27 Ağustos 2012 Pazartesi

KİTAP-İÇ ÇAMAŞIRI-ÇORAP-ÖSS

Bu link benim kitabın borsa-vari iniş çıkış tablosunu gösteriyor.
http://www.dr.com.tr/Kitap/Dis-Ile-Dus-Arasinda/Muge-Sandikcioglu/Edebiyat/Anlati/urunno=0000000404368

29 Haziran'dan bu yana 3.-1.-5.-7.-8.-13. oldu ve bugün itibariyle 7. sırada. Neredeyse her gün "Dolar ne kadar oldu?", "Altın bugün kaçtan satılıyor?" ya da "Benim kağıt bugün ne kadar kazandırdı?" gibisinden bir merak ve takip halindeyim. Benim gibi dolar, altın ve hisse senedi konularından anlamayan biri için ilginç bir deneyim. Şaka bir yana, sayfayı her tıklayışımda heyecan basıyor.

Bir de garip bir huy edindim: Biri kitabımı aldığını ve okuyacağını her söylediğinde, her defasında kitabımı o kişinin gözünden bir daha okuyorum. Yok, vallahi alamıyorum kendimi. "O, bu yazıda şunu düşünür, şu yazıdan hoşlanır, şunu sevmez, acaba şunda ne tepki verecek..." cinsinden varsayımlara dalıyorum. Hem zevkli hem yorucu bir eylem...

Allah'tan araya oğlanın okul işleri girdi de, pek vakit bulamaz oldum bunu yapmaya. Şimdilerde en çok yazdığım şey, oğlumun yanına vereceklerimin listesine eklemeler. En son "minik el feneri" ekledim. Sanırım bir de düdük ekleyeceğim: deprem korkusu... :( Ama kendisinin, yanına en fazla sayıda koymamı istediği iki şey var: iç çamaşırı ve çorap :)) Bir sürü oğlan annesinden aynısını duydum. Kampusta bir çamaşırcı dükkan açsa, köşe olur kesin :))

Bugün sızlanma yazısı yazmadım. Bu, yazmayacağımın garantisi değil :)
Kıştan bu yana oğluma hitaben bir günlük tutuyorum. Aşama aşama yaşadıklarını, yaşadıklarımızı, sınavlarını, önerilerimi, uyarılarımı, hatta yemek tarifi bile yazıyorum. Okula başlamadan hemen önce teslim ederim diye düşünüyordum ama sanırım o biraz alıştıktan sonra vereceğim. Ayrıca bu sene de kızımız ÖSS'ye hazırlanmaya başladı; onun için de bir defter aldım ve yazmaya başladım. Velhasıl önümüzde ÖSS annesi Müge'den bol miktarda havadis içeren yazılar gelecek. Sabredin az kaldı bitmesine, sadece 1-1.5 sene :)))
(Keşke daha aralıklı doğursaydım şu çocukları... Mesela en az 5 yaş arayla. Biri gitti mi, öbürüyle avunurduk. Yanımızda bir o kaldı diye şımartmaktan tepemize çıkarırdık. Yemeğini elimizle yedirir, yemezse tabakla peşinden koşardık. Uyusun diye ayağımızda sallardık. Baktık ki olmuyor yanımıza alırdık falan... Eğer kızım da İstanbul'a giderse, ki çok istiyor, blogun adını "İçimden Böğürenler" olarak değiştiririm artık. O zaman beni takip etmekten vazgeçmekte serbestsiniz.) :D

Hayırlısı...



24 Ağustos 2012 Cuma

İKİ KİŞİLİK BEYİN ÇORBASI

Kalbim ve beynim teker teker ikiye ayrılmış durumda. Her birinde iki tür Müge konuşup duruyor. Biri pozitif, diğeri negatif konuşuyor. Sanırım biri sağ omuzdan, diğeri sol omuzdan vır vır edip duruyor.
Hani psikiyatristler derler ya: "Bir kağıt alın, sayfayı ortadan bir çizgiyle ayırın. Bir tarafa olumluları, bir tarafa olumsuzları yazın, hangisi daha çok, bir bakın." Şimdi tabii bunu sanırım ilişki sorunları yaşayanlara yapıyorlar; partneriyle sorunları olanlar, "tamam mı, devam mı?" kararsızlığı yaşarken, bu listenin yardımcı olacağını varsayarak önerilir diye biliyorum. Yazarak olmasa da işte benim içimde ötenler de aynen bu şekilde sıralarını alıyorlar. Konu: Oğlumuzun İstanbul'a gidecek olması. İki Müge konuşuyor; M1 ve M2:


M1: Yıllardır üniversiteyi hep evden uzak okumalı, demedin mi?
M2: Dedim de, ne bileyim işte...
M1: Kendi de bu karara varınca, desteklemedin mi?
M2: Destekledim de, ne bileyim işte...
M1: Hep yanınızda kalıp, muhallebi çocuğu olmasından korkmadın mı?
M2: Korktum da, ne bileyim işte...
M1: Ortaokuldan beri yaz okullarına gitsin de, kendi başına sorumluluk alsın istemedin mi?
M2: İstedim evet, ama ne yazık ki bunda başarılı olamadım.
M1: Evveett! Hep buna yanmadın mı, gitseydi keşke, demedin mi?
M2: Dedim de, ama onlar zaten birkaç haftalık sürelerdi zaten.
M1: Olsun, sen çocuklarının her daim ebeveyn şemsiyesi ve kanatları altında büyümelerinin yanlışlığına inanmadın mı?
M2: İnandım tabii ki, ama bu defa başka...
M1: Eh be kadın, çocuk gelmiş 19 yaşına. Millet çocuğunu daha 12 yaşında yatılı okullara yollar, ya onlar ne yapsın?
M2: Evet, o zaten inanılır bir şey değil gibi geliyor ama büyük şehirde yaşamasaydık, ona da katlanacaktık sanırım.
M1: Sen ki, hiçbir zaman çocuklarının uyuz ve beceriksiz olmalarını istemedin. Ha her zaman kâh bir gölge gibi, kâh direkt olarak yol göstericiliğini yaptın. Her ama her koşulda onların yanında olduğunu hissettirdin de, dile de getirdin. Ne bu halin şimdi?
M2: Mantıken saçmaladığımın farkındayım. Ama klasiktir sen de bilirsin, annelik arsız bir köpek gibidir. Annelik yüzsüzlüktür. Çocuğun ne yaparsa yapsın, ne derse desin, gene kuyruğunu ona sallarsın.
M1: Bu hislerini çok belli edersen, hem üzersin hem bıktırırsın onları. Sonra sağlam bir "hoşşşt" derlerse şaşırma.
M2: Haklısın. Ama bir de ne var biliyor musun? Şimdi artık sürekli evde olmayacağına göre ve belki de ilerde iş ve eş durumlarından dolayı oralarda kalma ihtimalini düşününce, acaba öğretmemiz gereken her şeyi öğrettik mi, evde kalsaydı daha çok bilgi görgü edinir miydi, öğretemediklerimiz yüzünden çuvallar mı, diye düşünüp duruyorum.
M1: Sen kendini ne sanıyorsun?? Öğrenmesi gereken her şeyi öğretmene imkân var mı sanıyorsun? Hayat bir tek sende değil, hayat her yerde. Temellerini sağlam tuttuğuna inanmıyor musun?
M2: ........
M1: Hı?
M2: Aslında düşününce, bunun cevabı "ona güveniyor muyum?" sorusunun cevabında saklı. Ve evet, ben ona çok güveniyorum.
M1: İşte bu! Bu yaşına kadar hayatın minik minik modellerini hem ev içinde hem kendi sosyal hayatında yaşadı. Bunlara karşı tutumlarında seni endişe ettiren şeyler de oldu ama sonunda hep "kendi başına vardığı noktada" senin de, babasının da yüzünü güldürmedi mi?
M2: Onun için, "kendi başının çaresine bakamaz, terbiyesi/duruşu/tutumu/tepkileri beni endişendiriyor," diyemem. Ama serde delikanlılık var ya...
M1: Sen çocuklarına hep: "Her zaman doğruyu yapmanız beklenemez. Hata da yapın, yapmaktan korkmayın. Her zaman doğruyu bulma çabası gerer insanı. Doğruyu ve güzeli yapamama korkusuyla hayatı es geçmenizi ya da kendinizi yaşayamamanızı istemem. Kendinize çok yüklenmeyin, yazık size. Ama görev ve sorumluluklarınızı bildiğiniz/uyguladığınız sürece, haklarınızı elde etmeniz de hediyeniz olacaktır. Hiçbirimiz durduk yere gelmedik şu anki konumlarımıza. Kazıdık, yırtındık, mücadele ettik, yeri geldi sustuk, yeri geldi ses yükselttik, hakkımızı yedirmedik. Doğru olduğuna inandığınız şeyin peşinde giderken, yolunuza ben de çıksam, beni de kaale almayın, savaşın," demedin mi?
M2: Dedimmm... Ha bir de karşı cinsle ilişkilerinde "Ne üzün, ne üzdürün. Karşınızdaki de bir annenin birtaneciğidir, ona da değer verin ve değerinizi vermesini sağlayın" da dedim. Üzülmek kaçınılmazsa, zevk almaya bakın da demiş olabilirim :))
M1: Yok, onu demedin ama aklından geçmiş olma ihtimali yüksek :))
M2: Ohh iyi geldi seninle konuşmak. Hem bak bir önceki yazıya yorum yazan can insanlar ne güzel şeyler demişlerdi.
M1: Hah işte, kendini toparlamaya başladın bile.
M2: Amaaan bana da n'oluyorsa artık! Gören de dünyanın en zor işine dayanmak zorunda kalacağımı ve benim o mıymıy annelerden olduğumu sanacak.
M1: Yok, yok onlar seni bilir ve halden anlarlar. Sen sadece self-servis şeklinde terapi yaparken, yazılı düşünmüş oldun ve çözümlerine yavaş yavaş alışacaksın. Hem zaten bunu yaşayan ne ilk ne de son anne sen olacaksın.
M2: O zaman klişelerden bir demet yapıp, son cümlemi şöyle bağlasam?: "Havalar nasıl olursa olsun, yeter ki onun ruhen/bedenen sağlığı ve keyfi yerinde olsun."
M1: Şahane olur! (Ohh sonunda sustu. Tekrar tek parça olalım da, böyle 1 no.-2 no. diye bölünmeyelim bir daha lütfeeen!!!)

Not: İçimden bir ses diyor ki: "Oğlun için hazırlık-yerleştirme-eve onsuz dönüş süreçlerini de bir 'Frenk' tefrikası gibi yazacaksın." Olur mu olur... :)



19 Ağustos 2012 Pazar

YOLUN AÇIK OLSUN OĞLUM...

Temel öğretiler dışında kararlarını alırken fazla müdahaleci olmadım, artıyı eksiyi sunup seçimi ona bıraktım hep. Sorumluluk sahibi olmasının yolunun kendi kararlarını vermesinden geçeceğine inandım hep. Ben ta ortaokuldayken kim bilir hangi derste öğrendiysem, "sorumluluk sahibi olmak demek, yaptıklarının sonuçlarına katlanmaktır," cümlesi vardı aklımda hep. Annesi de olsam, yapacaklarının en çok kendini bağlayacağını öğreterek, karar aşamalarına gelmeden önünü ardını görmesinin yollarını sunarak, kararlarında yalnız olmasını sağlamaya çalıştım hep. Bu sayede hem cesaret hem deneyim kazanmasını sağlamak, hatalı olsa da hatayı dikte ederek değil, yaşayarak öğrenmesini istedim hep. "Soba sıcak, dokunma!" demeyi ihmal etmeyerek ama illa ki dokunacaksa da, yanında yardıma hazır ama saygıyla bekledim hep.

Oğlum... İlk anneliğimin ilk öznesi... Deneyimsizliklerimin deneme tahtası... Hayatın bambaşka yönlerini ve bambaşka Müge'yi tanımama vesile olan anneliği ilk yaşadığım evladım...

Hayatındaki önemli bir basamakta tamamen kendi isteğiyle seçimini yaptı: O artık İstanbul'da okuyacak. Bir senedir zaten bunu istediğini bilerek geçti zaman. Masasına gömüldükçe vaktin yaklaştığını bildim ama uzaktı gene de hep. Mola verip yanımıza geldikçe, gözlerimle sevdim onu. "Belki de seneye evde olmayacak," diyerek, gitmeden özledim onu. Doyasıya doldurmak istedim; evdeki varlığını gözlerime, kokusunu burnuma, ellerini ellerime... Ya ders çalışıyordu, ya hava almak için çıkıyordu: "iyi de yeterince göremiyorum," diye telaş ettim hep. Ama asla "dayanamam, gitme, buralarda oku," demedim.

Önce puanı geldi. Sonra tercihlerini yaptı. On üç tercihin hepsini de İstanbul yazdı. Ama evvelki akşam sonucu gelene kadar bunların hiçbiri, ki hazırım sanıyordum, beni bu kadar vurmamıştı. Üzgün değilim. İstediğinin olmasından dolayı biz de, o da çok mutluyuz. Ama işte...

Çocuklar küçükken, büyümüş çocuklu anneler, "en güzel zamanları şimdi," derlerdi anlamazdım. Ben hiç tavuk anne olmadığım, "çocuklarım dizimin dibinde olsunlar," demediğim ve baskıyla diretmeye asla inanmadığım için, önlerini hep açık tuttum. Ama işte...


Onunla duyduğum gurur ve hayatına yön vermesine olan saygım, annelik duygularımın ve müstakbel özlemlerimin önünde. Bencilce davranıp, kendimi düşünerek, patolojik bir tutkuyla önünü kesecek değilim. Ona bu yaşına kadar öğrettiklerimizle güzel bir yolda ilerleyeceğine olan inancım da tam. Ama işte...

"Yuvadan uçma"nın birinci ayağı önümüzde hazır. O artık Makina Mühendisliği okuyacak. Çok sevdiği fizik ve matematikle haşır neşir olacağı bir hayat onu bekliyor.

(Amaaan zaten çok yemek seçer. "Onu mu pişirsem, bunu mu pişirsem"den kurtuluyorum. Oh be! Gitsin de görsün bakalım, yurt yemeği nasılmış. Şimdi artık istediği kadar hamburger, köfte, patates, makarna yiyebilir. Kabız olsun da görsün gününü. Ben de bundan sonra rahatça bol bol sebze pişiririm. Ayyy, ya sebze yememekten barsakları durursa/kurursa? Ya köftelerde at eti varsa? Ya sabahları uyuyakalır da derse geç kalırsa? Ya üşürse? Ya hasta olursa? Ya oda arkadaşı psikopat biri çıkarsa?)

Dur ben şu çocuğu bir vazgeçireyim...
Meselaaa... :))

3 Ağustos 2012 Cuma

PASAPORT BAŞARILARIM NO.3

"... annemi almak üzere gazı(a) topukladım..." diye biten ikinci ayak tefrikama devam edeyim.

Elinde gayet biyometrik fotoğrafları, örümcek ağlı eski pasaportu ve 74 yıllık nüfus cüzdanı ile annem, apartmanının önünde beni gülümseyerek bekliyordu. Ha elinde ayrıca bir de taze yaptığı erik marmelatı vardı. Arabaya biner binmez ona sağlam ve devrilmeyeceği bir nokta aramaya girişti. Kavanozu garantiye aldıktan, trafiğin genel bir kontrolunu yaptıktan sonra, "merhaba" diyebildi. Çünkü annem gerçek bir trafik fobisine sahiptir. Yine de yüzüme doğru pek bakmadan, sanki arabayı o kullanıyormuş gibi konuşmaya devam etti.

Randevu saatimize yarım saatimiz vardı ve haydi haydi yetişirdik. Gözünün yağını yediğim Google Earth marifetiyle, gideceğimiz yeri elimle olmasa da ayağımla koymuş kadar kolay bulduk. Tantanlı geçişte otoparka çalışanlar dışında içeri girilemeyeceğini anlayınca, torpilimizin adını zikretmeyi akıl edişimi ayakta 5 dakika alkışladım. Girişteki polis memuru, adı duyar duymaz, saniye bekletmeden tantanı açtı. "Ama henüz kendileri gelmedi," dedi. İçimden "kim bilir hangi asayiş vs işi peşindedir, belki de akşam operasyona gitmiştir, hatta bir baskına..." minvalindeki takdirle karışık anlayışlı bir tutuma girdim.

Binaya girdik. Girdiğimiz gibi yanımızda bir bayan belirdi. Bizim adımız ona, onun adı bize bahşedilen sekreter hanımmış. Saçları 50'li yılların mizanplisi ile taranmış, hafif makyajlı, imitasyon taşlı küpe-kolye seti ve bürokratik konuşma tarzıyla, nasıl hissedeceğimi şaşırtan, 30'lu yaşlarında kibar bir hanımdı. Bizi hemen pasaport işlemlerinin yapıldığı kata çıkardı. Oradaki bir polis memuru ile yaptığımız ilk değerlendirme sonucu, sistemin sabahtan beri çökük olduğunu, tek işlem bile yapamadıklarını, hiç bu kadar uzun süreli bir çöküş olmadığını ve ne zaman düzeleceğini bilmediklerini öğrendik. Bu bir anlamda bizim de çöküşümüz oldu. Çünkü aslında çok kısa süren bir işlem olacağını düşünerek, hasta randevularımı ona göre ayarlamıştım. Ee ne de olsa torpilliydik yahu... Ayrıca annemin oraya tekrardan yalnız gitmesine izin veresim de yoktu.

Mizanplili kibar hanım bizi üst kattaki kendi bölümüne davet etti. Biz ise alışık olmadığımız "torpilli olmak" olayının altında ezim ezim eziliyorken, bunu kabul etmekte de epey bir zorlandık. Gerçekten de öyle samimi bir ısrarla davet etmeye devam etti ki, kabul etmesek ayıp olacaktı (Etmek fiilinin kendinden geçtiği an, bu andır).
İnlerle cinlerin top oynadığı bir kata çıktık. İçinde sadece bir beyin bilgisayar başında çalıştığı genişçe bir odaya buyur edildik. Kibar ve mesafeli muhabbetlerle başlayan süreç, 1 saat içinde kahkahalara dönüşmüştü. Hatta bilgisayarda çalışan bey de işini bitirip, sandalyesini bize doğru çevirmiş, pazarda satılan sebzelerin tarladan pazara gelene kadar 3 gün geçtiğini söylerken, kibar hanım da kayınvalidesinin bahçesindeki börülcelerin tazeliğini övüyordu. 2.5 yaşındaki kızına kardeşinin baktığını, eve gidince kızına yeterli zaman ayırmak adına yemek yaparken koltuk altında taşıdığını, kira ödeyeceklerine kredi ödeyip ev sahibi olduklarını ve daha bir sürü şeyi anlattı. Annem ise tv'lerdeki şifalı otlarla ilgili yorumlarını yaparken, "binbir çeşit otu çöpü bir masaya yığıp yığıp program yapıyorlar, sonra da onları kaynatıp kaynatıp yüzlerine sürüyorlar. Ben hiçbirini yapmadım, cildim de o kadar kötü değil" diye cildini gösteriyordu. Adam ise eşine, ikizlerini büyütürken nasıl da yardım ettiğini övünerek anlatıyordu. Arada içilen çaylar da cabası...
Bir ara adam kendine gelip, "aşağıyı arayıp bir sorsak ya, sistem ne âlemde" demese, uyanasımız yoktu. Ve evet, sistem ancak 25 dakikada bir açılıp, o arada da sadece bir kişinin işlemi yapılabilir hale gelinmiş. Saatlerdir bekleyen ve önceden normal yollardan randevusunu almış vatandaşlar biraz elenince, bizim işlemi de yapacaklarmış. E iyi güzel, hatta şahane, ama benim gitme vaktim gelmişti :(
Anneme baktım, keyfi yerinde: "Ben kalırım sen git" diyor.
Kibar hanıma baktım: "Teyze kalsın, biz ona şimdi bir de kahve ya da ot çöp çayı ikram ederiz" diyor. Adam da başıyla destekliyor. Hatta annemi alıp amirin klimalı, bol saksı çiçekli ve muhteşem körfez manzaralı odasına alıyorlar. Anneme birkaç kez emin misin, diye soruyorum. Ohoo o çoktan razı kalmaya. Yanında ayrıldıktan sonra sık sık arayarak durumu öğreniyorum.

1 saat sonra annemi tekrar arıyorum. İşlemler bitmiş, başvuru tamamlanmış ve annem makam arabasıyla evine bırakılıyordu......
Sağ olasın kuzenciğim... Emniyette işin olursa bir haber et, bir "alo" de yeter ;)
Bitti. Nokta.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

PASAPORT BAŞARILARIM NO.2

"... bana nereden torpil buldu dersiniz?..." diye biten macera, aksiyon, gizem dolu polisiye yazıma devam edeyim:

Zaten 15 Ağustos'a randevu aldığım ve otobüsle 1 saat-20 dakika süren emniyet müdürlüğünden! Ama tabii iki randevu arasındaki tarih farkı önemliydi, çünkü torpilli olanının tarihi 31 Temmuz idi. Oradaki amirlerden birinin sekreterini bulacaktık. O bizim adımızla, biz de onunkiyle bilgilendirilmiştik. 10.30'da huzura çıkacaktık.

Bunu öğrendiğimde 30 Temmuz Pazartesi, saat 18.00 küsurattı. Bu kadar hızla randevu kapacağımızı tahmin edememiştim. Kuzenciğim sağ olsun. E tabii hemen biyometrik fotoğraf denen ve insanı hortlak gibi çıkartan vesikalıktan çektirmek gerekiyordu. Annemin evine yakın fotoğrafçılar netten tarandı, bir tanesi seçildi, arandı ve biyometrik foto çekip çekmedikleri soruldu. Olumlu yanıt üzerine, tam adres tarifi istendi. Müşterisiz kalmışlar zaar, siz köşeye kadar gelin ben sizi karşılarım, diyecek kadar fotoperver bir hanım arkadaşa teşekkürler edildi. Anneme bilgi verildi; "anne uç hemen bir poz ver de gel" dendi.
Bu da annem değil :p

Ş.O. işlerine duyulan paranoyak ve obsesif takıntı yüzünden, saat ertesi sabah için 5 dakika arayla 3 farklı saate kuruldu, ki geç kalınmasın. 31 Temmuz sabahı ilk iş bankaya gidip harç yatırmam gerekti. Bankanın açılmasından sadece 5 dakika sonra içeri girdiğim halde içeride, herhalde akşamdan yatıya kaldıklarını düşündüğüm 20 kişi vardı. Saydım mı, hayır. Çünkü bana 21 no.lu sıra no.su çıktı. Mahpushane raconunda üj bej ileri geri adımdan sonra, o bankada çok bekleyebileceğim kanaatiyle donandım. Sıra no.su almak üzere tuşa basmadan yakaladığım bir beye kendi sıramı armağan ederek onu nasıl mutlu ettiğimi tahmin edersiniz.
Arabaya atladığım gibi bir başka bankaya doğru vitesi artırdım. İki banka arasındaki yolun büyük bir kısmında sürekli önümde seyreden araç, tam da o bankaya ulaştığım noktada park etti. Ben de arkasına. Aynı anda arabalardan çıktık. İçimden bir ses o adamın da bankaya gittiğini ve benden önce girerse sıramı kaptıracağımı söyledi. Adımlarımı hızlandırmama rağmen adam benden önce girdi ve sırayı burun farkıyla önden kaptı. Allah'tan banka boş sayılırdı. İçeride 3 kişi vardı. Nereden biliyorum? :)

Benim ardımdan bir teyzecik geldi, ayaklarını sürüyerek. Sıra no.sunu aldı, biraz öteme oturdu. Ödüm kopuyor, kızım sıranı bana verir misin, falan diyecek diye. İşimin aceleleliğinden ötürü bankayı otobüsle karıştırdım zaar. Gene de ayak ayak üstüne atıp, üstteki ayağımı sinirli ve sabırsız bir şekilde titretip durdum da, teyze ricacı olmadı. Burun farkıyla beni atlatan müşterinin işini beklerken tüm zamanlar ağır çekime geçmişti sanki. Ne zaman ki, işi bitti ve banka memuru taze bayan tuşa basıp, benim 4 no.mu beklediğini ilân etti, her yer havai fişeklere, konfetilere, şampanya patlaklarına gark oldu.
Bankada çalışan bayanların genelde beyaz, pamuk gibi zarif elleri, pırıl pırıl parlayan yepyeni taşlı alyansları oluyor. Ya da bana mı öylesi denk geliyor ki? Güzel yapılmış bir makyaj da cabası. Kendime dikkat ettim de, kızcağızı bir güzel zevkle izledim. Bankonun üzerinden bu izlenme ihtimaline karşı "iki dirhem bir çekirdek" sahnede olmak gerektiğini düşünüyorlar herhalde. Ha bu arada da, pasaport defter ve harç ödemesi yapacağımı iki kez tekrar ettim. Annemin "kızım benim bir daha pasaporta ne ihtiyacım olacak ki" diretmeleri yüzünden sadece 1 yıllık olanını istedim. Ödeme sonrası elime tutuşturulan dekonta bakıp, yine de aptala yatıp, "her şey tamam mı?" diye sordum. Gözündeki yeşil farlarıyla yüzüme bakan, parlayan yüzüklü eliyle dekontu uzatan tazecik memur "evet, tamam" deyince maratonumun üçüncü ayağı için, annemi evinden almak üzere gazı topukladım (gaza mı demem lazım yoksa? bilemedim)