28 Aralık 2012 Cuma

"İMZA: KIZIN" İMZA GÜNÜ




Kasım ayında ömrümün ilk imza gününe giderken yaşadığım heyecandan farklı değildi, dün yaşadığım... Çoğunuzun iyi bildiği çok yazarlı bir kitabımız var: "İmza: Kızın". Yaklaşık 1.5 ayda, altı baskı yaptı; doludizgin koşuyor. İlgi büyük, paylaşım çok... Gelir, okuma imkânı olmayan kızlarımıza gidiyor; bu çok çok önemli!!

Dün de İzmir'de imza günü yapıldı ve ben "nam-ı diğer Kamber" tabii ki oradaydım. Geçtiğimiz günlerde İzmir'in ilk çocuk kitabevi olarak açılan "Hayal Kurdum Kitabevi"nin konuğuyduk ve sahibeleri bizi çok sıcak ağırladılar; çok çok teşekkür ederiz. Günlerdir vakit gelse de gitsem, diye pırpır edip durdum. Koşa koşa gittim. Oraya vardığımda yazarların birbiriyle sohbetine ve birbirlerine imza verme heyecanına rastladım. Okurlarımız birer ikişer geliyorlardı ama hepimiz birbirimizi tanıma ve sarılıp sarmaşma telaşındaydık. Kitabım imza doldu, ne güzel. Sanki hepimiz o yazıları oturup birlikte yazmış ve o babaları zaten tanıyor gibiydik. O arada bana, benim kendi kitabımı elinde tutarak gelenler ve imza isteyenler de oldu.

Kitabın 114 yazarının 12 tanesi oradaydık. Dubai'den gelen bile vardı; zaten İzmir'de ailesi olduğu için bu vesileyle ailesini de görmüş oldu: Hürriyet gazetesi yazarı Yonca Tokbaş.
Salondaki sandalyelerde yerini almış okurlar arasında bir karı koca dikkatimi çekti; fakülte ikinci sınıftayken Tıp Fakültesi'nden aldığımız derslere giren hocalarım. E onların da soyadı Tokbaş idi. Meğer Yonca Hanımın kayınvalidesi ve kayınpederiymiş. Erkek hocamız teorik dersleri anlatırdı, kadın hocamız da laboratuvarda ders verirdi. Hatta bir defasında, sınav sırasında o kadın hocamın ayağımı dürtüp durmasına şaşırmıştım; ben ayağımı çektikçe o daha da dürtüyordu. Çünkü bir cevabı yanlış yazmışım: "Düzelt onu," diyordu. Tabii ki bu kıyağı asla unutmadım ve dün akşam da söyledim. Şaşırmadı, meğer hep yaparmış :)))

İmzalar ve duygusal söyleşi seansı şahane geçti. Ayrılasım gelmedi. Ayrıca kitaba katılamadığı için, sonradan yazdığı mektubunu okuyan bir hanım hepimizin gözlerini doldurdu. Hatta siz de katılmak isterseniz, babanıza yazdığınız mektubu, imzakizin@gmail.com adresine yollayarak, www.imzakizin.com'da yayınlanmasını sağlayabilirsiniz.

Sırada "İmza: Karın" projesi var. Projeyi hazırlayan ekip, evli olmak gerekmediğini, hatta sevgiliniz için bile yazabileceğinizi belirtiyor. Ne duruyorsunuz?

Projeler hep kadınlardan oluşuyor. Kadının duygusallığı, gücü ve paylaşım rahatlığına vurgu yapıyor sanki. İşte bu rahatlığımız sayesinde biz daha uzun yaşıyoruz kızlaaar!! Yazın ve uzun yaşayın!!




13 Aralık 2012 Perşembe

BİRİ BİR ŞEY 'DEDİ', İÇİME 'KODU'

Bakmayın ara ara insanlara çattığıma... Sanmayın etrafım tilkilerle dolu... Var işte böyleleri de, öyle değil mi?

******

Bir şeyleri konuşabileceğiniz insanlar var, konuşayamayacaklarınız var. 'Bir şeyler' derken, kısaca sevinçler ve üzüntüler...
İyi gün dostları var, kötü gün dostları var... Bunların ikisini de içeren bazı muhterem insanlar var, bunların hiçbirini (yani iyiyi bile) içeremeyen insanlar var... İyi bir haberinizi bile ilk andan paylaşmaktan çekindiğiniz insanlar. Özünde kötülük olmasa da bir şekilde, o insanın sizi, haberinizle birlikte sarıp sarmalamadığını hissedersiniz. Hadi diyelim ki, iyi haberinizi duydu ve aradı. Tebrik, göz aydın vs ... Ama ya bir gün bir kötü haberinizi duyarsa diye korktuğunuz birileri var mı? Benim var.

******

Dedikodu... Lafı evirip çevirip değiştirme... İşine geldiği gibi aktarma... "Otuz iki dişten çıkanı otuz iki ağıza dağıtma"....
Ben bazı kadın tiplerinden korkarım. Eskiden "kadının kadına ettiğini..." derlerdi de, hayatta kabul etmezdim. Erkeklerin de sıkı dedikodu yaptığını, bizzat erkekler de söylemesine rağmen, onlar olayları kadınlarınki gibi kurgusal bir baş yapıta dönüştürmüyorlar. Kadınların bazıları: "Bu dedikodudaki tüm olay ve kişiler gerçektir" cümlesine öyle bir inanıyorlar ki, Hollywood peşlerine düşse yeridir; senaryo üretim makinesi gibi çalışırlar.

Bir zamanlar ben gençken, boş bulunup ya da kendimi bir şekilde tutamayıp bir sıkıntımı anlattığım, "hay dilimi eşek arıları sokaydı da ağzımı açamaz olaydım" dediğim bir dertleşme seansım olmuştu. Bir grup kadındık, ama bir tanemiz "dişi" imiş (Niye dişi? Vamp bir hatun kişi olduğundan hiç değil. Yani olsa vallahi söylerdim. Ama ona 'dişi' dememin nedeni, hani hayvanların da erkek olmayanına denir ya, o yüzden. Çünkü o bir hayvanmış, bilememişim.) Benim derdi alıp, eşine bedavaya satmakla kalmamış, o kendi gibi bir çeşit "dişi" (aslında erkekler için çok daha uygun bir sıfat var ama edeb/iyatıma yakışmaz) olan eşi de sağda solda anlatmaya başlamış.

******

Neyse... Konuların yanlış insanlara anlatılması sonucunda, allanıp pullanıp size geri dönmesi, dönüş yolunda sağa sola peşkeş çekilmesi ve sonunda "Arabesk" filmindeki Müjde Ar gibi delik deşik size ulaşmasında emeği olan herkesi ayakta alkışlayalım. Çünkü suçlu onlar değil, sizsiniz. Zayıf anlarınıza daha bir hâkim olun kardeşim!
Konu sizden bakire olarak çıkar, hayat kadını olarak geri gelir. Siz konuyu, tüm o kırılganlığınızla pamuklara sararsınız, o poposuna kadar yırtmaçlı, göbeğine kadar dekolteli olarak geri gelir. Siz naif bir müsamere sergilersiniz, o bir pavyon revüsü olarak geri gelir. Siz bir kaplumbağa Vosvos anlatırsınız, o size üstü açık bir Corvette olarak geri gelir. Siz çocuksuz gönderirsiniz, o beşiz doğurmuş olarak geri gelir. Siz Külkedisi dersiniz, o sokak kızı İrma anlar. İşte bir konuyu sulu götürüp susuz getirme yeteneğine sahip bazı özel insanlar vardır.

Konu dedikodusal döngüsünü tamamlayıp size hasbelkader geri dönerse, "bu kimin hikâyesi?" diye merak bile edebilirsiniz. Hatta bu kadar özel bir konunun size anlatılmasından rahatsız bile olursunuz. Gözünüz konuyu bir yerden ısırır ama, kulaklarınız inkâr eder. "Yok canım, ne alâka" diyecekken, ayrıntılarda kendinizden tınılar bulursunuz. "Nasıl yani? Ne? Kim anlattı?" diye sorduğunuz aynı kalleş döngünün vatandaşları (ki bunlar o anda dedikoduyu ilk aldıkları kişiye de kalleşlik yapmakla meşguldürler), kaynağın başını anında ele vermekten çekinmezler. Bunları önünüze döken kişiye teşekkür mü etmeli, arkasından terlikle mi kovalamalı, henüz bilen yok. Bu tipleri, "al birinden, vur ötekine" işlemi yapabileceğiniz yumurtalar olarak görmekte fayda var.

Şimdi arkadaş grupları içinde kendilerini idare ediyorum mecburen. Çünkü ben kimseye onun bana yaptığını yapıp, onun bana yaptıklarını anlatmadım. Hâlâ bana yapılmasını istemediğim şekilde davranmamaya çalışıyorum. Ama tabii, enayiliğin de âlemi yok, denecek tavda bir vukuattan mağdur ve musdarip olursam, kim tutar? Kadir İnanır.
(Ay bu olmadı galiba)

12 Aralık 2012 Çarşamba

GÜCÜNÜZE ROT BALANS AYARI

"Bir işi yaptıkça göreviniz olur" gibisinden bir cümle vardır hani... Cümlenin özünde, "bir süre sonra değer bilinmezlikle karşılaşırsınız" anlamı da vardır. Yapılan işler, gösterilen anlayışlar rutine girince, sizden zaten hep beklenir olur, yadırganmaz, takdir cümleleri azalır, yapmazsanız eleştirilirsiniz, yaparsanız değişen bir şey olmaz.

Şimdi ben bu bağlamda başka bir konuya geçiş yapacağım:
"Güçlü kadın" algısı...
Doğası ve ek olarak yaşadıkları gereği dimdik ayakta kalan kadınlar... Daha önce hiç ciddi bir güç gerektiren olayla karşılaşmamış olsa bile, o doğası onu, daha ilk sınavından itibaren yarı yolda bırakmaz. Hatta bu duruşu ve dirayeti onu bile şaşırtabilir. Mücadelesini verdiği olay dahi kısa süreliğine anlamını yitirip, kendindeki bu abideliğe merak ve hayranlıkla bakabilir. Olayın derlenip toparlanması sonrasında, buna tanık olanlardan takdir görmesi kaçınılmazdır. Kendi kendinin sağlamasını yapmış olması, onu gelecekteki mücadelelere donanımlı ve özgüvenli olarak hazır tutar.
Direnç ve baş etme cephanesi doludur. Özlem Tekin'in sesi çınlar kulaklarında: "Dağları deldim tek başıma..."
Bu özgüvende muzaffer bir eda ve ayakta kalmanın haklı gururu vardır. Mahsun Kırmızıgül girer devreye: "Yıkılmadım, ayaktayım..." (Güçlü kadının kararsız müzik zevki; bir rock'çı kadar mücadeleci, bir arabeskçi kadar isyankâr)
İçeriden ve dışarıdan doludizgin bir amigo faaliyeti ile "bir sonraki sorun gelsin de görsün gününü," diye bile beklenebilir (Güçlü kadının mazoşist eğilimleri).
Gel zaman, git zaman (ki ne "gel" demekle gelir, ne "git" demekle de gider; kalleş zaman), hayat bu ya, bir başka sorun kapıyı çalar. Sonra bir başka sorun, daha sonra bir yenisi...
"Bu olmaz,"
"Bu da olmaz,"
"Bu hiç olmaz," deme hakkı yoktur.

Salvolara verdiği cevaplar, gösterdiği tepkiler ve duruşu ile üstesinden geldikçe, zafer çentikleri bir bir atılır duvara. Bilmez ki, her çentikte biraz daha güç kaybındadır. Çevresi zaten hepten bilmez.
"Sen güçlü kadınsın maşallah, bunu da alaşağı edersin alimallah, inşallah, ya Allah!"
Her çentik bir yara izidir içinde... Kavgasını verdikçe, orantı değişir; ters orantı olur: zafer sayısı arttıkça güçte düşme, enerji azalması, tahammül kaybı...


Bunları fark etmesi zaman alabilir. Ama fark edince de şaşırır, anlayamaz.
"Meğer gücümün de bir sınırı varmış," noktasında, bir yandan kalan gücünü idareli kullanmaya niyet ederken, öte yandan bu güç kaybını etrafına belli etmemeye çabalar. Şanına leke sürülsün, itibarına halel gelsin istemez. Güçsüz kalmasına alkış tutacak, pis pis sırıtacak olanlara koz vermek istemez.

Ama ya onun yanında olanlar?
Onları da üzmek istemez belki; açık vermez.

Bilmezler ki;

Kadın ruhu, kadın kırılganlığı denen bir şey vardır.
Beden kasları bir erkekten daha kuvvetli değilse de, ruh kasları sıkı idmanlıdır. Bir erkeğin başına gelse, iki seksen serileceği badireleri tık demeden, hatta tek yaş dökmeden aşmıştır. Ancak yine de yürek bu, pes edebilir, destek arayabilir, yorgunluğu anlaşılsın isteyebilir. O kadın, o âna kadar öyle bir yıkılmamıştır ki, kimsenin aklına onun artık yorgun bir kadın olabileceği gelmez bile. "Ona bir şey olmaz," yargısına alıştırılmışlardır.
Maske sevmeyen, bir şeylerin arkasına saklanmayı istemeyen karakteri daha fazla dayanamaz: "Hayır! Ben yoruldum artık!"
Dinleyeni, anlayanı çıkar mı? Çıkar ama hızla unuturlar. Özgeçmişi sağlam bir kadındır o. Kim bilir belki de, onlara dert olmasın diye, zaten kendi dertleri başlarından aşkın diye ya da o kadına bunu hiç yakıştıramadıkları için unutmayı yeğlerler. Hatta daha da yüklenirler; süngüsünün düşmesine kızarlar.

Anlaşılan odur ki, "tek geldi, tek gidecek".
O diyardan gidilemiyorsa, o deve iyi kötü güdülür.
Terlemeyi göze almak gerekir, girilen her hamamda.
Kaşığı kırdırmamak için pilavı yemek şart olur.
Direnci düşse de, gururu düşmesin ister.

Güçlü kadının bu gücüyle rahat edenler ve huzur bulanlar, onun yerinde siz olsaydınız, nasıl olurdunuz? Aslında bal gibi de biliyorsunuz.
Ve siz güçlü kadınlar, gücünüz göreviniz haline gelmesin. Size sunulan, bahşedilen bu güzel yönünüzün kemirilmesine, israf ve istismar edilmesine izin vermeyin. Bazen zayıflık da bir meziyettir. Bir "Hürrem Sultan" olmak zorunda değilsiniz.


11 Aralık 2012 Salı

KAZIK YEMEĞİ TARİFİ

Bir başkasına güven duygusu, kişinin ailesinden gelen alışkanlıklarla, geçmiş deneyimleriyle ve kişisel özellikleri ile şekillleniyor. O aile bireylerinin de aynı yollardan geçmek zorunda kalarak yetiştiğini düşününce, her bir yeni insanda döngü başa sarıyor. Ara nesillerde farklılaşan birileri olmadıkça, yeni gelenler de iyi ya da kötü bir rayda yetişecektir.
İnsanlara kuşkuyla bakmak öğretilen bir duygudur. Ya aile öğretir, ya bunu yaşatan bireyler... İnsan kuşkuyu da, korkuyu da sonradan öğrenir; savunmasız olduğu/savunmaya gerek görmediği durumlarda yediği bir kazıkla. İlk anda kazığı atan(lar)a büyük tepki duyar, bu kazığı anlamayamaz. "Bunu nasıl yaptı(lar)?" sorusu yer bitirir; hatta bundan da önce, on(lar)a bunu yakıştıramaz. Kendine yüklenir: "Yanlış anlıyorum, bu mümkün değil. Böyle bir şeyi yapmaz(lar)." Yanlış anlamadığını doğruladıkça, anlamlandırmaya çalışır: "Ben ne yaptım da böyle oldu?" sorusu kol gezer sürekli. Geçmişi tarar; geçmişin film şeritleri buradan köye yolacak kadar uzaaar gider. Eski zamanlarda doğru gelenlerde yanlışını bulmaya çalışır. "Nerede yanlış yaptım? Nerede yanlış anlaşıldım? Diyelim ki, şu şu yanlıştı, niye bana o zaman söylemedi(ler)? Niye paylaşılmadı bunlar benimle? Neden kendi aralarında kaynattılar? Niye hiçbir sorun yokmuş gibi davrandılar? İyi de biz tüm o süre boyunca sohbetler ediyorduk, gülüp eğleniyorduk."
Kendi başına çözemedikçe, yine aynı saflıkla on(lar)a bile sorduğu olur. Hâlâ dersini almamış ve kazığı yok sayan bu insan, çözümü on(lar)da bulma çabasına sarılır. Çünkü yine de yanlış anlaşılmış ve/veya yanlış anlamış olma ihtimalinin üzerini çizip geçmek istemez. Halbuki irili ufaklı samimiyetsizliklerini ört bas etmeyi başarıyla sürdüren o insan(lar) son bombayı patlatmıştır da, kahramanımız olaya hâlâ aymamıştır. Daha kaç kez duyması ve anlaması gerekiyordur?
Önüne dizilen duvarları yara yara olumluya ulaşma yorgunu bu insan, çarptığı son duvarda ruhu ve kalbi kan içinde çöker kalır bu duvarın dibinde. Bir süre yaralarıyla vıcık vıcık yaşar. Direnci yerle bir olur. Şifa olabilecek şeyler bulmak ister; dünyanın neresi olsa gidesi gelir. Ona bu yaraları açan(lar)ın olmadığı bir başka coğrafyaya özlem duyar. Sıfırlanma şansı olsa, bir düğmeye basası gelir. Ama ne yazık ki, nereye gitse o ruh da, kalp de yara beresiyle birlikte onunla gidecektir. İyileştiğini asla göremeyeceğini sanır. Olsa bile kim bilir ne zaman olacaktır... Bir an önce zamanlar aksın ister; "her şeyin ilâcı" denen zamanın ona yoğun bakım altında hızla şifacı olmasını dua eder. Damarlarına yüksek dozlarda 'zaman ilâcı' zerk edilsin, bir anda, mesela altı aylık doz verilsin ve ayağa kalksın arzusundadır. Ya da uyutulsun ve bir uyansın, her şey geçmiş...
Yarı uyur yarı uyanık bir bitkisel hayatın başlangıcıdır bu. 


Yaşamı sürdürme gereğinin zorlamasıyla hayat devam eder, mecburen. Meğer ölünmese de "hayat devam ediyor"muş. Yara senin yaran, kime ne senin yarandan? Sen yaralısın diye, sorumlulukların "biz kenarda bekleriz, sen iyileş gel" demezler. Aslında iyi ki de demezler. Ruhunu yaşarken teslim etmiş beden, ağır aksak yaşamayı sürdürür.

Bir sonraki aşama, kendine kızma aşamasıdır. "Nasıl anlayamadım? Nasıl güvendim? Evet, evet şu ya da bu olayda anlamalıydım! Önlemimi almalıydım! Tüyo verdi(ler) ve ben görmezden geldim. Aptalım ben!"
Sar en başa:
"İyi de ben evde böyle yetişmedim ki...
İyi de ben hiç kazık yemedim ki daha önce...
İyi de ben insanlara güvenmeyi bilen biriydim..."

"Anne, beni niye böyle yetiştirdin?"
"Ne bileyim çocuğum, zamanlar değişmiş artık."
"Zaman deme bana..."

Adamı yetiştirirler, kazığı ilk de olsa yediren biri çıkar, o güveni de yerle yeksan eder.

Son aşamada, o geçmeyecek gibi görünen zamanlar geçmiştir artık. Eski ya da yeni insanlara temkinli yaklaşma hali, bir gider bir gelir. Unutulursa telâş edilir: "olamaz! fazla güvenir oldum yine." Ama hani o "huy" denen şey var ya... Ölene kadar insanın ensesinde boza pişirir. Doğuştan var olanlarla (huylar), sonradan kazanılanlar (güvensizlik kuşkusu) arasında sıkışan bünye, kararsızlıklar yaşar. Olay artık, sadece başkalarını sorgulama değil, kendini de sorgulama fazındadır. Hatta başkalarından çok kendini... Ağzıyla kuş tutana bile kendi kendini dizginleyerek bakar insan: "Ne güzel olurdu bu insana tümden güvensem..." O yüzden de gerçek dostluk şansları kaçırılabilir.


Ruh ve kalp yaralarının pansumanı kolay değil ki... Enfeksiyon kapma riski % 100. Ruh ömür boyu enfektedir artık. Tedavi sadece bulguları yok eder; tümden iyileşme ihtimali yoktur. Bulaştırılan mikrop öyle bir nüfuz eder ki, tertemiz başkaları da bu güvensizlikten nasibini alır. N'apalım kusura bakmasınlar; hastalandı bu ruh bir kez. Yola kanlı canlı çıkan ruh ve kalp, yenen kazıkla, önce bitkisel hayata, azıcık toparladıktan sonra da hayvansal hayata geçer. Gardlar tam aksesuar olarak alınır ve pusudan asla çıkılmaz. Kokmaz bulaşmaz bir tavşan dışkısı misali bir hayattır yaşanılan. Bunu yaşayana ve sonradan yaşatılana ne büyük haksızlık...

Beddua edesi gelir insanın... Ama yine de huy-aile ikilisinin öğretileri engel olur. Yani bir anlamda hâlâ adam olunmaz. Son kertede söylenen söz: "Allah bilsin..." diye bir havale çıkarmaktır.
Amin...





8 Aralık 2012 Cumartesi

RUH KABIZLIĞI UZMANINDAN ALTIN BİLGİLER

Aşağıdaki yazı, ruh ve barsak kökenli kabızlık üzerine bir yazıdır. İkisi arasındaki benzerlik ve farklılıklar irdelenmiştir. Midesi kaldırmayacak olanlara ön uyarımı yapayım da, "ıyyyy, böööğğkk..." vs tarzı düşüncelere bir önlem almış olayım.
Google bilgiçi şöyle diyor:
"Kabızlık Nedir?
Kabızlık dışkılama sıklığının azalması ve dışkılama sırasında güçlük çekilmesidir. Dışkılama sayısı sağlıklı kişilerde farklılık gösterir ve kesin bir sayısı yoktur. Aynı zamanda bazı kişilerin dışkıları normalde de katı olabilir. 3 günden uzun süre ile dışkılama gerçekleşmediğinde dışkı sertleşir ve çıkışı ağrılı olabilir ancak, bu durum daha sık tuvalete çıkanlarda da gerçekleşebilir."
Olayın barsak kökenli olanını zaten hepimiz biliyoruz. Lifli (sebzeler ve kepekliler) besinler, bol su içmek, egzersiz yapmak, az ve sık beslenmek vb gibi çözüm önerilerini de biliriz. Yani temel olarak "beslenme alışkanlıkları ve egzersiz" önem kazanıyor. Barsaklarından hastalanan kişiler için de dışarıdan destekli bir takım çözümler üretilir ve yaşayan her insan mutlaka şu ya da bu şekilde o dışkıdan kurtulur. Ayrıntıya gerek yok; zira bu yazı bir tıp makalesi değil.

Ruh kökenli kabızlık, benim kendi uydurmam olup, Google'da şu an yoktur ama şu andan itibaren olacaktır. Ben şöyle tanımlıyorum:
Duygu ve düşüncelerini dışarı vurmanın (dışkılamak=dışarıya vurmak) azalması ve güçlük çekilmesidir. Duygularını ruh operasyonuyla aldırmış bir insan düşünemiyorum. Her insanın iyi ya da kötü, az ya da çok duygusu vardır. Bazı kişiler dışarı vurmakta katı olabilirler.




BULGULAR:

Duygularını ve düşüncelerini uzun zaman içinde tutanlarda,  kalp ağrısı, ruh sıkıntısı, nefes darlığı, âni öfke patlamaları, depresif alâmetler, kötüye delâletler görülebilir. Bu gaflet ve dalaletten  (Delâlet değil. Dalalet ise, "sapkınlık" anlamındadır) kurtulamayan ruh bünyelerinin bu bulgulardan kaçması zordur. İçeride tutulan duygular iyice sertleşir ve çıkışı ağrılı olabilir.

NEDENLERİ:

Kişinin yetiştiği ortamın önemi büyüktür. Baskıcı bir aile içinde büyüyen kişilerin yakalanma oranı yüksektir. Bir fikrini söylemek ya da bir şey hakkındaki duygusunu paylaşmak isterken "sen sus küçüksün! saygılı ol!", "ağzına biber sürerim", "dilin de fırıncı küreği gibi maşallah!", ya da "büyüklerin yanında konuşulmaz" makamında tepkiler altında hayatını idame ettirmeye zorlanmış bireylerin kaçınılmaz sonu "ruh kabızlığı"dır. Bu insan ruh kabızı olmasın da ne yapsın? Olsun, hakkıdır, ama çok da yazıktır.

Kişinin karakter özelliklerinin de önemi büyüktür. Ha şimdi bu noktada, yetiştiği ortamın da etkisi var tabii ki. Yani, aile içinde kendini beğenmiş, megalomanlıklar arası olimpiyatlarda altın madalyalı, burunları Kaf dağını bile beğenmeyen, alçak dağları geçtim en yüksek olanları bile kendi yarattı sanan ebeveynlerle büyümüş ya da yalancı aynalardan "en büyük sensin yavrum!" tezahüratlarına maruz kalmış ise, aynı aynalardan ona "en kabız ruh sensin, yürü be kim tutar seni!" laflarını duyacaktır. Bu alkışın marazi yönünü göremeyecek kadar ruh körlüğünden de musdarip olması kaçınılmazdır. Komplike bir vaka... Büyüklük kompleksleri deryasının, kaptan-ı deryasıdır o. Onu anası kendi için doğurmuş, hamurunu kendi için yoğurmuştur. Allah onları birbirlerine bağışlasın. Evlerden ırak.

Özgüven sorunu da bir etken... Hayatı cesaretten yoksun ve başarısızlıklarla dolu bir garibanın da ruh kabızlığına yakalanma riski yüksek. Çünkü ne dese beğenilmeyeceğine inanır. Değil duygu ya da düşüncesini dışarı vurmak, ağzını açıp konuşmak için bile sekiz takla, beş parende, on fırın ekmek yeme, kulplu beygirde iki salvo atma dahi yetmez. Bu tipler için hep birlikte üzülüp, sarılıp sırtını hem sıvazlayalım hem de pıt pıt vuralım hafifçe.

SÜREÇ VE TEDAVİ:

Barsak kökenli kabızlıkta, bireyin artık daha fazla karnında gezdirmek istemediği ...lar, onun, eline birkaç gazete veya dergi alıp tuvalete intikal etmesini gerektirebilir. Aslında tavsiyem hiçbir materyal almadan oturmaktır. Konsantrasyon bozulmamalı; bir meditasyon ritüeli havasında, kepekli mumlar, tercihen posalı yiyeceklerden yapılmış tütsüler, ıkınmalı ses kayıtları eşliğinde içeri girilmelidir. Ev halkından yarım saat izin istenmelidir. Cep telefonu sessize alınmalı ve salonda terk edilmelidir. Ocakta yemek bırakılmamalıdır. Eskiler, alaturka tuvaletin barsak hareketlerine daha faydalı olduğunu söylediklerinden, bazı evlerde mevcut olan bu tür tuvaletler modernize edilmemelidir. Birkaç saat öncesinde kuru kayısı ya da haşlanmış mısır üzerine bol su içmek ya da yalın ayak dolanmak da fayda gösterir.


Ruh kökenli kabızlıkta, ruhta şişkinlik yapan duygu ve düşünceler, herkeste aynı zamanlarda sıkıntı yaratmayabilir: kiminde bir ömür, kiminde istiap haddi dolunca. Hatta bu şişkinliğin farkına bile varılmayabilir. Fark etme süreci ya kişisel aydınlanma ya da "düzenli-olarak-ruh-dışa-vurumu" yapan, huzurlu biri ile karşılaşmanın akabinde görülebilir. Her nasıl olursa olsun, çözüm önem kazanır. Eğer kişisel aydınlanma (ki aslında bu "yeteeeeer!" denen bir evredir) ile olduysa, bu arkadaşlara bir el vermek gerekir. Yazık, sevaptır. En yakın koltuğa birlikte oturulur ve gözlerine bakarak konuşması sağlanır. Fazla konuşmamak, onaylayıcı baş hareketleri yapmak ve hafif gülümsemek uygun düşer.
Diğer türlüsünde ise, o huzurlu bireyin, bu kabız bireyi bir derbi maçına götürmesi fena kaçmaz. Bol bol bağırması, küfür etmesi ya da sahaya şişe atması sağlanmalıdır. Bu yüzden karakolluk olma ihtimaline karşı, tam teşekküllü bir ruh doktorundan rapor almak yeterlidir. Zaten statlarda çalışan emniyet görevlileri hizmet içi eğitimlerden geçirilmiştir, bilirler. Geçirilmemiş olanların itip kakması sırasında fazla direnmeyip, hızla kefalet için kimin aranması gerektiğine karar vermek elzemdir. Nezarethanede geçen sürede, kendiyle hesaplaşan hastamız, dışa vurumun dayanılmaz hafifliğine teslim olmuştur ama dozunu ayarlaması gerektiği noktasına ulaşmıştır.


AYIRICI TANI:

Gerçek ruh kabızları ile kendi ruh kabızı olmadığı halde, bunlarla muhatap olmak suretiyle kabızımsı belirtiler gösterenler karışıtırılmamalıdır. Bunun için yapılacak test basittir: İkisine de sadece "n'aber?" demek yeter. Gerçek olanı: "iyi ya n'olsun" der bitirir. Diğeri ise sadece "öfff ya, içim daraldı arkadaş!" dese bile tanıya ulaşılır. Her ikisi için de ileri tetkike gerek olmaz.


SORUN:

Sık sık tuvalete gitse bile barsak kabızlığı olanlar gibi, sık sık dışa vurum yapmasına rağmen ruh kabızlığından musdarip olanlar, "ruh ishali" olarak tanımlanabilir. Onlara "ne halin varsa gör" demekten başka çaremiz yoktur. Mümkünse onun yanından uzamakta fayda vardır.


HASTALIĞIN SEYRİ:

Barsak kabızlığı, toksinlerin kana karışması sonucu ruhu teslim etme ile son bulabilir. Ruh kabızlığı ise, bedensel olarak ölümcül bir hastalık olmamakla birlikte, sonu ruh ölümüdür. Bedenen canlı, ruhen ölü... Her koşulda ruh elden gider. Allah selâmet versin.

Bu gayet aydınlatıcı bilgileri sizlerle paylaşmadan edemedim. İnsan bir şey biliyorsa kendine saklamamalı. Bu kıyağımı da unutmayın. Kabızlıktan uzak günler dilerim.


7 Aralık 2012 Cuma

ETEKTEKİ TAŞLARI DÖKMEK

Deneme-anlatı yazma eyleminin üç temel aşaması var, kendimce:
1- İnsanları ve olayları izlerken, başka bir açıyla izlemek.
2- İzlenenlerden yola çıkarak, algılananlar ile benim içimden geçenleri birleştirip yazıya dökmek.
3- Yazılanlarla rahatlamak.

Gittikçe artan dozlarda yazıyor olmak, beni gittikçe artan dozlarda gözlemci yapmaya başladı. Eskiden daha az yapardım bunu; bilinçli bir şey değil. Ama işte beni yazmalara doludizgin götüren bir faaliyet haline geldi. "Hadi şimdi izleyeyim, bakalım neler göreceğim" tarzı bir mesai değil bu. Kendiliğinden olan bir şey. Sadece etrafımı değil, kendimi de izliyorum. Gözlerim kamera, kulaklarım ses alıcısı, ağzım hoparlör... Sürekli kayıttayım. Dur durak yok.
Kitabım çıktıktan sonra daha da arttı. Çünkü önceki kayıtlarımı okurla paylaşmanın ardından gelen onaylar ve beğeniler, güzel bir şey yaptığımı söyler oldu. "Madem öyle, o zaman algılarımı daha da açayım," diye özel bir çabam da olmadı, ama yazmalara olan özgüvenim artınca, daha çok yazmaya başladım. Yazdıkça açıldım, açıldıkça algı antenlerim iyice ortaya çıktı. Daha çok şeyi fark eder, fark ettiklerimde yazacak bir şeyler bulur ve not alır oldum. O kadar çok not alıyorum ki, boş vaktim olduğunda yazasım varsa, hiç sıkılmayacak kadar notum birikti. Hoş bir devinim yani...

Öte yandan en basit şeylerde bile öyle çok anlam görür oldum ki, beynim yetişemez oluyor. Aklımdan geçen fikir ve cümleleri yazmaya yetiştiremeden unutabilecek kadar hızla akıyor kafamın içinde. Sorumluluklarımın ve sosyal hayatımın önüne geçmeye çalışıyorlar; bu yüzden birçok şeyi erteler oldum. Acil olmasa da yapmam gerekenleri bekletir oldum. Acil olanları hızla yapıp, yazı dünyama koşarak dönmek ister oldum. Emekli olmayı hiç istemediğim halde, tek işimin yazmak olmasını diler oldum. Emeklilik hayalim diye bir şey yokken, kendimi sürekli ve bölünmeden yazıp durduğum bir hayalin içine oturtur oldum. Kenara çektiğim ve bol zaman/konsantrasyon hak eden bir romanım var; bir an önce ona devam etmek ister oldum. Onu, kaliteli zaman ayıramamaktan korktuğum bir çocuğum gibi kabul eder oldum. Aldığım notları yazıya ve kafamdaki kurguyu romana dönüşmesi için bekler durumda bırakmaktan rahatsız olur oldum. Ama kendime telkinlerde bulunup sakinleştiriyorum. Tek isteğim, sağlıklı yaşamak... O olursa hepsine hak ettikleri zamanı bulurum nasılsa.


Bunların yanı sıra, hani o kabak çiçeği gibi açılan algım var ya... O da beni nasıl dolduruyor! İnsanlarda gördüğüm bir mimik, gözlerindeki bir ifade, duyduğum sözler, verdikleri hisler ya da düşünceler, bir saldırı halinde üşüşmekle meşgul ve çok yorucu. Bir de bu farklı algı yüzünden, kafamda dolanıp duran cümleler beni farklı düşünür de kıldı. Bir yanıyla olumlu, bir yanıyla değil... Çünkü kendimi başka bir dünyanın içinde buluyorum ve artık günlerce kendini kapatıp yazan insanları çok iyi anlıyorum.
Sanki görmemem gereken şeyleri de görür oldum; soyut anlamda tabii. Yazdığım rapor doğrudur, yanlıştır bilemem, ama insanların ruhunun MR'ını çeker gibiyim.  Hem kendimin hem insanların derinliklerini görmek... Hem bir lûtuf gibi hem de bir ceza... "Yazmak çileli bir süreçtir" gibisinden cümleler duymaya alışkındım ama daha da yaşar oldum. Rahatlamak ve üzerimden bunun yükünü hafifletmek için de yazmam gerekiyor. Yazmaya cesaretim hep oldu ve bunu birilerinin yapması gerektiğine de inanır oldum. Yazdıkça, yazdıklarımı okuyanlarla birlikte ben de grup psikoterapisi yapacağız ve sonunda derin bir "ohhh!!" çekeceğiz hissi... Tortulaşmış birikimlerimizden ve tıkanmışlıklarımızdan arınacağız tesellisi... Zaten bunu hem eski yazılarımı yazarken hem de kitabımdaki yazılarım okunduktan sonra aldığım geri dönüşlerle, epey bir yaşamıştık.

İşin ilginç yanlarından biri de, kitabımı okuyan bazı okurlardan bana dertlerini açmak isteyenler çok oldu. O kitaba dair en çok duymak istediğim şey (okuyanlar bilir), "ben de böyle hissettim, hissettirildim," denmesiydi. Ummadığım sayıda bunu söyleyenle karşılaşmak inanılmaz mutluluk vericiydi. Bir de adı sanı duyulmamış, gaaayet amatör bir 'ilk kitap' sahibi olarak, bana ulaşılabilirliği de kolay tuttuğum için, bunların bana gelmesi zor olmadı. Bu kolaylık, dert paylaşımlarını rahatlattı. Hep birlikte donandık, sarılıp sarmaştık. Bir anlamda kendi kendine konuşup duran ve sesini çıkarmayan bir insan grubu "yalnız değilmişim," diyerek benimle bir oldu.

O yüzden bu çileli ve bir o kadar da huzur veren süreci durdurmaya hiç niyetim yok. Değil kendi adıma, sadece yazma ve/veya konuşma bağlamında çekinik kalanlar için yazmak bile, yeterli bir neden benim için. Birileri cesur olmak zorunda ve ben 'kelle koltukta' atıyorum kendimi ortaya... Önce kendime, sonra herkese soyunur gibiyim. Ruhum ve beynim çırılçıplak ortada.

"Ey okur, senin için ne büyük özveride bulunuyorum!" anlamında bir burnu büyüklük değil bu, yanlış anlaşılmak da istemem. Bu ortaklığın mutluluğunu ne ilk ne de son yaşayan biriyim; biricik değilim. Alt tarafı bir tek kitap yazdım ve paylaştım. "Ben oldum artık" demek de değil, asla! Aslında ben de içimden çağlayanları yazdıkça, kendime yandaş arıyorum bir anlamda. Birlikte temizlenmek, gülmek ya da hüzünlenmenin tadını aldım. Önceden iyi tanıdığım, az tanıdığım ya da hiç tanımadığım insanlarla böylesi içten bir alışveriş için değmez mi?
Yazmaktan çekinmeyin, demiştim. Bendeki soyunmayı ve bana nasıl da iyi geldiğini görenlerden, "ben de yazmaya başladım" ya da "yazmak istiyorum ama yanlış anlaşılmaktan korkuyorum" mailleri alıyorum. Diyorum ki: "Önce kendimizden korkmayı bırakalım. O korktuğunuz başkaları bunu görünce zaten sorun kalmıyor." İğneyi kendimize soktuğumuzu görenler, zaten çuvaldızı size gerek kalmadan kendilerine sokmak zorunda kalıyor.


Yazmak önce bireysel, sonra toplu bir terapidir.

Aliler durmayın! Velilere kulak asmayın!



6 Aralık 2012 Perşembe

BOYA 20, FÖN 5 LİRA

Bazen kendimizden izler bulduğumuz ve bizden yaşça büyük birini görünce, "ben bu yaşa gelince böyle olurum herhalde" cümlesini kullanırız. Arada bir, birilerine "sende gençliğimi görüyorum" demek de mümkün tabii. Mesela bana, bu birinci cümleyi söyleyenlere çok rastlarım. Ve aslında ben de kendimde bunu daha çok hissediyorum; yani yaşlı bir hanıma baktığımda, yaşlı halim böyle olabilir, diyorum. Yaşım icabı ve annemin gittikçe yaşlanıyor oluşu, beni yaşlılık yıllarımı daha bir düşünür kıldı. Belki de bu yüzden...


******

Kuaföre bir gittim; hayat dersi aldım döndüm.

Gittiğim kuaför 40 küsur yıllık, sahibi 60 küsur yaşında. Aslında çok enerjik bir hanım olmasa da çalışkan ve işinin ehli. Hal ve tavrında, sanatçıların "sahnede ölmek isterim" havası var: "krepe yaparken ölmek ister" gibi. Evet, krepe... Çünkü müşterilerinin çoğu ya kendi yaşında, ya da daha bile yaşlı. Belli ki birbirlerini milyon yıldır tanıyorlar. Çocuklarının evliliklerinden, torunlarından bahsediyorlar. Menapoz konu olmaktan çoktan çıkmış; âdet öncesi sıkıntılar geçmişte tatlı bir anı... Eski zamanların modası olan krepeden vazgeçemedikleri bir yaştalar. Ve bolca sprey; kazık gibi, 1 hafta bozulmayacak saçlar yapılıyor. Dalga mı geçiyorum? HAYIR! VE ASLA! 
Havalı bir semtin, bir sürü fahiş fiyatlı kuaför salonunun arasında, paranın faniliğini hazmetmiş ve belli ki doymuş bir kuaför. Hadi bir de reklam yapayım: Diğer süslü kuaförlerin 100 liraya yaptığını 25 liraya yapan bir kuaför. 'Ucuz etin suyu yavan olur,' sözünün düpedüz sağlam bir inkârı olan bir kuaför. Üstelik insanda, saçını yapsın diye annesinin önüne oturmuş kız çocuğu hissi bırakıyor; öyle sıcak bir kadın.
Kuaföre son gidişimde gözüm gene salonu bir taradı. Yaş ortalaması  60-65 arası... Onlardan biri sanki, cisminin etrafında ışık halesiyle oturuyordu orada. Sevimli ve uyanık bir teyzecik... Saçları bembeyaz ve fön çekiliyordu. Ense hizasındaki saçlarına yuvarlak çizgiler veriyorlardı. Hani tam 'hanım hanımcık' denecek gibi. İşi bitti, eliyle birkaç düzeltme yaptı. Arkadan tutulan aynayla saçının arka tarafını da görmesi sağlandı. Her şeyden nasıl memnun... Gülümseyerek teşekkür edip duruyordu. Kendime geldiğimde teyzeye gülümseyerek baktığımı fark ettim. Hatta daha ileri gidip, ona gülümsediğimi görmesini ve onun da bana gülümsemesini istediğimi de fark ettim. Ayağa kalkınca hareketleri çok ağır olmasa da, yaşının temkinliliği görülüyordu. Mavi gözlü... Bir insana kırışmak ve yaşlanmak bu kadar mı yakışır!

Kuafördeki teyze :))

Saçlarımda doludizgin artan beyazlarım, gözlerim, 'yaşlanınca ben de saçımı bu boy kestiririm, bu renkte bırakırım' hesaplarım, gülümsemekten kaçınmayan yüzüm, kuaförüm ne yapsa kolayca beğenen kişiliğim yüzünden, bu teyzeyi kendi yaşlılığımın gözümün önündeki canlı hali olmasını nasıl istedim. Yaşlanınca onun gibi sevecen, güler yüzlü, halinden memnun, bakımlı, modern ve hazımlı olmayı diledim. O yüzden de ortak birkaç yönümüzü anında onunkilerle kopyala-yapıştır yapıp, yaşlı halimi naklen izlediğime inandım. Kadıncağızın ruhu duymadı tabii... Aslında onunla konuşmak isterdim: "Sizin gibi olmak istiyorum. Nasıl özendim ve gıpta ettim size. Sarılabilir miyim size? Hatta bir de öpebilir miyim?" demeyi düşündüm. Ama o anda tepemde, en asık yüzüyle çalışan eleman, boya fırçası darbeleriyle meşguldü; yapmakta olduğu kafa resmindeki konsantrasyonunu bozmak istemedim. Teyze gitti. Ben de her kuaför seansımda, izleyecek bir teyze bulamazsam, sıkıntıdan patlarım diye yanıma aldığım kitabıma geri döndüm. (Haa bakın bu da bir sorundur benim için... Çünkü yakın gözlüğümü takmadan okuyamam. E tabii boya yapılırken ve tutması beklenirken gözlük takılamıyor. Çözümüm basit: gözlüğümün saplarını folyo ile kaplıyorum. Her ne kadar kuaför öncesi gittiğim bankada tam gözlüğüme el atmışken, folyoları görüp geri tıktıysam ve neye imza attığımı bilemediysem de, kuaförde sıkılmamak daha önemli. Bu bir ara taksim idi; konuyla pek alakası yok).

Şimdi ben o teyzeye ilgi duydum ama şöyle de bir şey var: Benim annem de aynı bu teyze gibidir. Nazar değmesin ona... 74 yaşında, saçına, giyimine özen gösteren, evine ne zaman gitseniz mutlaka tertemiz (sanki yeni temizlik yapılmış gibi), dolabında ikramlıkları her daim hazır, her an biri gelecekmiş gibi tertemiz giyinmiş, modern, güler yüzlü, ufacık bir şeyle hemen mutlu olan, kanaatkâr, her yaştan insanla sohbette zorlanmayan bir tatlı insandır. O teyzeye öyle hayran olmamın altında, kendi annemi görmem vardı. Bu nedenle de o teyze bana, çok "benden biri" gibi geldi... Orada annemi görmüşüm gibi hissettiğimi fark ettim. Ona hayran olmam bir yana, kendi annemin böyle olmasından duyduğum mutluluk ve gurur ağır bastı. Benim zaten başka yaşlı hanımlara gıpta etmeme ihtiyaç duymayacağım kadar örnek alabileceğim bir annem var. İYİ Kİ!

Kuafördeki teyze ile annem bir piknikte (yalan)

Her defasında ite kaka gittiğim kuaförde gördüğüm teyzelere ve anneme bakınca, aldığım ders şudur ki, insan hayata sevgiyle bağlanınca, gücünü de yakalıyor. O hayat sevgisi, önce kendilerini ayakta tutuyor; o yaşa rağmen kişisel bakımlarından dolayı asil bir zarafetleri var. Zaten bu sevgi nedeniyle de ruhlarının canlılığı fark edilmeyecek gibi değil. Bizim nesilin yorgunlukları yüzünden bazen es geçebildiğimiz ya da hayıflanıp durduğumuz şeylere bakınca, bu pozitifliklerinden almamız gereken tüyolar olduğunu görüyorum.

 Benim annem bir de çok gayretlidir. Babam gideli on yıl oldu ve inanılmaz bir şekilde çabaladı; ha çok zorlandı ama gücünü korumaya da çalıştı. Şimdilerde diyor ki: "Hem kendi moralim için hem de sizi daha şimdiden yormayayım diye, ileride size daha çok ihtiyacım olana kadar, ihtiyaçlarımı kendi başıma halletmeye çalışıyorum". Bu nasıl bir inceliktir, nasıl bir duyarlılıktır, nasıl bir iç enerjidir!

Ben yaşlanınca annem gibi, o teyze gibi olmak istiyorum.
Moralsiz uyandığım bir sabahın üzerine, bunlar oldu, bunları düşündüm, düşündürüldüm. Sanırım Allah bana, görmem gereken bir şeyleri bu şekilde yolladı. Bana da bunları anlamak ve hiç unutmamak düşer. Bir sonraki moralsiz uyanışıma kadar...





4 Aralık 2012 Salı

YAZI TÜRÜNE GÖRE KİŞİLİK TESTİ

Bir gün Facebook ve Twitter'dan bir soru sormuştum: "Bir yazı türü olsanız, ne olmak isterdiniz? Neden?" diye.
Sayılarla aynen şöyle:
- Roman: 5 kadın, 1 erkek.
- Şiir: 5 kadın, 1 erkek.
- Gezi yazısı: 3 kadın, 2 erkek.
- Öykü: 3 kadın
- Senaryo: 2 kadın.
- Fıkra: 1 kadın, 1 erkek.
- Makale: 1 kadın.

- Köşe yazısı: 1 kadın, 1 erkek.

- Destan: 1 erkek.
- Anekdot: 1 kadın.
- Yıldız falı: 1 kadın.
- Söyleşi: 1 erkek.

- Fabl: 1 erkek
- Her gün başka bir tür: 1 kadın.
Gerçi aynı anda iki tür olmak isteyen de çıktı.

 İstatistiksel olarak anlamlı bir sonuca varılabilecek bir sayıya ulaşılamadıysa da, nedenlerini de yazanlar çok ilginç cevaplar verdiler. Roman, gezi yazısı ve şiirin seçilmesini anlayabiliyorum. Macera, aşk, gerilim, dram vs gibi hayatın içinden olan bir tür olmak, kolay anlaşılabilir. Gezi yazısı keza, çoğu insan gezmeyi/yeni yerler/yeni tatlar/yeni insanlar tanımayı görmeyi ister. Şiir de öyle; diyecek bir şey yok... Hadi fıkrayı ve senaryoyu da çok deşelemeye gerek yok kanımca. Ama son yedi seçenek beni çok düşündürdü ve eğlendirdi (Nasreddin Hoca rahmet istedi).

Köşe yazısı olmayı istemek... Tanımı şu: Dönekler ve bildiğini yazanlar olarak iki ayrı kategorideki fikir sahiplerinin, gazete sayfasının sağ veya sol üst köşelerine yazdıkları , günlük olayları, sevgililerini , ekonomiyi , politikayı , bazen sivri dille bazen komik bir tavırla bizlerle paylaştıkları pencereciklerdir.
Kadın isteklimiz, köşe yazısı müdavimi olduğu, erkek ise "hoş ama boş" olması yönünde gerekçe bildirdi. İnsanın çok sevdiği bir şeyi olmak istemesi anlaşılır bir şeydir. Benim kişisel yorumum ise, "köşe yazıları" bilgi/kritik/yorum vs içeren, kim zaman çok beğenilen, kim zaman işinden olmaya kadar götüren, kimi zaman da okunup geçilen bir türdür. Bu türden olmayı istemek yürek ister; cesur ve kalkanları hazır olmayı gerektirir. Gel gelelim, diğeri beni şöyle bir yoruma götürdü: hayatı çok da ciddiye almak istemeyen, alanlardan mümkünse uzak duran, 'benim hayatıma bulaşmayın' diyen, boşlukları olsa da hoşluğuna odaklanan bir seçim; nedeni bağlamında.

Destan olmayı istemek... Tanımı şu: Milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış tarihi olayların, toplumsal ve doğal olayların çağdan çağa aktarılmış, aktarılırken de hayal unsurlarıyla oluşmuş, süslenmiş, değiştirilmiş çok uzun manzum eserlerdir.
Abi bu nasıl bir megalomanidir! Nasıl bir egodur! En başta, tarihe geçme arzusu geliyor aklıma. Nesiller boyu okunsun, meclislerde dile gelsin, duvarlara kazılsın, üzerine çalışılsın, okullarda okutulsun vs... Bu zat-ı muhterem bende, evinde höt zöt, bir ünledi mi karşıki dağları yıkıp geçen, muhtemelen bas bariton, rakıyı susuz ama buzlu ve sadece peynirle içen, rakı yoksa kımıza da hayır demeyen, 1.90 boy-100 kg, yürüdü mü yerleri titreten, duygulu bir hödük (ayı da olabilir), ölünce mezarını anıt mezar tarzında isteyen biri hissi uyandırdı. Tanımıyla müsemma bir karakter (Tipi böyle canlandı gözümün önünde, çünkü kendisini tanımıyorum). Cevabı da aynen şöyleymiş zaten: "Tabii ki bir destan!". Gerekçe yazılmamış, ben de şaşkınlığıma yenik düşüp, sormayı akıl edememişim zaar. Kim bilir belki cevabı da destan gibi yazar diye ürkmüşümdür. Allah sahibine bağışlasın, deyip bırakıyorum.

Anekdot olmayı istemek... Tanımı şu: Kısa ya da özlü anlatımı olan güldürücü öykü, fıkra, kısa anlatı, öykücük. Anı niteliği olan anlatı.
Bunu isteyen arkadaşım, inandığı yolda kafasını kesecek biridir. Lafını sakınmaz ve doğru konuşur. Kodu mu oturtur, demem şart oldu. Gerekçesi de bunu destekliyordu: "Uzatmadan, sivri dilli, anlayana..."  Amaaa bir güldü mü de yüzünde güller açar. Aslında bu nedenle, kendine "kara mizah-skeç" dese daha uygun olurdu; ikisi bir arada olurdu. Neyse, ben istatistikçi kimliğimi daha fazla bozmayayım.

Yıldız falı olmayı istemek... Tanımına ne hacet... "En çok okunan onlar" diyerek gerekçesini yazan tatlı insan, bunu gırgırına söylemiş. O komik insana da bu yakışırdı zaten. Yalnız acaba herhangi bir burç olmayı da ister miydi konusunda bilgim yok. Bunu sormayı da, o an gülmekle meşgul olduğum için unuttum, diyerek kendime kıyak çekiyorum. Ama son haberlere göre: "Tuğla boyutunda bir roman, beni okuyanlarla uzun süre birlikte olayım diye. Bu olmazsa şiir, sebebi yok çünkü seviyorum," diyor. Çok renkli ve sanat sever kişiliği sayesinde, bunca türü bünyesinde barındırmaya gayet lâyık bir bacımdır.

Söyleşi olmayı istemek... Tanımı şu: Bir yazarın, kişisel görüş ve düşüncelerini fazla derinleştirmeden, muhatabıyla konuşuyormuş hissini verecek bir üslupla makale planında yazdığı fikir yazısına sohbet (söyleşi) denir.
Bu türe talip olan kişinin gerekçesi sadece bir özdeyiş idi: "İnsanı gördüklerinden ibaret sayma, göremediklerinde ara. İçidir hakikatin resmi, dışı sadece manzara". Kanımca bu vatandaşımız, "beni yakından tanı, benimle sohbet et. Bak neler göreceksin. İçim dolu benim." demek istemiş. Kendisini tanımam. O yüzden ne gördüklerim ne de göremediklerim bağlamında bir karşılık verebilirim ona. Ama belli ki, dünyası umman, sözü dinlenesi, sohbeti hoş bir insan. Onu, destan amcayla tanıştırsam ne güzel konuşurlar kim bilir :))

Fabl olmayı istemek... Tanımı şu: Sonunda ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren ve genellikle manzum öykülerdir. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır.
Bu türün talibi de, "Aslında pastoral şiir olmayı da isterim ama çevremdeki bazı canlılar için mecburen fabl türü de devreye giriyor," demiş. Belli ki doğasever bir kişilik. Fabl canlılarına çiçekli böcekli şiir okuyan bir çoban olmayı da isteyebilirdi. Sonuçta fablların kahramanları, insan gibi düşünür, konuşur ve davranırlar.




Gelelim her gün başka tür olmak isteyen talibimize... "Bugün şiir, yarın deneme, öbür gün fıkra, günlerden bir gün de şarkı sözü... Sevmem monotonluğu," demiş. Bu bayanda kişilik sorunu saptadım. Oturmamış bir kişilik... Ama ne gam! Bayıldım ben bu arkadaşa yaaa!!! Zira bir "çok kişilik mağduru" olarak ben de, bunu seçerdim. Aaa öyle her gün roman ya da şiir vs olamam valla! Yine de kendisiyle arkadaş olmak istemezdim; türlerimiz uyuşmadığında her an hır çıkabilme ihtimalini sevmedim. Herkes kendi çöplüğünde şizofren olmaya devam etsin, iyisi mi... Çevremizin mutluluğu için kendiyle iletişimimizi sadece yazışma bazında tutuyoruz. Onu da o günkü türüne göre yukarıdaki listeden arkadaşlarla tanıştırmaya da ben talibim, ama bundan kimsenin haberi yok.

Roman, şiir, fıkra, öykü, makale olmak isteyen taliplerimizin kişilik tahlillerine girmeyeyim artık. Zira evde sadece soru cümlesi olmaya odaklanmış, test kitapları arasında zar zor bulabildiğimiz bir ergen var. Ona hemen bir kahve yapayım da, zihni açılsın.

İstatistikçi psikolog anne,
Müge

Not: Tanımlar Google'dan rastgele ve canım nasıl çektiyse/işime nasıl geldiyse öyle seçildi. Ayrıca en baştaki maddeleri yazarken oluşan boşlukları bir türlü yok edemedim; affola  :)

1 Aralık 2012 Cumartesi

ANNEMLE ÇOCUĞUM ARASINDA BİR YERDE

Annem üzülsün istemem ki ben...

******

Anneler ancak, insanın kendi çocuğu olunca anlaşılır ve o söz de boşuna değildir: "Senin de bir evladın olsun anlarsın". Ne kadar uzun bir zaman, onları anlamak için...

Şimdilerde çocuklarım büyüdükçe ve iletişimimiz farklı kıvamlara evrildikçe, benden yapmamı istemedikleri yeni şeyleri fark ediyorum. Mesela onlarla ilgili bir sorunda 'vah vah'lı bir yüz ifadesine ya da yorumuna girmemi istemiyorlar. İşte bunu fark ettiğim an, kendimi çözümledim. Evet, bende de var bu. Bir sıkıntımı paylaşırken karşımdaki da üzülsün istemiyorum. Ben zaten sıkılıyorsam, karşımdaki sağlam dursun ve bana el versin istiyorum. Çözüm sunmasa da olur; ben ona derdimi anlatarak rahatlayayım, o beni dinlesin, ama sonuçta benden daha fazla dertlenmesin, ben bir de onu teselli etmek zorunda kalmayayım (Aslında bu da bir yöntemdir bazen; yani insanın dikkatini dağıtarak kendi derdini unutturabilir de. Ama dert anlatılan kişi anne gibi çok yakın biri ise, onun derdini duyunca "oh be rahatladım, kendi derdimi unuttum, iyi geldi," diyemez.) Demek istediğim, ben annemin yüzünde ya da sözlerinde benim için kahrolmuş, çaresiz kalmış bir ifade göreceğime hiç anlatmamayı tercih eder oldum. Ne o bu kadar üzülsün isterim ne de ben derdimi paylaşayım derken yeni dert sahibi olayım ve bir de onu gevşeteceğim diye debeleneyim. Zaten o an gücüm olsa, kendi derdimle başa çıkabilirdim. Gerçi onun derdi benim derdimi dövecek büyüklükteyse, yemişim kendi derdimi!

Geçmişte daha çok anlatırdım anneme. Anlatır rahatlardım. Onun tabii ki normal olarak üzüldüğünü görürdüm ama çok etkilenmezdim. Zaman geçtikçe, anlattıklarım bir çözüme ulaştıkça, annemin onları unutmadığını ve bana hâlâ sorup durduğunu görürdüm. Annelik işte... Ya da benim göremediğim olumsuzlukları o görünce, ben daha da beter olmaya başlardım. "Aaa bir de bu mu var ya!" diyerek, olayın dallanıp budaklanmasını yaşardım. O zaman dedim ki, "anne boş ver, beni sadece dinle, bu bana yeter". Duygusallık katsayısı yüksek bir anneyle bunu başarmak zor. Sorunuma dair çözüm ya da telâfilere kavuştuğumda bile, annemi ikna edemiyordum. O sürekli gözümün içine bakıp, 'iyi miyim acaba' merakında oluyordu. Yani sonuç olarak, ben annemi avutmakla daha çok uğraşıyordum. Kıyamam ki ben ona...

Bu nedenlerden dolayı ona anlatmamaya karar verdiğim zamanlardan beri, aslında şu olmaya başladı: Ben anneme anlatmayarak, derdimi dillendirmeyerek o dertten daha çabuk kurtulur oldum. "Derdini anlatmayan, dermanını bulamaz" bana işlemez oldu. "Derdini anlatmayan, o derdi daha çabuk bertaraf eder," yeni sloganım.

Bunlardan yola çıkarak, çocuklarımın bana sıkıntılarını anlatmamasına neden olacağıma, karşılarında samimi ve sağlam bir şekilde dinlemem gerektiğini erken öğrendim.
"Evet, canım. Anlıyorum seni. Üzülmen normal. Buna üzülmeseydin anormal olurdu. Duygusu da, kafası da çalışan bir insan olduğunun kanıtı bu. Ne yapmayı düşünüyorsun?"
Çözümler bazen, kendi kendine değil de, birilerine anlatınca kendiliğinden gelir ya: Psikiyatrist yöntemi. Ama dikkatinizi çekerim, psikiyatristler ifadesiz bir şekilde dinlerler. Çocuğum bana anlatırken, ifadesiz kalamasam da, ağlak bir yüz takınmıyorum. Ona son soruyu sorunca, onaylasam da onaylamasam da, o bana bir şeyler zaten söylüyor. Eğer onaylanası bir çözüm bulmadıysa 'lisan-ı münasip" ile "gerekçeli ı ıhhh"larımı dile getiriyorum. Ancak bazen de çok koruyucu davranmanın ona fayda değil zarar getireceğini ve hayata/insanlara karşı pişmesine engel olacağını düşünüp, o malum sobaya elini dokundurmasına içim elvermese de izin vermek zorunda kalıyorum. Aynı anda okuyup üflemeye başlıyorum :) Zaten düzgün bir aile içinde büyüyen ergenin sorunları da ya karşı cinsle ilgili oluyor, ya da derslerle vs... Sonrasında "dibine darı ekmeden" çocuğumu izliyorum. Önce kendi çözümünü bulması ve onunla başa çıkması için zaman tanıyorum. Bağımlı olmadan karar verebilmesine imkân tanırken, bağlılığını bozmayacak sıcaklığı korumaya özen gösteriyorum.

YANİ;
İçimden bas bas bağıran "ah ben sana kıyamam!" yüzümü saklıyorum.
"Offf şimdi ne olacak?!" temcitsel ifadelerine girmiyorum.
Sık sık "nasıl oldu, n'aptın? Halloldu mu?" diyerek gına getirmiyorum.
"Anlattıklarınla uykularım kaçtı, başıma ağrı girdi, bugün hiç elim ayağım tutmuyor," diyerek bir de benimle uğraşmasına ve üzülmesine neden olmuyorum.
O nasılsa kendi çocuğu olunca anlayacak beni. Benim annem de, bir sürü başka anne de bunu beklemez mi hep? Ben de beklerim.


******

Annemin üzülmesini istemiyorum. Benim büyüdüğümü anlamasını sağlamak istiyorum. Bizim neslin yaşadığı hayatların daha zor olduğunu ama buna mukabil daha kavruk olmamızı sağladığını anlatmaya çalışıyorum. "O halleder," demesini ve huzurla uyumasını istiyorum.

******

Ben anlatmasam da, o sanki benim sıkıldığım zamanları anlamıyor mu... Kıyamam ki ben ona...

Hadiii sar başa... Anlatmıyorum da ne oluyor sanki?  :))
Bu yazı birazdan kendini yok etsin; boşuna yazdım.




28 Kasım 2012 Çarşamba

SADECE "GİDESİM VAR" DEDİ...

"Gidesim var" dedi...

Kafasında hep gitmek varmış.

Biri 'hadi' dese gidecek kadar olmuş.

"İçimizden gideriz arada" dedim.

"Dışımızla da gitmek önemli" dedi.

"Dışınla da gidip, için hala arkada kaldıysa,
İçinden gidip, oralarda durasın yoksa,
Ne fayda gidip durmak o zaman?..." dedim.


"Hem ruhen hem fiziken gitmek nasıl mümkün ki acaba?" dedi.

"Bilmiyorum..." dedim.

Sıkıldı, "sen de mi?" dedi.

"Hiç gitmedim ki... İkisi aynı anda hiç gidemedi ki... Biri gitse, öteki hep kaldı. Hangisi gitse, gene geri geldi" dedim.

"Basıp gitmeli..." dedi.

"Gelince vakti, kimse 'gitme' diyemez, dese de işlemez" dedim.

"Yakın, belki de çok yakın" dedi.


"Sular açsın yolunu o zaman...
Esen güller açılsın ayak uçlarında...
Kalmasın geride g(s)özün...
Selametle uğurlasınlar y(s)eni yoluna..."


dedim....

Gitmek gerekiyorsa ve gidilemiyorsa
Kalmak da gerekiyorsa ve kalınamıyorsa
Giden ruhla, kalmak zorunda olan beden kıvranıyorsa
Giden bedene, o ruh eşlik edemiyorsa
Süreli ziyaret değil, ömürlük refakat aranıyorsa
Esaret, cesareti yerle bir ediyorsa
Bu sabrın da selameti vardır elbet bir gün
Boşa istemez gönül gitmeleri
Boşa dellenmez akıl gitmelere
Gidip gelmelerde tökezlendiysen
Mutlaka doluyordur her çilen.



Esengül içindi... :)


27 Kasım 2012 Salı

TOPLA GEL, TOPLA GEL

Yazılmamış kurallar serimizin ikinci ayağı marketler...

Bizim evle işyerim arasında bir Tansaş var. Yakın olduğu için bakkala gider gibi kullanırız. Öyle bir defada aylık alışveriş sıkışıklığına gerek olmaz. Bugün çamaşır yumuşatıcı ve Nutella, yarın şampuan ve tuvalet kağıdı. Uğrar dururuz. Sabah geçerken uğrayıp, işe hem giderken hem dönerken bunca yükü (!) taşımak istemezsem, akşam üstü dönüşte uğrama şımarıklığına teslim olmam işten bile değildir. Gene de dışarıdan bir bakış atarım içeriye, çok kalabalıksa o akşamı çamaşır yıkamadan geçiririm veya şartsa havluların yüzümüzü zımparalamasına boyun eğebilirim ve girmem. Akşam üzerime çöken tatlı krizini de toz şekerle geçiştirmek zor olmasa gerek (Yalaaannn... Çokk zorrr). Şampuandan ve tuvalet kağıdından da feragat edip, saçımı Dalan sabunuyla yıkarım, tuvalette de kenarı antikalı dizi dizi taharet bezi... N'olacak yani, çözüm mü yok.
 (Google'da görseli yok :D O zaman Nutella'ya müracaat)



Ama tabii ki nereye kadar... Sonunda o marketten içeri girmemin kaçınılmaz olduğu o zaman gelir çatar. Bir kere çevre evlerde yaşayıp, elinde torbaları taşımak istemeyen semtimizin sivri ve cin akıllı sakinleri, market arabalarını mutfaklarına kadar götüre götüre araba kalmadı. Sonra Tansaş yönetimi baktı ki olmuyor, kimlikle izin vermeye başladı. Yahu buna rağmen arabalar karaborsadaydı. Bu müşterilerin kapının kenarında bir araba kiralamadıkları kaldı. Bir ara birinin balkonunda saksılık olarak yerini almış bir araba bile gördüm. Sardırmış sarmaşıklarını etrafına, ohh miss...Çocuk gezdirenlerden bahsetmiyorum bile.


Arabaların gani gani bulunabildiği o mes'ut günlerde ya da şu anki mavi plastikten yapılma çekçekli sepetler günlerinde, hiç değişmeyen bir şey var: Marketi içi koridorlar ne kadar geniş olursa olsun, alışverişi sadece kendi yapıyor sanan müşteriler her daim mevcut. Kendi bir yerde, arabası bir yerde. Yolun tam ortasına bırakmış gitmiş, benimkiyle geçemiyorum. Bir bakıyorum, arabanın sahibi taaa ağda-jilet-tüy dökücü reyonunda. O zaman iç sesim diyor ki: "Kıllarında boğulursun umarım!". Hadii önce kendiminkini tıkandığı yerde bırakıyorum. Alıyorum onunkini ferah bir yere çekiyorum. Geri dönüyorum, kendiminkini geçiriyorum ve ilerliyorum. Onunkini geri koyuyorum. Hizmette ve küfürde sınır yok.



Bazısı da insanın üzerine doğru sürüyor ki, yolu açtırsın ve kapsın.

Her bir rafa ayrı ilgi göstermesi gereken tipler de var. Tamam, maşallah memlekette her şey var, diyebildiğimiz zamanlara ulaşabildiğimizden beridir, her bir ürünün zilyon çeşidi üretildi. Bir tavuk alayım diyorsunuz, en az beş çeşidi var. Ama her birini de ellemen, yakından bakman, o daracık koridoru cüssen ve arabanla kapatman da gerekmiyor be anacım! Dolaptaki tavuk bile senin bu haline gıdaklayarak tepkisini koyar.
O inat, ben inat halet-i ruhiyesinde isek, bizim arabalar tosluyor haliyle. Kimin yaşı küçükse geri kaçıp yol veriyor artık. Ben de Midilli atı gibi yaşımı göstermediğim için, makyaja ve yağa bulanmış teyzeler (ki benden küçük olduğu o kadar belli ki) benden yolu kapıyor.
Acaba diyorum bu marketler, dolu görünsün diye bu insanları tutuyor olmasın?!

Market arabası kullanmanın da bir yolu yordamı var kardeşim. Biraz saygı lütfen! Önerim ve teklifim şu:
Markete gitme yaşına gelen herkes market arabası ehliyeti almak zorunda kalsın. "M tipi" ehliyet mesela (Marketin M'si). Önce yazılı sınav, sonra direksiyon sınavı. Yazılı sınav için,
* Bir markette reyon ve ürün arama/bulma,
* Ürün başında geçirilecek süre,
* Son kullanma tarihi en hızlı nasıl görülür,
* Markete gitmeden önce evde alınacaklar listesi hazırlama/ne alacağına daha evdeyken karar verme
* Yumuşatıcı ve yüzey temizleyicilerin koklamadan alınması... vb gibi konu başlıkları çalıştırılsın .
Bu konular pilot bir markette uygulamalı olarak öğretilsin, anında sözlü sınav yapılsın. Bu sınavdan geçen yazılı sınava hak kazansın.
Eş zamanlı olarak da market arabası kullanma dersleri verilsin. Yanı sıra "tek tekerleği yamulmuş araba nasıl idare edilir" bilgisi verilsin. Bu sınavları geçenler deneyimli, saygılı, fahri gönüllü müşterilerle (mesela ben) bir süre stajyer olarak gezsin, dolansın. Staj yerleri olarak 5M Migros'lardan, Mini Tansaş'lara kadar geniş çaplı bir saha seçilsin.

Daha n'apayım yani... Her şeyi devletten beklememek lazım. Bu yazıya sponsor olarak bana destek veren Tansaş, Migros, Nutella firmalarına ve Dalan sabunlarına teşekkürü borç bilirim. Şimdi gideyim de, tuz ve ayçiçek yağı alayım. Yarın da yeşil zeytin ve yoğurt alırım. Olmadı öbür gün alırım.


KALDIRIM SAVAŞLARI

Gündelik hayatı yaşarken ana-babalarımızdan, öğretmenlerimizden ya da kitaplardan öğrenemediğimiz, yazılı olmayan kurallar vardır. Onları yaşadıkça çevreden rastgele öğreniriz. İllede söylenmesi ya da kafaya çakılması gerekmez; izleyen, gören ve algılayabilen göz ve akıl bunları zaten fark eder. Kimisi gerçekten de fark edemeyecek kadar kördür ya da garibim kıttır n'aapsın (Kapasite meselesi). Kimisi de kendini cin sanır ve işinin bittiğine odaklanır ("Ben yaptım, oldu" kafası).

İlk konumuz:
Kaldırımda Nasıl Yürünür?


Kaldırımların genişi var, darı var, hiç yokmuş gibi olanı var. Sağ olsun belediyelerimiz dakka başı kaldırım yaparlar. Paris bulvarlarına özenirler ve yaparlar yaparlar bozarlar ("Birilerini zengin etmek" konusuyla ne sinirimizi bozalım ne de konudan sapalım, derim ben).



Diyelim ki, en helalinden yapılmış ve on yıllar boyu hiiiç değiştirilmemiş bir kaldırımımız var. Öyle sağlam, öyle temiz ki, o kadar olsun. Karşıdan bir hanım geliyor. Çocuğunu okuldan almış. Çocuğun yaka bağır dağılmış; teneffüsler hareketli geçmiş zaar. Okulların çoğunda öğrenciye özel dolap verilemediğine göre, atlasından ders kitabına, resim defterinden beden çantasına her şeyi o küçücük bedenler yüklenir de yüklenir. Anne besili. Çocuğu da yesin istiyor ama anasının ısrarla yemesinden/yedirmesinden gaklamış olan çocuk, tepki olarak yemiyor; nasıl cılız. E doğal olarak onca yükü taşıyacak alt yapısı da yok, anası yükleniyor. Ama o nasıl bir yüklenmektir azizim! Kaldırımın yarısı sadece annenin "dara"sını kaplıyor. Yüklendiği okul malzemeleriyle uzayda kapladığı brüt alandan diğer kaldırım nüfusunun payına çok az bir şey düşüyor haliyle.
Geçelim kiloyu falan. Hanımefendinin genel hal ve tavrından/duruşundan/görünüşünden, evinin nasıl dağınık olduğunu anlamamak imkansız. Hatta elinden kabuklu yumurta bile yenmez. Tam bir kirli çamaşır sepeti tarumarlığında ve aynı anda yürüme eyleminde. Arada çocuğa dikleniyor da: "Gene mi ödevini yapmadan gittin ha? Sana o kadar kalem aldım, niye yapmıyorsun ödevlerini? Nee kaybettin mi? Ne dağınık çocuksun, kime çektin bilmiyorum ki!"
Şimdi bana geçelim. Metrekare başına bir sürü insanın düştüğü büyük bir şehirde yaşıyorum. Herkesin vakti dar, işi çok, yetişecek yeri dolu. Yollar araba ve aradan fırlayan pizzacı/kargocu motorsikletlileri kaynıyor. Kaldırıma nasıl muhtacım! Ama yarıp geçmem gereken bir Majino hattı kurulmuş önüme (Bu hat Fransa'dadır, ama bence daha bilineni Çin Seddi'dir; ki kurguladığım sahneye pek de yakışır). Yardırıp geçmek için silahım da yok. Tek güvencem elim kolum. Ya da hiç uğraşmayıp, kuvvetlerimi kenara çekip, karşımdan gelen piyadelerin geçmesine izin vermek ve sonra yoluma devam etmek. Ama o kadar acelem ve bu konuya takıklığım var ki, yardırmamak için kendimi zor tutuyorum. O daracık köprüde karşılaşan iki keçi geliyor aklıma (hakkaten ya, hangisi geçmiş sonunda?). Tepeme toplanan keçiler ağır basıyor ve ben en öne burnumu koyup ilerliyorum. Ben iki adım, o bir adım hızındayız. A şehrinden o, B şehrinden ben çıksam, bu hızımla C şehrindeki havuz taşmadan musluğu kapatırım yani. Mümkün olsa ikizkenar üçgene tepeden dik ineceğim de, lojistik zayıf.
Kaldırımın üçümüzü birden kaldırması zor vesselam... 
"Hey sen ve senin gibi kaldırım canavarları! O kaldırımı babanız mı yaptı da , bu kadar sahipleniyorsunuz? Yoksa en sevdiğin şarkı 'kaldıramazsan kaldırırlar gülüm' müdür? Kaldı ki, 21 Aralık'a kaç gün kaldı şunun şurasında; valla seni kıyamete kaldırırlar da görürsün gününü!"

Bir başka örnek de, kaldırımda motorsiklet kullanan zarif bey... Baktım üzerime üzerime geliyor; değil kendine ait olmayan bir alanda seyir halinde olduğunu düşünmek, en ufak bir hız kesme yok. Önüne dikildim; bu yolda ölmek var, yol vermek yok. Hafifçe yavaşladı.
"Burası kaldırım."
"İyi ki söyledin, bilmiyordum."
"biiiiip..."

Bu kadar kabalığı ve bencilliği kaldıramıyorum yahu!

"Dağlar dağlar, kurban olam, yol ver geçem" diye çığırsam utanıp kenara çekilirler miydi acaba?
Galiba en iyisi kilo almam. Şöyle bir haşmetimle yürümem. "Endamım yeter" havasında salına salına yerleri titretmem. Evet, evet ben hemen gidip ekmek arası mantı yiyeyim.



26 Kasım 2012 Pazartesi

15 ADIMDA STRESİ DEFETME GARANTİLİ YAZI

Gazetelerde dönem dönem çıkan konular vardır. Yaza girerken fazla kilolarınızdan kurtulma tüyoları... Gripten korunmanın binbir yolu... İyi ebeveyn olmanın yetmiş sekiz yöntemi... vs vs... Bunlardan biri de "Stresle Başa Çıkmanın Yolları"dır. Kim uygular, kim becerebilir bilmiyorum. Stresli bir bünye iseniz, havanda su döver. Değilseniz vız gelir tırıs gider. Bugün gene dizi dizi öneriler silkelemişler. Konu sıkıntısı var zaar; "dalalım aynı teraneye, temcitlerin kralını yapalım" demişler. Ben size gayet pratik ve uygulanabilir öneriler sunacağım. Ama onların başlıklarından da kopya çekeceğim.

1- Öfkenizi dizginlemeyi öğrenin:

Ne dizgini yahu! Koyverin gitsin! İyi adamda kötü şey durmaz, derdi babam (Gerçi onu insan yapımı doğal gaz için söylerdi ama ben buraya da uygun buldum). Öfke öyle içerde falan tutulmaz. Şişkinlik yapar; aynen gaz misali. Salın gitsin. Bir avantajı vardır: kokusuzdur. Ama bu tür salıvermede tükürük fışkırması sorun olabilir. Öfkenizin muhatabına yakın durmamanızı önermek doğru olur kanımca. Amerikalıların başının altından çıkan "Öfke Kontrolü" kavramını da hiç önemsemeyin. Kontrol edilmiş bir şeyin adı asla "öfke" olamaz. Gitti mi stres? Gittiiii...



2-Kaslarınızı gevşetin:

Gazetedeki öneri, gün sonunda küvete su doldurup, içinde 15 dakika yatmak. Suya yazık ya! O suyla ne temizlikler yapılır, ne bulaşıklar/çamaşırlar/balkonlar yıkanır, ne lavabolar/ocaklar ovulur. Şöyle bir de güzel kokulu deterjanlar alıp kokteyl yapar gibi sulara kattınız mıydı, ohh misss! O sayede de kaslar şapşahane gevşer. Hatta öyle bir gevşer ki, yorgunluktan tutmaz hale gelir. İnsanın stresin adını bile anacak hali kalmaz. Gitti mi stres? Gittiii...

3- Elinize sıkabileceğiniz bir şeyler alın:

Egzersiz aleti ya da tenis topu önermişler. Çok züppece buldum şahsen. Onun yerine sonunda ailece çay keyfi de yapabileceğiniz bir yöntem önereceğim: Kardeşim poğaça yapınnn!! Hamuru karın, bol bol sıkıştırın, 1-2 saat yoğurun, rengi kaçsın varsın, sorun değil. Yiyebileceğinizin 3 katı fazlasını hazırlayın ki,  stres tümüyle hamura geçsin. Stres poğaçaya geçmez korkmayın. Fırında pişerken mefta olur o zaten. Harç olarak da peynir ve ısırgan otunu kullanın. Isırgan otunun stresi ısırma gücü vardır. Gitti mi stres? Gittiii...

4- Nefesinizi tutun, doğru nefes almayı öğrenin:

Demişler ki, 5 saniye tutun. Yahu 5 saniye kime yeter? Tutun şöyle 55 saniye falan, mümkünse daha çok. Bakın nasıl da tık nefes olup dikkatiniz dağılacak. Gözleriniz patlarken, canınızı kurtarmaya çalışırken, stres kimin aklına gelir. Ölüm tehlikesi atlatan insanlarda stres falan kalmaaaz! Hayatın değerini anlamanın en güzel yoludur. Ondan sonra tüm bardaklar dolu görünür; boş olanlar bile. Polyanna bardağı deniyor onlara (yani ben diyorum). Ajda bardaklar out, Polyanna bardaklar in! Gitti mi stres? Gittiii...

5- Koklayın: 

Limon ya da güzel kokulu mum önermişler. Pehh! Beyaz zambak ya da altın damla kolonyanın üstüne koku tanımam. Baygınlık geçirir gibi olursanız, endişelenmeyin: stresin defolma rehaveti o. Gevşemenin en baba alameti o. 4. maddedeki önerimle birleştirmenizde azami fayda görüyorum: kolonyayı burnunuza çekin ve 55 saniye nefes tutun. Stresle birlikte kalbiniz de gidecek gibi olur; sorun değil. O saniye nefesi verin. Ohhh!

6- Programınızı gevşetin: 

Evet, gevşetin ama onların önerdiği gibi değil: Tahmininizden uzun sürecek bir işi önceden bilin, demişler. Ne gerek var? Yahu her güne bir iş koyun. İster 10 dakikalık olsun, ister 1 saatlik... Verin hepsine koca bir gün. Hak etmiyorlar mı? Hayır mı? Ama siz bunu hak ediyorsunuz. Şimdiye kadar planladınız da n'oldu? İki ayak bir pabuca girmedi mi? Ben size iki ayağınız için tamm 6 pabuç diyorum! Bozdurun bozdurun harcayın. Gitti mi stres? Gittiiii...

7- 10 dakikalık bir gündüz tatili yapın:

Yok artık! 10 dakika? Bunlar bizimle alay mı ediyor, dalga mı geçiyor? Yooo buna izin veremem. Haklarınızı ben savunurum, korkmayın. Siz yeter ki strese girmeyin. Ben sizin içinizde saklı kalmış sesiniz, çığlığınız olurum. Belki de baskı hatası vardır. Yani acaba "10 dakikalık çalışın" mı demek istediler? Kesin öyledir canııım... Bu kadar vicdansız olamazlar. Hadi şimdiye kadar önerdiklerine ses etmedim ama buna tepkisiz kalamam. Bakın yapacağınız şey şu: 10 dakika çalışın. Hepsi bu. Stres gitmekle kalmaz, dönmemek üzere terk-i diyar eyler.

8- "Hayır" demeyi öğrenin:

Hayır: İngilizcede "no" olarak bilinen Türkçe kelime. "Evet"in zıttı.
Türk olup da bilmeyen var mı? Hatta olmayıp da Türkçe öğrenenler bile bunu bilir. Nasıl bilmezsiniz "hayır" demeyi? (Bunlar adamı iyice aptal yerine koymaya başladılar).
Birlikte çalışalım mı? Başlıyoruz: Önce "haa", sonra bir de "yııırrr". Oku bakiim Haa yıırrr, oku bakiiim Haa yırrr. Rahmetli Barış Manço şarkısını bile yaptı. Hâlâ ne diyor bunlar ya! Öğrenemeyenlere ödev: Bu akşam 120 sayfalık bir harita metod defterine "hayır" yazarak ve sonra da sesli okuyup anlatarak çalışsın. Yarın sözlü yapacağım. Te o kadar!

Daha başka bir takım tamamen zevzek ve saçma öneriler var, ama yukarıda yazılanları başka cümlelerle yazıp marifetmiş gibi sunmuşlar. Ben bunlara ek olarak şunları da yazmak isterim:
- Her gün komşunun torununu yarım saatliğine size oynamaya çağırın (ama altına kaçıracak olursa, hemen geri verin).

- Her ayın ilk gününde aşık olun. Her ayın son günü o ayın aşkını bitirin.
- Sporla vakit kaybetmeyin; eve yürüme bandı falan alacağınıza, o parayla bir koltuk alın. Yayın yayılın. Ayak uzatmak şart.

- Her kahvenin yanında bir sigara tellendirin. Light ve ince olsun yalnız. Yoksa kötü kokuyor. Olmadı 5. maddeyi uygulayın.
- İki günde bir trafik ışıklarının yanına tabure çekin. Geçen araçları sayın. Araç cinslerini ve sayılarını not edin.
- Balkona besili bir inek alın, bağlayın. Sütüyle banyo yapın. Kullandığınız sütü atmayın, leğende yıkanın. Onunla da yerleri silin. 2. maddeye destek olsun. İsrafın lüzumu yok.
- Yanınızda sürekli Big Babol sakız bulundurun. Pabuç kadar sakızı çiğnerken stres falan tırsar gider zira. Ayrıca kafanız kadar da balon şişirin, patlatın.
Bakın bu çocuk başından büyük işlere kalkışmış ve nasıl da pelte gibi olmuş.


Hepsi bu. Aslında daha birçok güzel önerim var ama vaktinizi almak istemem. Ne de olsa daha stres atmak için yapacağınız bir dolu şey var. Bunlar da sizde stres yaratmasın diye öneri ister misiniz?

25 Kasım 2012 Pazar

YOK ÖYLE BOŞ OTURMAK

Ben, bana "nasıl gidiyor?" denmedikçe kendimi pek anlatan biri olamadım hiçbir zaman. Dense de üstünkörü geçtiğim olur; sorana göre değişir. O kişinin sorduğu konuya gerçek ve samimi ilgisine göre, verdiğim cevapların kelime sayısı farklıdır. Merakının niteliğini, o konuya dair ilgi ve alt yapısını düşünmeden edemem. Laf olsun diye sorduğunu ya da aslında çok da ilgilenmediğini hissediyorsam, iki üç cümlelik cevaplar verir, ne kendimi ne de onu sıkmak isterim. Bazıları da alt yapısı olmasa da, özünde gerçekten de merak ve ilgi içinde olur. Onlara cümle sayısını artırırım ve naçizane bilgi olabilecek ya da bir ufuk açabilecek şekilde geri dönerim. Neyin nasıl gittiğinin sorulmasına da bağlı tabii. Burada sözünü ettiğim konular, benim yazmaya ve tiyatroya olan ilgilerimdir.

Yıllardır yazmama ve oynamama rağmen, bir yanım hep utanmıştır. Bunların değerli olduğuna hiç şüphem olmadı. Ama sıra dışı olmalarının, başkalarında uyandırdığı tepkilerinden de çekinmişimdir. Sonuçta evli barklı, çoluklu çocuklu ve meslek sahibi biri olarak, "bunlar da ne acayip uğraşlar, yapacak başka şey mi bulamamış" ya da "bunlarla uğraşırken, evini de ihmal ediyordur" gibisinden iç sesler bana malum olur. Kimseye de ne bunları savunmak, ne de evimin-işimin işlerini hiç de aksatmadığımı kanıtlamak isterim. Bir yanım aptalca eziklenirken, başka bir yanım cesurca diklenir. Utanılacak bir iş yapmadığıma olan inancımda yalnız olmadığımın ve evimi-işimi ihmal etmediğimin en sağlam kanıtı, ev halkımın bana verdiği destektir. Bu da bana yeter aslında. Ama yine de her daim ev halkımla dolaşmadığıma göre, yalnızken ruhumun bir yarısı köşeye siner, diğer yarısı Don Kişot gibi doludizgin koşar (Ruhum bir Mona Lisa).

Şimdiye kadar kimse yüzüme karşı olumsuz bir şey söylemedi. Fakat hissederim; gözlerden, nefes alışlardan, dudağın bir hareketinden, anında başka konuya geçişlerden... "N'apıyor bu kadın ya?" halleri. Öte yandan bir de, takdir ederken aynı anda içi götürmeyenler vardır. Kimileri de gıpta ederken, kendine kızar: "Benim niye hiçbir şeye ilgim yok?" diye söyler de samimice. Kimileri ise anında sözümü kesip, kendi niyetlerini saymaya başlar: "Yeni bir dil öğrenmek istiyorum, mesela Rusça. O arada bir müzik aleti çalmayı da öğrensem diyorum". Eveett!! Yapın lütfen!!

Evinizden, işinizden, eşinizden ne kadar memnun olsanız da, hiç memnun olmasanız da, bilmiyor musunuz ki aslında yalnızız şu dünyada? Biz iyisek, her şey iyi oluyor. Tersi de geçerli; hayatımızı birlikte geçirdiğimiz ailemiz veya arkadaşlarımız da aynı mantıkla yaşayınca, bize de iyi gelmiyorlar mı, o hesap. Önce kendi ruhumuzu beslersek, çevreyi doyurmamız da daha sağlıklı oluyor. Bunu herkes yaparsa, birbirimize ayna olup, gülümseyen ruhlarla karşılıyoruz birbirimizi. Fitneyle, fesatla, dedikoduyla beslenen ruhları, hormonlu gıdalar yüzünden hasta olanlara benzetiyorum. Her ne kadar çok önemli olsalar da, sadece çocuklarımız, yaptığımız yemekler, yaptığımız alışverişlerle bezeli sohbetlerden bunalıyorum.

Yaşlanmaktan korkar oldum, son yıllarda. Elimin ayağımın tutmayacağı zamanlardan... Sokak sokak gezen biri değilim aslında. Demek istediğim, evimde çok daha fazla zaman geçirmek zorunda kaldığım yaşlar gelince, kendimi oyalayabileceğim ve zaten bana çok yakın olmuş uğraşlarım olmalı. Oturduğum yerde yapabileceğim, yarenlik edebileceğim... O zaman tabii ki tiyatro olmayacak hayatımda. Yazmaya, ya da hiç olmazsa okumaya devam edebilmek isterim. Yazamıyorsam, minik bir ses kayıt cihazına kayıt yaparım belki de.

Pencere önüne konuşlanmış bir koltuk, belki dizlerimde bir küçük şekerleme örtüsü, yanımdaki sehpada sıcak ve ballı bir ıhlamur, ocakta yağsız-tuzsuz bir tarhana çorbası, düzenli aralarla almam gereken tansiyon hapları, geceleri uyku tutmadığı için ara ara aldığım bir uyku hapı, eksik uykular nedeniyle koltukta basan ağırlıkla başın düşmesi, az şekerli bir Türk kahvesi, torunlar gelirse diye sarılmış yapraklar, naftalin kokusu, boyamaya artık ihtiyaç duymadığım bembeyaz saçlarım... Kim bilir belki de kaşlarım bile dökülmüşse, yan yamuk çizdiğim kaşlarım olur. Apartman toplantılarında kaloriferin yeterince yanmadığından şikayet eder, kapıcının saat başı uğramasını isterim; maksat hareket olsun diye.

Pencere önündeki koltuğa oturup zaman zaman, annemi-babamı-ablamı, eşimle evlendiğimiz günü, çocuklarımın bebekliklerini, okul zamanlarını, mesleki koşuşturmalarımızı, borçlara girmelerimizi, ödemeleri bitirme sevinçlerimizi, eski bir aşkı, nelere anlamsız yere üzüldüğümü, ne basit şeylerle nasıl da mutlu olduğumu, kimlere kırıldığımı, "acaba şimdi n'apıyor?"ları, hak etmeyenlere gösterdiğim anlayış ve sabırları... düşünürüm. O zaman kaleme almak isteyeceklerim bunlar mı olur acaba? Bunları yapabilmemin öncelikli iki koşulu var: 1- Hafızayı tekletmemiş olmak. 2- Bedenen de sağlıklı olmak.



Demem o ki, sadece bu yaşlarımızda değil, ileride de oturduğumuz yerde yapılabilecek ve bünyemizin artık ayrılmaz parçası gibi olmuş, sonradan eğreti bir şekilde iliştirilmemiş uğraşları alışkanlık edinmeli. "Benim hiçbir hobim ya da ilgim yok" deyip duran bir arkadaşım var; üstelik yıllardır. Hem inanamıyorum hem de üzülüyorum.

İçime yerleşip beni rahat bırakmayan bu okuma-yazma arzusu için nasıl şükrediyorum... Hâlâ büyük bir enerji ve istekle koşturduğum tiyatro sevdama nasıl şükrediyorum... Ruhum her daim "yanıma kâr kalmış zevklerimi" de taşıyor olacak.

Bırakın benim "nasıl gidiyor" olduğuma kafayı takmayı.
Beni anlamayarak kaybetmeyin vaktinizi. Asıl anlamadığınız ben değilim ki.
Bana yapmacık ilgi göstermeyi ya da hiç ilgilenmiyor gibi rol kesmeyi de bırakın. Asıl ilgilenmediğiniz ben değilim ki... İçinizi öksüz bırakmışsınız, ağlıyor...



VEJETARYENLER VE HAYVANSEVERLER OKUMASIN

Ciğer... Ablamla ben çocukken, babamın, "kan yapar" diyerek mutlaka yememiz için ısrarcı olduğu tatsız tuzsuz organ. Üzerine ancak tuzu boca ederek yemeye çalıştığım ızgarasından çok sotesine katlanabiliyordum. Ama artık büyüdüm ve ne yemeyeceğime karışan yok, yaşasın! Yani artık sotesini de yemiyorum, ohhh! Ha bir de tababetçi bir eş ile yaşayınca, işe, ciğerin içinde biriken toksinler muhabbeti girdi. Benim ciğersiz geçirmek istediğim hayatım, bu sayede destek de buldu (zaten onunla bu yüzden evlendim). Bir kasapla evlenseydim, nice olurdu halim? Gerçi ben kasap izlemeyi ve et yemeyi çok seven bir insan olarak çok da zorlanmazdım. Kasap kocamı dükkanında sık sık ziyaret ederdim, etlerdeki sinir ve zarları temizlemesini hem izlerdim hem yardım ederdim, yağları ayırtmak isteyenlere ters ters bakardım, çünkü hayvansal yağa bayılırım. Allah kasap koca nasip etmediği için (Allah'tan eşim cerrah değil), et ürünleri pazarlayan fabrikalara ziyarete gitmeyi istemişimdir hep. Oradaki, daha bir havalı görünen kasapların ellerine geçirdikleri metal eldivenlere bile özenmişimdir. O, eti hiiç zorlanmadan kesen keskin bıçakları da severim. Evde ekmeği bile zorla kesen bıçaklarla az uğraşmadım zamanında. Hani bazen olur ya, bir türlü yenisini almaya vakit ayıramazsınız; işte o ara ekmek zor kesilir. Kanımca, en kolayı ekmek almayı bırakmaktır, o dönemde. Pilav yapmak daha kolay yani.


Rahmetli dedem, akciğer de yerdi yahu! Bir hayvanın, bir insanın tüketebileceğinden çok daha fazla miktarda anatomisini midesine indirirdi. Kuyruk yağı sevgim de ondan geçmiştir bana. Yıllardır kuyruk yağı arıyorum (gerçi çok da aramadım ama gönülden istiyorum), yok bulamadım. Birkaç kasap gezdim, "yok" diyorlar. Kasaplar insana ruhsuz bakıyorlar. İyi ki onlardan biriyle evlenmemişim. Meslek icabı şu deyimlere de vakıf mıdırlar acaba?: "Ciğerini okumak" ve "ciğerini yemek". Pek sanmam. Dedim ya, kese biçe duygu körelmesi olmuşlar; Allah bıçaklarını köreltmesin. Ama tababetçi eş çok güzel ciğer okur, meslek icabı. Abdullah isimli, göğüs hastalıkları uzmanı ve had safhada kibar bir beyefendi olan arkadaşımıza takılan isim: "ciğerci Apo".

Ben pek hayvansever değilim ama hayvandöver de değilim. Onlarla ilişkim için en uygun şarkı: "Seni uzaktan sevmek..." vs vs olurdu. Yani kendileri canlı iken. Yenebilir olanlarını, tabak-ağız-mide mesafesinde çok seviyorum. Yani kendileri cansız ve tercihan soğan-domates-biber-baharatlı vs iken. Sebze mi, et mi dense, et derim ama sebzesiz de yaşamam. E tabii İzmirliyiz; sadece hayvansal değil, zeytinli yağlara da zaafımız gani.

"O ciğer bitecek" diyen babam, bizi sakatat yemeye de alıştırmıştı. Hâlâ duacıyım ona. Allah'ım nasıl severim kokoreçi, kelle paçayı (hatta kelleyi ayrı, paçayı ayrı da severim), söğüşü, uykuluğu, billuru, işkembeyi... Eskiden beyin salata da yerdim, ama tababetçi eş ona da yasak koydu; e ne de olsa ciğer ve beyin toksin toplama merkezleriydi; ses etmedim, kabul ettim, saygı duydum. N'apayım söğüşüm beyinsiz de olsa yerim; söğüşün fazla zekisinin tadı daha lezzetli olacak diye bir şey yok.
Bizim ergenler henüz elinden tutulması gereken yaşlardayken, kısaca anaokuluna giderken, önünden geçmek zorunda olduğumuz bir kebapçı vardı (hâlâ da var). Kömürde kokoreç yapardı (hâlâ da yapıyor). Bir koku yayılırdı kiii, erkek olsanız bir yeriniz şişer, kadın olsanız durduk yere aş eresiniz tutar. O derece! Oradan her geçişte, çocuklar, "anne ne güzel kokuyor burası" derlerdi de, ben biraz daha büyümelerini beklerdim. Ama ne zaman ki onlara kokoreçi tanıştırma zamanı geldi ve yediler, sülalemize lâyık çocuklar olduklarını da kanıtladılar. "Ya sevmezlerse" endişemi sildiler. Hatta oğlum iki yarım ekmeğe yaptırırdı; -dı, çünkü çocuk artık İstanbul'da ve buradaki kokoreçe hasret.
Burayı bulmalı. Hem kokoreç hem midye. İkisi bir arada. Kokusunda davet var. Ateş beni çağırıyor.

"İstanbul'da kokoreç var" demesin kimse bana! Ona kokoreç denmez, kakofoni denir (Kakofoni: kulağa hoş gelmeyen ses. Ses kakışması). İşte İstanbul'daki de öyle bir "bağırsak-domates-biber" kakofonisi yani "Kokofoni". İpincecik kıyılmış kokoreç olmazzz! İçine domates-biber vs konmazzz. Kıtır kıtır eti hissetmek lazım; bir de biraz tuz ve bolca kimyon; hepsi bu!

Midye dolmayı anmadan geçersem yazım açık gider. Midye dolmayı da sevdirmeyi görev bildiğimiz çocuklarımız küçükken, midyenin denizden içinde pilavıyla çıktığını sanıyorlarmış.

Tüm bu yiyecekleri temiz ve sağlam bir yerden yemek gerekliliğini de vurgulamakta fayda var tabii ki. Ben AB'ye karşıyım; e artık nedeni belli.


Vejetaryen ve hayvansever arkadaşlarımın gönlünü almak üzere, en sevdiğim şarkıları yazayım:
- Bir kedim bile yok.
- Hoplayıver çekirge.
- Acayip hayvanlara benziirsen.
- Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin.
- Mini mini bir kuş.
- Ku vak vak vak.

Not: Ben aslında mecaz anlamdaki ciğeri hem yiyen hem okuyan bir cancağızıma, "ciğer okuyanlar" ve "insanın ciğerini yiyenler" üzerine bir yazı yazmaya söz vermiştim. Ama kasap havası ağır bastı. Kusura bakmasın. Ama sözüm söz onu da yazacağım.