık: bizim frenk bir kız arkadaşıyla (ki o da bizim Türklerden birinin frenki) ortadan bir yok olmuş, bizim iki Türk kalakalmışlar gece sonunda. Herkes gitmiş, bizimkiler bekliyorlar frenkleri gelsinler diye. Gözleri dolu dolu bekleşirlerken, sefacılar kafalar çakırkeyf bir vaziyette çıkagelmişler. Bizimkilerden yedikleri zılgıtla hemen babaları arayıp gelip alınmalarını istetmişler. Bu yüzden kızın tepesi atıktı ama belli etmedi fazla. Gençlik işte, olacak tabii böyle şeyler de. Bu tür olaylar sadece orası Avrupa diye yaşanmıyor haliyle.

İki gecelik uykusuzluğun üzerine dün öğlene kadar uyumuş. O arada frenkimiz, Türkçe olarak benim Anneler Günü'mü kutladı sağolsun. Ben de ağız dolusu merci boku'yu birkaç kez söylemekten öteye gidemedim ama kızıma benim için ona sarılmasını istedim, sarıldı.
Kızımız hem burayı ve bizi özlediğini ve gelmek istediğini, hem de Fransızcaya iyice adapte olduğundan gelmeyesinin de olduğunu söyledi. Böyledir zaten bu işler, tam tadına varırsın dönme zamanı gelir :) Hele de böyle kısa süreli olunca (neydiii?? Alt tarafı on günlük bir şeydi, değil mi?) Gel kız buraya :)))

Bugün dönüyorlar... Artık nerede olduğu bilinen havaalanından bizim saatimizle 15:10'da uçuyorlar. İstanbul aktarması sonrasında, gece 23:00 gibi evde olur. Bana da akşamdan ıslattığım kuru fasulyeyi pişirmek düşüyor artık. O saatte yiyeceğinden değil, ama istedi ya duramam ki yapmadan.. Yarın yer artık. Bak bir gelsin, nasıl öpeceğim onu... "Oğlumu verin banaaa" diye yırtınan Hürrem halt edecek yanımda :)))

6 Mayıs 2011 Cuma

ALT TARAFI ON GÜNLÜK BİR ŞEY...


Bizim ergen her sabah 7:30da kalkıp, 8:00de evden çıkar. Amma velakin frenk evinde kalkış 6:30 imiş. Evden çıkma vakti de 7:30. Bu 1 saat içinde bizim frenk hazırlanıyormuş; bizdeyken hiç öyle yavaş değildi yahu. Belki de bizim bu işe ayırdığımız yarım saate uyum sağlamak zorunda kalmıştı; ne bilelim biz böyle olduğunu. "Anne ya, 1 saatte mıymıy hazırlanıyor, ben de mecburen kalkıyorum artık. Ama uykudan da yıkılıyorum" diyor :) Ben çocuklarımın her şikayetine kulak asan, "aman da aman" diyerek ilk şikayette çözüm üretmeye çalışan bir tavuk anne olmadım hiç. Öncelikle kendilerinin çözüm üretmesi ve/veya üretmeye gerek olup olmadığına kendilerinin karar vermesi için vakit tanıyıp, problem devam ederse, ve aslında gerçekten de problem ise, o zaman müdahale etmeyi seçmişimdir. Kısacası anne ya da babaya bağımlı kalmadan büyümelerini istemişimdir. O yüzden de bu şikayete hiiiç kulak asmadım. "Ay vah vah çocuğum uykusuz kalıyor, ah ah beklemek zorunda oluyor, aman kızım sen de söyle hemen derdini..." tarzında önerim olmadı. Ayrıca alt tarafı 10 günlük bir şey... Kalender olmayı ve uyum sağlamayı da öğrenmeliler. (Sert mi kaçtı ne?)

Okulun ilk günü girdiği bir coğrafya dersinde haliyle bolca soruyla karşılaşmış. Genelde Türkiye'ye, özelde kendine dair soruları cevaplamış. Bizim sistemimizle farklılıklardan bir tanesi ders saatleri imiş. Bizde 45 dakika, onlarda 50 dakika. Frenk hoca da kendi saatlerinin çokluğunun iyiliğini vurgulayınca, bizimki ı ıhh dediği anda, sınıftaki bütün frenkler "eveeet eveet" diye desteklemişler (pardon aslında oui oui demişler :pp) Yani gördüğünüz üzere ey blog halkı, öğrenci her yerde öğrenci: 5 dakika bile nasıl da değerli olabiliyor değil mi :)
Daha sonraki derslerde içleri kıyılmış tabii hafiften. Her daim Fransızca'ya ya da yabancı dile alışmak biraz zaman alacaktır haliyle. Beyin yoruluyor. Dolayısıyla sıkılmış biraz. E tabii ben bunu da dert etmedim. Ayrıca alt tarafı 10 günlük bir şey.. Sabırlı olmayı ve farklılıkları da öğrenmeliler.

İlk gecesinden sonraki üç akşam yarımşar saatten 3 kez Skype ile görüştük. Kaldığı odayı, ki frenkimizle paylaşıyor, gördük. Evin kedisini gördük. Baba hariç tüm ev halkıyla selamlaştık, karşılıklı merci boku'laştık. Bebeği de gördük tabii. "Tulumda ayaklarını görsem ya" deyince, anne bebeği zart diye soyuvermez mi! :) Çok şekerdi. Ayrıca el emeği, göz nuru anneanne örgülerine tapmışlar.
Dün akşam sadece mailleştik. Nerelerde gezdirdilerse artık, ayaklarımı hissetmiyorum ama keyfim yerinde demiş. Ki ben aslında her gün haber beklememeye hazırlamıştım kendimi. Sağolsun haber veriyor. Bu akşam da kamp yapacakları için yine görüşemeyiz. Ayrıca alt tarafı 10 günlük bir şey.. Kendi başına kalmayı ve ebeveynler olarak her dakikasının hesabını istememeyi öğrenmeliyiz..

Mailde, blog'uma bir göz atmasını istemiştim, vakit bulursa. Okumuş.. Kendi hikayesini hafif matrak bir dille okuyunca çok gülmüş. En çok da uçaktaki hallerini anlatışıma. Skype'dan konuşurken ben bir yandan da not alıyordum. Hatta ona da söyledim, mümkün olduğunca bir şeyler anlat ki yazabileyim diye. Konuşurken "anne bak şunu da yaz, bunu da anlat" diye bir de bana not aldırdı :) Hepinizin ellerinden öpüyor (yalaannn :D)

Öğle yemeğini okuldan yemiyorlarmış. Okulda mı yok, ya da olsa da yenesi şeyler mi değil, bilmiyoruz henüz. O nedenle de her gün frenk annemiz, çocuklara sandviç yapıp veriyormuş. Öyle de çok yapıyormuş ki, bizim kız bitiremeden dönüyormuş. Kızımın şaşkınlıklarından biri, frenklerin feci yemek yemeleri. Bu bağlamda kızıma, dört çocuğun üstüne bir de benimki gitti diye, aman sakın anneyi yormamasını söyledim. "Anne zaten kadınceğiz bitap görünüyor; sanırım bebek çok yoruyor onu" dedi. Anlaşılan bizim ergen yormuyor onu.. Neyse zaten alt tarafı 10 günlük bir şey.. (bu noktada bir şey öğrenilmesi gerekmiyor kanımca)

SON DAKİKA haberi (sms marifetiyle): Kamp yerine gitmişler. Çadırları kurmuşlar. Birazdan grubu için sofra hazırlayacakmış. Bu arada kamp yaptıkları alan, buraya gelen frenk hocalardan birinin (ki kendisi hamam sefasına mest olmuştu hatırlarsanız) evinin bahçesiymiş. Evi şato gibiymiş, bahçesi de çok geniş. 20 çocuğun kamp yapabileceği bir alan. O da sağolsun bu fırsatı yarattığı için. Kızımın bir de siparişi var: geldiği zaman kuru fasulye istiyor: yurdum yemeği demeyi de ihmal etmemiş :)) (ya bu kız gitmeden önce de iki kez kuru istemişti ve yapmıştım. Niye takıldı buna bu kadar acaba?)

Çocuklarımız sağ salim ve mutlu dönsünler diye Zekeriya sofrası adasam mı diyorum. Adağımı yaparken de tüm frenkleri davet mi etsem ne? :)

5 Mayıs 2011 Perşembe

KIZ İYİ YERE GİTTİ :)



Valla çocuk neredeyse dönecek, ben hâlâ uçağı bile kaldıramadım blog'ta :) =
Öpücükler, agucuklar, gugucuklarla çocukları yolladık.
Önce İstanbul'a, sonra St. Etienne'e indiler.
Uçuşlar sorunsuz geçti.
Diyerek derleyip toplasam kızmazsınız değil mi?

Uçakta her şeyin ücretli olması yüzünden yanlarındaki euroları harcamaya kıyamayan ergen takımı, yanlarındaki kek, poğaça ve börekleri bin parçaya bölerek ve kısıtlı sayıda su satın alarak üç saatlik uçuşu bitirmişler :) Yerli malı Türk'ün malı düsturuyla çıktıkları bu kutsal vazifede, sanki hıdrellez pikniği havası estirmişler. Bileydim bir kuru köfte, ya da ne bileyim yaprak sarma falan koyar yollardım yanında. Oralarda yapabilecekleri alışverişten kısacaklarına sudan ve yemekten kısan tüketim gençliği, aç bilaç Fransa'ya inmişler. Hayret bir şey yani! Gerçi bundan da eğlenecek ve anı deposuna koyacak deneyimler yaşamış olduklarını öğrenince, artık ses etmedik. "Anne, sanki Survivor'dakiler gibiydik" deyince biz de kopçaları koyverdik haliyle. Bu yüzden de frenk evindeki ilk yemeğinde sunulan krepleri, bizim kızın yalamadan yuttuğunu gören frenk annede "yandık, bu çocuk Somali'den mi geldi acaba" sorusunun ampulü yanmıştır zannımca.

Uçağın inmesine yakın yukarıdan gördükleri muazzam yeşillik ve kuzular, bizim kuzuları mest etmiş. Ne de olsa şehir çocuğu bunlar ve pek fazla yeşillikle ya da ahır/kümes hayvanıyla muhatap değiller. İndikten sonra da yaklaşık iki saatlik bir otobüs yolculukları olmuş. Kalacakları yere fazla yakın olmadığından ve de küçük bir havaalanı olduğundan olsa gerek, frenk hocalar alanın varlığından da haberdar değillerdi biliyorsunuz.
Yola koyulunca da yeşil denizin içine düşmüşler. Fakat aldığımız duyumlara göre, yeşillik o kadar yoğunmuş ki, bir süre sonra gözleri yeşile karşı renk körü olmaya başlamış. Ne yapsın yavrucaklar, alışkın değiller. Daha da bir süre sonra ise, görüntüde yeşilden başka bir şey görmedikçe, aynı yerde dönüp durdukları endişesine kapılmışlar :)) "Yetti bu kadar doğa" diyecek kadar zehirlenmişler ya da alerjik tepki vermişler garibanlar. Bu sırada biz tabii ki sürekli telefon başındayız, her adımın müjdesini bekliyoruz. O nedenle de mailime falan bakmamışım. Meğerse benim frenk bana oradan mesaj atmış: şimdi almaya gidiyoruz.. şimdi aldık.. şu an evdeyiz.. diye. Mesajları gördüğüm an onu öpesim, sarılasım geldi (bknz: Kasım ayı yazılarımdaki öpme-sarılma hallerim).

Sonuç olarak sağ salim vardığı evde, bizim tatlı frenkimizin annesi de, babası da, kardeşleri de kendi gibi tatlı çıktılar. Babası şehir dışında itfaiyeci olarak çalışıyor, o nedenle sadece bir gün görüşebildiler (acaba adam dağ tepesinde bir kulübede gözcü mü?). Anne hemşireydi, ama doğum izninde olduğundan evde. 20'lik ağabeyin, aynen kendi 18'lik ağabeyine benzediğini söylüyor; çünkü o da durduk yere kendini yere atıp mekik falan çekiyormuş :) 12'lik erkek kardeş ise arada dans ediyormuş. 3 aylık bebek ise zaten "dünya bebek dili"ni kullanma döneminde olduğundan ekstra bir iletişim gerektirmiyor.

İlk günün dil adaptasyonu stresini, babanın İngilizce de bilmesiyle yumuşak geçişle atlatan kızımız, her şeyin harika başladığını yazdığı cep mesajıyla, başımızı huzurla yastıklarımıza koymamızı sağladı.
Yalnız anladığımız şu ki, bu frenk ailesi, aile olmayı seven, aile kavramına saygılı ve çocuklarına sarılan bir aile. Helal süt emmişler valla, diye pek bir rahatladık :) Daha ne isteriz...

3 Mayıs 2011 Salı

ALLAH ANALI BABALI...

Bizim kız gitmeden önce "ne hediye alsak" muhabbetleri ettik tabii ki. Ama frenk bizdeyken hem kendi istediği, hem de biz zaten 'alalım da yanında götürsün' dediğimiz için, malum Türk mallarını kendisine sunmuştuk: lokum, nazar boncuğu, Türk kahvesi ve çayı vs vs... Bu defa da bunların değişik versiyonlarını derledik topladık. Başka şeyler ekledik.

Yalnız bizim frenk gittikten sonra annesi bir bebek dünyaya getirdi. Bizdeyken de Skype'dan anneciğini hamile olarak görmüştük. Evdeki çocukları dört oldu: 20 yaşında bir ağabey, 16 yaşında bizim frenk, 12 yaşında bir erkek kardeş ve erkek bir bebek. Şimdilerde 3 aylık falan oldu. İstedik ki bebeğe bir şey yollayalım. Ama altın ya da üzerinde "Maşallah" yazan bir nazarlık takacak halimiz yoktu ya :) Anneye de lohusa şerbetiyle, kırmızı kurdela yollayamazdık ya :) Hani elimizi öpmeye getirse bir yumurta hazırlar verirdik, o ayyrııı :) Yalnız diş çıkarsın, hemen oraya gidip "diş buğdayı" yapmayı düşünüyorum :)
Sevgili frenkimiz ve bebeğimiz de bu işte :)

Sonuçta o mu, bu mu derken, aklıma annemin şahane örgü ördüğü, bebekler için geniş bir repertuarı olduğu ve hatta 'lazım olur eşin dostun torununa' diyerek, hazırda örgü takımlarının bulunduğu geldi. Kızıma sordum önce, ne düşünür diye. Hemen atladı, hoşuna gitti. Anneme sorduk, o da atladı, gururlandı. Bebeğin cinsiyetini sordu, ki renk seçimi yapsın. Gerçi sonuçta beyaz bir kreasyonda karar kılıp verdi. Şeker mi şeker bir ceket, takımı patikleri ve başlığı. Onları görünce benim yavrukuşların bebekken giydiklerini hatırladım. Örgü dergisinden çıkmış gibi örer annem sağolsun.

Son iki günde valizi hazırladık. Sıra geldi valizi tartmaya; malum 20 kg.ı geçmemesi lazım. Baktık 21 olmuş.Yanına aldığı fransızca defterini ve ders kitabını çıkaralım dedik. Garibim dilde zorlanırsa, oradan bakıp düzeltsin kendini diye, koymuş valize. "Halledersin seeen" deyip çıkardık, halloldu. Son akşamın stresiyle, oraya gittiğinde konuşamayacağını, tıkanıp kalacağını düşünüp gerdi kendini. Gitmeyesi geldi. Bana da olur bu. Ne zaman bir yere gidecek olsam, olsak, son dakikanın hayhuyuyla bir anda yorulur, yola çıkmayasım gelir. Ne kadar hevesle de beklemiş olsam o gidişi... Sanki evdeki rahatımı tepip gidiyormuşum, gidip de n'apacakmışım, çok mu lazımmış gitmem, ayaklarımı uzatıp bir film izlemek vardı, evimin yemeğini yemek ne güzel, ayyy gidince bir sürü yeri gezmek de lazım şimdi... gibisinden uyuz hallere girerim. Ta ki evden adımımı dışarı atana kadar. Sonrası su gibi akar gider. Şu hayat telaşesinde yaptıklarımız da yanımıza kesinlikle kâr kalır. Kızım da hafif homurdak bir halde yattı o gece. Biliyordum ki, alanda arkadaşlarını görünce rahatlayacak.

İki aydır hafiften imanımızı gevreten hocamız alanda ilk gördüğümüz kişi oldu. Bu güzellikleri yaşattığı için ona minnettarız işin özünde; kolay da bir iş değil yaptığı. Umarım içini bu kadar titrettiğine değmez ve güzel güzel geçer günleri. Onunla bir sabah sohbetinden sonra, diğer aileleri ve gençleri de bulduk. Frenkler gittiğinden beri görmemiştim kerataları. Ama o dönemde öyle güzel kaynaşmıştık ki, eski dost kıvamında sarmaştık hepsiyle. On altı-on yedi yaşlarındaki bu tatlı şeyler gerçekten de çok düzgün çocuklar. Başlarında hocaları olmasa bile rahatça yalnız da gönderilebilecek kadar güveniyorum onlara.

Kızların bir arkadaşı da hepsine veda etmek için alana gelmişti. Birkaç anne onun yanına gidip, bu süre içinde bizde kalabilir mi diye sormadık değil :)) Her birimiz kendi evlerimizde ona sunabileceğimiz imkanları saydık döktük ki en hoşuna gideni seçsin diye. Kendi çocuğumuz frenk diyarlarındayken yerine stepne bulmaya çalışmamız da bir hoştu yani. Yemek içmek üzerine rüşvet tekliflerine pek sıcak bakmayan ve kapışıldığını fark eden bu yavruya son teklif benden geldi: "akşam 11-11:30 gibi yatabilirsin". Geç yatmanın değerini bilirim icabında ;) Bu teklife bayıldı haliyle. Evine biz bırakacaktık; yolda "emniyet kemerin kilitlendi, artık eve gidemezsin. Hatta koltukla beraber direkt bizim eve zıplatacağız seni. Annenlere haber vermek için bir telefon hakkın da var yaniii" minvalinde tehditler de savurduk. "Hanfendi, kızınız elimizde. Ama lütfen ona çok iyi baktığımızdan emin olun. 10 gün tutup yollayacağız."

(Tamam ben burada durayım artık. İyi ki de "her gün haber alamayabilirim, o yüzden de az yazarım" dedim yani. Hikaye, çocukların gidişine bile ulaşamadı hâlâ. Malzemem az olacak diye her bir dakikayı yazma tasarrufuna mı girdim ne?)

1 Mayıs 2011 Pazar

FRENK YOLCUSU KALMASIIINNN



Eveet bir başka 'Frenk' macerasıyla huzurlarınızdayım. Ha bu defaki diğeri gibi günbegün ayrıntılarla donatılamayacak. Hatta belki her gün yazmaya değer bir haber de bulamayacağım, ama varolanları da yazmadan edemeyeceğim galiba. Çünkü olay benim uzağımda gelişiyor olacak ve ben gün sonunda "bugün de şunlar oldu" diyemeyeceğim.


Öğrenci değişim programı çerçevesinde Kasım ayında birinci ayağını Türkiye sınırları içinde hep birlikte yaşadığımız bu olayın şu anki cephesi Fransa. Bize on günlüğüne gelerek hayatımızda güzel anılar bırakan frenkimiz, bu defa da bizim evin kız ergenini ağırlıyor.

Dün sabah itibariyle evladımızı, aynı ekibin diğer on evladıyla birlikte önce İstanbul'a, oradan da Fransa'ya yolcu ettik. Bir akşam öncesinde bizim ve frenklerin hafiften şaşkın hocaları kafamızı allak bullak etmiş oldukları için, uykumuzu pek de alamadan, saatler daha 6.00'yı bile göstermeden uyandık. Biletlerinde yazan St. Etienne iniş noktasını bilette görmekte zorlanan bizim hoca, telefon ederek "biz nereye iniyoruz?" diyerek bize ilk şaşkınlığı yaşattı. Günler öncesinden alınmış olan biletlerde bu aççık ve de seççik olarak görülmesine rağmen bunun sorulmuş olmasını, hocamızın emanet evlatlarla uzak diyarlara gitmenin verdiği sorumluluk korkusu diye yorumladık. E tabii haliyle, acaba biz yanlış mı biliyoruz, diyerek bilete saldırdık. Kapı gibi 'St. Etienne' yazıyordu.
İkinci telefon konuşması ise, "Fransız hocalar, orada bir havaalanı olmadığını söylüyor" girizgâhıyla başladı. "Neee?? Çocuklar Atlantis'e mi gidiyor?? Ya da Fransa Şeytan Üçgeni de mi var??" denilesi bir telaşa kapılıp, bu defa da internete ve havayolu şirketinin telefonlarına saldırı düzenledik. İnternetteki bazı bilgilerin uzuuun süredir güncellenmediğini görünce, bu alanın tedavülden kaldırılmış olma ihtimali kafamızı bulandırınca, ertesi akşam evde olmayacağını düşündüğümüz kızımızın hediye olarak aldığı lokumları yemeye mi başlasak acaba, diye pis pis sırıttık. Muhtelif telefon numaralarını deneyerek, oh be sonunda ulaştığımız havayolu şirketindeki fedakar görevli kardeşimiz, "siz kafayı mı yediniz karrrdeşim, antika para mı bu tedavülden kalksın? Dibindeki havaalanlarından bîhaber frenk hocalarla ne işiniz var? Bindirin yarın o çocukları teyyareye de, gidip biraz muassır medeniyet görsünler. O hocalar çocuklarınızı karşılayamasa bile, iki tur atıp gelirler işte" dercesine içimize sular serpti.
Üçüncü telefon konuşmasında da kendi hocamıza, "hocacığımız, içiniz müsterih olsun" minvalinde kısa kestik Aydın havası yapıp, lokumları valize geri koyduk. Bakmayın ben gerçekten de tümünü kısa kestim, ama bu noktaya ulaşana kadar bir iki saat falan taş olduk. Aynı sırada da kızımız, Facebook'tan, Frenkistan'daki frenk elmalarıyla chat'leşiyordu. Hem bizim Türk bıdıklar, hem de frenk bıdıklar, gözleri kan çanağı halde "biz nasıl kavuşacağız" diye ağlaşmaktaydılar :)))

Son tahlilde gerek Türk, gerek frenk olsun, hocalarımızdaki anksiyetenin dışavurumsal izdüşümleriyle hanidir baş ettikten sonra, yaklaşık iki aydır devam eden bu hazırlık safhasından hakkaten yorulup, "ayyy gidin artık yaaa" denesi bir hale geldik :p



(Uzun uzun yazıp hem sizi sıkmak istemiyorum, hem de geçen defaki gibi bizzat olay mahallinde olmadığımdan, dolu dolu gündelik hikayelerle dönemeyeceğim için, konuları kırpıp kırpıp yazacağım. Devir idareli kullanma devri, savaş gördük biz kızııımm)

29 Nisan 2011 Cuma

HEY GİDİNİN DİANA'SI


Lady Diana'nın oğlunun düğünü vesilesiyle anılarım canlandı. Yok yok ne kendi evlenmemi hatırladım, ne de o düğüne katılmışlığım var.

Sene 1981, mevsim yaz, yaş 17 (yani topu topu birkaç sene önce :p). Kışın hem ÖSS'ye (şifresiz olanından) hazırlanmakla helâk olmuştum, hem de çeşit olsun diye AFS sınavlarına girmiştim. Sonuçta Diş hekimliğindeki kaydımı dondurup, yaz itibariyle A.B.D.'ne intikal etme zamanı gelmişti. Yanında kalacağım aile Hint-Arap kökenli, Amerikan vatandaşı olmuş dört kişilik bir aileydi. O zamanlar e-mail, Skype vs gibi iletişim fırsatları olmadığından, birbirimizle mektup marifetiyle haberleşiyorduk. Onlar bana, ben onlara genel tarzlarımızı anlatıp, ailece fotoğraflar yolluyorduk, ki ben gitmeden önce bir tanışma-ısınma olsun. Onlardan gelen ilk mektupta, benim oraya varacağım tarihlerde ne yazık ki İngiltere'de olacaklarını yazıyorlardı. Bu nedenle de, onlar gelene kadar gönüllü bir ailede kalacak, onların gelmelerini bekleyecektim. Söz konusu tarihler, tam da Diana ile Charles'ın düğün zamanlarıydı.

Diana'yı medyadan ne de severdik. Charles sevimsizi için aynı hisleri beslediğimi söyleyemem tabii ki. Diana, sanki aileden biriydi. Onun düğününde orada ve törenleri izliyor olmaları nedense beni mutlu etmişti. İzlenimlerini dinlemek ve çektikleri fotoğrafları birinci elden görmek için sabırsızlanıyordum. Erkek tarafının ne takı taktığını, çeyizde neler olduğunu, düğünde neler ikram edildiğini, kına gecesinin nasıl geçtiğini falan öğrenmek hoş olacaktı ;) Güzel Lady'nin şahsında, ben de beni bir sene misafir edecek bu aileye daha bir ısınmıştım. Ne büyük hataymış!

Asıl ailem gelene kadarki sürede beni ağırlayan ve ilk adaptasyon günlerimde bana inanılmaz yardımcı olan aileden ayrılırken üzülmüştüm. Yine görüşeceğiz, sözleriyle ayrıldık birbirimizden. Ama daha bir hafta bile olmadan, hintli ailemle koca bir seneyi nasıl geçireceğimi düşünmeye başlamıştım. Aile içindeki tartışmalar, yüksek sesli konuşmalar, hır gür beni şok etmişti. Kısa süre içinde anladım ki, toplum içinde pek de sevilmeyen bu aile, AFS ailesi olarak seçilme ayrıcalığını yakalamak istemiş, dolayısıyla toplumlarında bir artı kazanmayı planlamıştı. Öğretim üyesi bir baba, öğretmen bir anne, üniversiteye yeni başlamış büyük kız ve benimle yaşıt küçük kız. Baba tam bir melek (hatta peygamber), ama anneden yılmış. Büyük kız iyi, ama başka bir şehirde üniversiteye giderek evden kaçıyor. Anne tam bir nevrotik. Küçük kız ezikliğini benimle yırtmaya çalışan bir zavallı. Bense, dünyanın öbür ucundan gelmiş, enerjik, sıcak, kıpır kıpır bir kız. Ama aldığım aile terbiyesi nedeniyle de, kendi evimde nasılsam aynen o şekilde sevgi ve saygı çerçevesindeyim. "Bana ne bunların hallerinden, ben dalgama bakarım. Gezerim tozarım." demeyecek birikimdeyim. Kıvrana kıvrana geçirdiğim dört ay sonunda, komiteye aile değiştirme isteğimi bildirdim. Bu kararı alana kadar da ayrı bir kıvrandım, çünkü aileye ayıp olacak diye kendimi yiyorum.

Komiteyi aradığım gibi, ilk duyduğum cümle şu oldu: "Uzun süredir aramanı bekliyoruz. Aile-öğrenci eşleşmesinde ne büyük hata yaptığımızı seni tanır tanımaz anladık. Seni hemen başka bir aileye yerleştireceğiz. Hiç merak etme, rahat ol".
Prosedür gereği komiteden üç kişi eve geliyor. Aile, ben ve bu üç kişi birlikte konuyu değerlendiriyoruz. Aslında değerlendirecek bir şey yok; komite beni zaten haklı bulmuş. Ama aileye ayıp olmasın diye lafa ola beri gele bir ziyaret yapıyorlar. Komite gelene kadar ben odamda karanlıkta bekliyorum. Gözüm dijital saatte. Dakikalar geçmiyor sanki. Bir yanım bu aileyle yaşamaktan yorgun (alışmak için çok çabalamışım), bir yanım utanıyor ("ben sizi sevemedim" demeye getirmiş gibiyim). Kullandığım diş macununu bile kafama kakan, edindiğim arkadaşlarla ara sıra bir kafeye gitmeme tu kaka diyen, kızından daha çok arkadaş edinmemi eleştiren cadı (pamuk prensesin üvey annesi) bir anne müsveddesiyle, bunlara ses çıkaramayan Selami (light erkek) DNA'lı bir babayla ve Mesude'den (Öyle Bir Geçer Zaman Ki) bozma bir kızla yaşayamayacak hale gelmişim. Komite ne demişti?: "çok bile bekledin". E o zaman sıkılmaya gerek yok. Ne mümkün...
Komite önünde benden bin özür dileyen, beni çok sevdiğini, ne kadar da terbiyeli olduğumu, gidersem çok üzüleceğini söyleyen anneyi görecek gözüm kalmamış. Yıllar sonra duydum ki, o küçük kız kanserden gitmiş. Çok üzüldüm. Bir anne, çocuğunun hayatını nasıl zehir eder'e güzel bir örnektir. Büyük kız ise, bana ne kadar haklı olduğumu ve zarafeti bozmadan ortamdan çekilip gitmiş olmamı takdir ettiğini söyledi. Baba, sessizce ve sıcacık sarıldı. Her zamanki gibi sustu.

Gene uzattım çok :(
Toparlayayım hemen: sonradan geçtiğim aile, komitedeki bayanlardan birinin ailesiydi. Üç şeker kızı vardı; en küçüğü benimle yaşıt. Onlarla geçirdiğim yedi ay tam bir rüyaydı. Hâlâ haberleşiyoruz, otuz sene geçmesine rağmen. Onlar geldiler defalarca, ben gittim bir kez, oğlum gitti bir kez. Beni evlat, annemleri kardeş, eşimi damat, çocuklarımı torun kabul ettiler. Sağolsunlar...

Yani benim  L.D.S.S.H. (Lady Diana'yı Sevenleri Sevme Harekâtı) fosladı, elimde patladı. Rahmet istedi kadınceğiz...