23 Nisan 2010 Cuma

SÜT İÇTİM, DİLİM YANMADI



İlkokul ikinci sınıftaydım. İlk sene, beşinci sınıfta olan ablamla birlikte gidip gelmiştim, ama o ortaokula başlayınca yalnız kaldım. O zaman da beni sabah babam bırakırdı okula. Dönüşte otobüse ya da ‘25’ci dolmuş’a binerdim. Ücret 25 kuruştu da ondan, böyle denmişti ona, ama diğerleri ne kadardı hatırlamıyorum; muhtemelen daha pahalıydı. O da kendince, o zamanlar olmayan servisçilik hareketinin başlangıcına imza atıyordu herhalde. Kayıtlı bir grubu olmayan, her gün kim binerse onu taşıyan bir dolmuşçumuz vardı. Aslında yürüyerek de en fazla yirmi dakika süren bir mesafeydi. Anneanneme gideceksem yürürdüm; çünkü onun evi bizim evden daha yakındı okula. Ne sevinirlerdi ben gidince; anneannemle dedem.

O aralar etrafta bir dedikodu dolaşıyordu: “çocukları kaçıran bir adam varmış.” Şimdilerde olsa pek de şaşırmayacağımız bu haber, o günlerde ciddi ciddi şaşırtmıştı hepimizi. Ne trafikten, ne de insanlardan korkumuz vardı. Büyüklerimiz de aslında pek kulak asmamıştı bu dedikoduya. Annemlerin beni bu konuda uyardığını hiç hatırlamıyorum, ki annem evhamlı biridir. Şimdilerde daha erken yaşlarda çocuklarımızın kulağına doldurmak zorunda olduğumuz uyarıları düşününce, ne güvenli ve huzurlu yıllarmış onlar, diyorum. Okulları ne kadar yakın da olsa, kapıdan kapıya servis hizmetine emanet ediyoruz onları.

Ben çocuk aklımla bu dedikoduyu büyütmüş olsam gerek, kendimce bir önlem alıp ne otobüse, ne de 25’ci dolmuşa itibar ettim. Başladım yürümeye. Zaten kalabalık bir cadde boyunca gidecektim. Ortalık yerde de kaçırılacak değildim ya… Elimde ağır çantayla yola koyuldum. Bakına bakına yürümek ilk başta tatlı bir özgürlük ve özgüven duygusu verdi. Ne de olsa kararımı kendi başıma vermiş ve uygulamaya koymuştum. Başım ve omuzlarım dik, sözde kötü niyetlilere mesaj vermekle meşguldüm. Bir durak gittim, çok havalıydım. İki durak gittim, ya çok da lazımdı yürümek, diye şöööyle bir düşünce yaladı aklımı. Üçüncü durağa gelmeden, çantamın ağırlığı omuzlarımı isyana davet etmeye başladı. E bir yandan da ‘kaçırıcı amcanın’ ürküntüsüyle cebelleşiyorum aklımın bir köşesinde.

İç seslerimle diyaloglarımı susturan bir şey oldu o anda. Bir baktım, bizim apartmana açık süt getiren bir amca vardı; onun pikap arabasını gördüm. Annem nadiren süt alırdı ondan, ama çok da tanımazdık. Sütü sağlam olduğuna ve bizim apartmana girip çıktığına, ayrıca annem de aldığına göre, güvenilir bir amca olması lazımdı, değil mi ama? Tabii tabii canım, şüpheye ne gerek... Amca meydanda yoktu, herhalde oradaki bir apartmana girmişti. Zaten çantamı taşımaktan bağırmaya başlayan kollarım ve omuzlarım da çok güveniyordu ona. Daha ne olsundu… Arabasına gelsin diye beklemeye başladım. Bence çok uzun süren bu beklemeyi daha sevimli hale getirmek için, amcanın sütlerinin ne kadar popüler olduğunu ve sata sata bir hal olduğunu düşünmem yetti. E bu da ona olan güvenimi pekiştirdi haliyle. Annem ondan daha sık süt almalıydı; baksana adam bir türlü işini bitirip de gelememişti. Evet, evet ben de daha sık süt içmeliydim ki yürürken kollarım bu kadar ağrımasındı.

Önünde beklediğim apartmandan bir adam çıktı, elinde güğümle. Aslında adamın tipini çok da iyi bilmediğimi anladım o anda. Yanıma kadar geldi ve elindeki güğümü kasaya yerleştirmeye yeltenince, onun, ‘en güvenilir amca sütçü amca’ olduğu fikrimin ampulü yandı hemen.
“Amca, ben de sizi bekliyordum. Çocukları kaçıran birileri varmış. Ben de eve gidiyordum ama yoruldum. Beni bizim eve bırakır mısın?” Gözlerimdeki ışıltılara karışmış hafif bir endişe, ona olan güvenimle ölmek istiyordu. “Hem biz de sizden süt alıyoruz. Şimdi bizim oraya gidince, annem yine alır. Hatta belki bütün apartman alır.”
Amca bana gülsün mü, gülmesin mi bilemedi. Yani bana öyle geldi.
“Çocukları neden kaçırıyorlarmış peki?”
“Bilmiyorum ki… Herhalde ödevlerini yapmayan çocukları uyarmak içindir. Ama ben ödevlerimi hep yaparım, beni kaçırıp da n’apsın ki…”
“Kim bilebilir neden yapıyor bunu. Belki de daha çok süt içsinler diye yapıyordur.”

O anda o koskoca caddede kendimi dımdızlak bir hayal kırıklığı içinde buldum. Koşsam çantamı taşıyamam. Çantamı bırakıp kaçsam, ödevlerimi yapamam; bırakmasam yavaş koşarım. İki ucu keskin bıçak (tabii ben o zamanlar bu deyimi nereden bileceğim, ama aynen bu his geldi çöktü yüzüme). Amca da bunu görmüş olacak ki:
“Gel gel, ben seni tanıyorum evlâdım, götürürüm evinize kadar. Zaten çok da uzak değil. Hem sizin apartmanda on yedi numaradaki bebeğe süt bekliyorlar.”

Ohhhhhh…

Çocuk aklı işte; hem tırsmıştım, hem de daha fazla yürüyecek dermanımın kalmamasına yenilip arabaya neşeyle bindim. Üç dakika sonra evin önündeydik. Ama bendeki gururu görmeliydiniz. Haklı çıkmış olmanın haklı gururu…

Eve girip de anneme ballandırarak olayı anlattığımda, annemin o masmavi gözleri neden o kadar büyüdü hiç anlamadım ilk önce, hatta uzun süre de anlamadım. Ne vardı bunda kızacak? Onu yatıştırayım diye, daha çok süt içeceğime garanti de verdim fakat yine de annemin gözleri çok da küçülmemişti.

Ertesi yıl okulum değiştirildi. Eve daha yakın olan ve mahalledeki çocuklarla bir güruh halinde gidilen gelinen okula. Ablam ilkokula başladığında o okul henüz olmadığı için daha önce oraya yazdırılamamıştım. İşin kötü yanı dik bir yokuştan gidiliyordu okula ve ben o zamanlar hâlâ anlayamadığım nedenden ötürü, ne diye ağır çantamla o yokuşu inip çıkmaya mecbur edildiğimi kavrayamamıştım. Sütçü de oralarda süt satmıyor muydu ne?

2 Nisan 2010 Cuma

Çocuk Ruh Büyüyor

Öngörülemeyen basit zamanlar, paranoyak bir bekleyiş yapıştırdı aklımın bir köşesine. O anda basit görünen ve bu yüzden de öngörü ve sağduyuyla bakma gereği duyulmayan o zamanların üzerinden geçen süreçlerin sonunda yine şaşırma korkusu bulaştı ruhuma. Çok mu korkuttular beni acaba? Hâlbuki ben insanları ve olayları ‘görmek istediğim gibi’ görmemeyi ve beklentiye girmemeyi telkin ve emir verip durmamış mıydım kendime hep?



Hata olduğunu anlayamadığım, tersine iyi niyetlerle sunduğum ruhumu bu kadar telef edeceklerini bilemedim. Korkmadan, korkmaya en ufak bir gereksinim duymadan, açtığım kollarımın omuzlarımdan aşağıda bitkin düşeceğini öngöremedim. Ama ben hiç bu kadar aldanmamıştım ki… Büyüdüm, olgunlaştım, insanları bayağı bir tanıdım sanmışım. Büyüdükçe daha çok deneyim kazandığımı zannedip, zarar görmeyeceğim güvencesini yalanca kazanıp, samimiyetin ışıltılarını gözlerimden özgürce saçmışım. Yaşım arttıkça, şüphelerimi azaltmışım. Kazanları kaynatan cadıların genç olduğuna inanıp, orta yaşa bulaşamayacaklarına hükmetmişim. İçinde savunma ve saldırıların olabileceğini düşünmemekle kalmayıp, düşünsem bile yakıştırmayıp, hatta düşündüğüm için kendime kızacağım kahveler içmişim. Arkamda dolapları döndürüp, atlıkarınca neşesiyle eğlenildiğini bilememişim. Ben hangi zamanın insanı olarak kalmışım? Öyle bir zaman hiç olmuş mu ki?

Güven kaybının yarattığı ‘acaba’lı düşünce balonlarını, başımın çevresindeki atmosferden itemez olmaya başlamak yeni bir şey benim için. Yeni eski her yüze şüpheyle bakmak nasıl zormuş. Saf kalamamayı öğrenmek, saf kalmakta zorlanmaz olduğum zamanlara nasıl da ‘aptal’ yaftasını yapıştırır oldu. İnsanoğlunun kıskançlık kaynaklı ivmeleriyle mücadeleye girmeyi hiç anlamadım ki, yapabileyim. Bunları hep filmlerde olur, ancak senaryolaşır sanmışım. Duygunun işi bitse, mantık el verir, diye düşünmüşüm. Ben sıcak yaklaşırken, geri döneni de sıcak hissetmişim. Yalan çok kolay söylenebilir gerçeğini es geçmişim. Yaratılan yalan dünyanın gerçeğini görememişim.

Şimdi yeni bir duygum ve belki de takıntım var artık: insanlardan korkuyorum. Paranoyakça kaçıyorum. ‘Ya her söylediğim aleyhime çalışırsa bir gün’ diyen melekle şeytan arası bir yaratık var artık, kulağımın dibinde. Ruhuma verilebilecek yeni bir travmanın yükünü taşıyamam gibi geliyor artık. İncinmişliğimin telâfisini yapabilecek kişilere bile ruhumun gözlerini kısarak bakıyorum. Atasözünü değiştirmek istiyorum artık: eski dost gün gelir, düşman da olabilir.

Beni sarsan zamanların bir an önce eskimesini diliyor, zamanın ilaç olduğunu bir an önce onaylamak istiyorum. Tekrar zarar görme korkusundan arınmak ve eski ben olmak istiyorum. Bu korkuya sahip olmak, beni benden farklı biri yaptıkça, bu korkudan da, kendimden de korkuyorum. Örmek zorunda kaldığım duvarları aşıp aşıp gelen ve beni uyutmayan sıkıntılardan kurtulmak istiyorum. Uyandığımda anısız olmak istiyorum.

Anneme “bana çocukluğumu anlatsana” demiş bulundum. Büyümüş olduğumu unutmak mıydı niyetim acaba… Öylece çıkıverdi ağzımdan. Sonra kızıma baktım; yüzündeki mutluluğun çizgisizliği içime iyi geldi; uzandım öptüm pürüzsüz bir sevgiyle. O ise yüzümde artan çizgilerimi okurcasına, ‘korkma anne, bak biz varız’ der gibi baktı kocaman gözleriyle. Bu iki farklı kuşağın arasındaki kuşak olarak yalnız olmadığımı fark ederek, kuşaklarımızı birleştirdik. Evet, zamanın sağaltan gücünü onlarda bulmalıyım. “Çare olmayan merhemini akıtayım zavallı gözlerimin” diyen bir Lady Anne olmaktansa, her şeye karşın ayakta duran Antigone olmayı seçmeliyim. Elimden geleni yaptım, diyebilmeyi istemedim mi ben hep?