30 Aralık 2010 Perşembe

Te be mutluluklar dilerim kızancıklarım ;)



Tüm blog aleminin yeni yılını kutlarken, sevgili http://miyozu.blogspot.com/ dan gelen bu güzel kalpleri sizlere öpücüklerimle yolluyorum.. Sağol Zuzu'cum :)

Sağlığın, sevginin, mutluluğun, huzurun, başarının, paranın ve yazılarımızın eksilmediği çooook güzel bir yıl olsun, hepimiz için... 

Kalpleri ve dileklerimi yollamak için 7 kişi seçmem istenmişti ama ben seçemeyeceğim sanırım; içimden öyle çağladı... Blog'um sayesinde tanıdığım ve sevdiğim herkese çağlatıyorum.

Sizleri blogcunun özlü sözleri ile başbaşa bırakıyorum:

Blogsuz hayat çöle benzer.
Blogunu sev, yazını koru.
Blog yaşken eğilir.
Blogu görmeden klavyeni kapama.
Ey Türk blogcusu, birinci vazifen...!
Blog girmeyen eve, Facebook girer.
Blog tüm iyiliklerin anasıdır.


:)

28 Aralık 2010 Salı

NiNA, KatheriNA, SvetlaNA.. ne na na na :)

Çehov'dan sonra şizoid dürtülerimizi galeyana getiren başka çalışmalarla tiyatro yolculuğum devam etmekte. Çehov'un melankolik ve depresif Nina'sından sonra, Shakespeare'in 'Huysuz Kız'ı Katherina ile tam bir pastörizasyon yaşadık. Nina karakterine bürünmek için ruhsal dip vurmalara adapte oluciiiz diye, kendimizi zorla bunalıma sokalım derken, Katherina ile şirret, ağzı bozuk, şımarık, enerjik ve ukala bir moda girmemiz gerekti. E bu da bünyede Pınar süt etkisi yaptı tabii :)) Sıcak soğuk şoklaması ile Nina'da kalan yüzümüzün, bir yanı sarkarken, diğer yanı Katherina ile 'kalk gidelim' diyordu. Bir nevi Mona Lisa etkisi deyip geçelim.

Bunların arasında diğer hocamızın verdiği ödevlerden biri de oyuncak ödeviydi biliyorsunuz. Svetlana olacağım derken, ortaya karışık babında, içimden rus aksanlı bir ingiliz dışarı fırlamak istemedi değil hani. Yalnız oyuncak ödevi gerçekten de ilginç devam etti. Çünkü her birimizin oyuncağından çıkan karakterleri kendimize uyarlamamız, yani o oyuncağımız biz olmamız istendi. Ben artık bir Svetlana idim. Ona verdiğim geçmişi, karakteri, genel duruş ve postürü, konuşma tarzını kendim oynamam gerekti. Üstüne üstlük, her birimiz o oyuncağın karakteriyle doğaçlama oynamaya maruz bırakıldık :)) Gerçekten de çok ilginç, komik ve beklenmedik sonuçlar çıktı. Hocamızı bu da kesmedi; herkes birer kez diğerinin oyuncağına büründü.

Oyuncakların ardından verilen ödev ise, kendi seçtiğimiz bir oyundan 3-4 dakikalık bir monolog ezberleyip, oynayacak hale gelmek idi. Ona bak, buna bak derken, ben Ariel Dorfman'ın "Ölüm ve Kız" adlı eserinde karar kıldım. Oyundaki ana karakterlerden Paulina'yı çalıştım. Oyun başlı başına çok derin anlamlı idi. Paulina da Nina ile Katherina arası bir karakterdi. Yani bir yanıyla depresif, diğer yanıyla cazgır. O yüzden zor olmadı, ama çok etkilendiğimi söylemem lazım.

Oynanacak karaktere girebilme yöntemlerini anlatırken, hocamızın bize yaptırdığı bir tarz meditasyonda, herkesin kendi monologundaki karakterin yerine geçmesini istedi. Çalışma bitip de, gözlerimi açtığımda aynen Paulina gibi ruhum acıyordu. Çünkü Şili'de diktatörlük zamanında yoğun işkenceye maruz kalmış ve bunun etkilerini üzerinden atamamış biriydi. Bu çalışmanın ardından monologumu vermemden sonra, izleyen arkadaşlarım ve hocam da bunu fark etti; herkes Paulina'yı gördü. Ders bitip de salondan çıkana kadar bendeki etkisi sürdü.

Şimdi bir toplama yapacak olursam, iki üç hafta içinde 13 farklı tipe girdik çıktık. Gündelik konuşmalarımızın arasına sürekli bu tiplerin konuşmaları kaçtı durdu. Şu an hiçbiri kalmadı bünyemde... Sadece duygu belleğime saklandılar. Sırada Arthur Miller'ın "Cadı Kazanı" ve Tennessee Williams'ın "Arzu Tramvayı" var.

"Şizofreniye bir iki" tramvayına bindik gidiyoruz :)) Ama bunun ruh, beden ve zihin kompleksine yaptığı faydayı anlatmam mümkün değil.

Dikkat ettim de tüm karakterlerin adı "na" ile bitiyor!! Amma rastlantı... Tamam başlık şu an belli oldu.
Bu arada yukarıdaki afiş tabii ki bize ait değil. Biz kiiiim, AST'da oynamak kim :) Bira sevmem demiştim ama araya Efes reklamı da almışım :))))

27 Aralık 2010 Pazartesi

12 SORU.. KAÇ DOĞRU?

"Senin için doğru olanı sevmeyi öğrenmek.. sevmek.. kabullenmek.. "

İnsan kendi için doğru olan herşeyi sever mi? Sevemeyebilir, ama mantığın iteklemesiyle, ya da mahalle baskısıyla seviyormuş gibi görünebilir. Aslında bilir ki, o onun için doğrudur, güzeldir, sorunsuzdur, garantilidir, risk taşımaz belki... Hatta uzun yıllar buna gerçekten inanmış ve öyle de yaşamıştır. Ama bir zaman gelmiştir ki, o onun için ne kadar doğru gibi görünürse görünsün, o artık o doğrudan sıkılmıştır, bıkmıştır. Ha o zaman o onun için artık doğru olmayan olabilir mi? Ya da doğruluğunu göremeyecek hale mi gelmiştir?

Bu birçok değişik hayat deneyimine gönderme yapılabilecek bir konu. Diyebilirsiniz ki, deneyime göre değişir. Haklı da olursunuz. Meslek olabilir, yaşanan mekan olabilir, hatta yaşanan şehir, evlilik, ya da her türden insan ilişkileri... Hepsi için cevaplar da değişebilir.

Genel geçer doğrular zaman içinde evrilip, artık doğru olmaktan çıkarsa ya da çıkmış gibi görünürse ne hissedilir? Size göre doğruluğu sorgulanır olan bir şey, dışarıdan bakana göre hâlâ doğru gibi görünebilir. İnsanın kendini sorgulayası gelmez mi?: "yanlış mı düşünüyorum acaba?" diye... Şımarıklık gibi görünmez mi?

O kavşakta durup hangi yolu seçeceğini bilemeyen insanın cesaret bakiyesi devreye girer anında. O eski doğruyu arkada bırakıp, yeni doğrusuna mı koşmalı? Veya başa sarıp, "senin için doğru olan bu diyorlar, bunu yeniden sevmeyi öğren" mi demeli? Aslında her ikisi de cesaret ve yürek istemez mi? İkinciyi seçmek kolaycılık mıdır? Birinciyi seçmek dengeleri bozmak mıdır? Sizin yeni doğrunuz, eski doğruda kalanların dengesini bozuyorsa, nereye kadar ilerlemek gerekir?

Hayat koca bir soru işareti olduğunu hatırlattığı sürece, elimizden kayıp gitmesine izin vermemek gereken tek şey "kendi"miz olmalıyız galiba. Ama bencilliğin de bir dozu var değil mi...

:)

24 Aralık 2010 Cuma

BAK BAKALIM, BELKİ MİM'İN VARDIR BURADA


2010 yılında mutlu olduğunuz şey nedir?


Tek şey yazılacaksa tiyatroya geri dönmek.


2010 yılı sizin için nasıl bir yıldı?

İlk yarısı gergin ve sıkıntılı.
İkinci yarısı hazmetmiş ve güvenli.


2011'e nasıl girmek istersiniz?

Unutkan olarak.


2010 yılında yapmayı isteyip yaptıklarınız ve yapamadıklarınız nelerdir?

Yaptıklarım:
Daha çok yazmak,
Sahneye çıkmak,
Yabancı öğrenci misafir etmek,
Saçımı daha da uzatmak :)
Bir sürü blogdaşıma mim paslamak :)))

Yapamadıklarım:
İnsanlardaki madalyonun ters yüzünü gördüğümde istediğim gibi şarlayamamak,
Türk insanına düzenli diş fırçalatabilmek (her sene değişmeyen şey),
Spor yapabilmek,
Hiç bilmediğim bir köye ya da kasabaya 1 haftalığına gidip, insanlarıyla konuşup, hayatlar görmek.
Daha çok film izlemek,
Vicdanıma daha az kulak vermek,
Bira içebilmek,
Sohbetlere 2 saatten fazla dayanabilmek,
Kendime artık şaşırmamak,
Pulitzer ya da Oscar ödülü almak :pp
Brownie'yi daha çok kabartmak,
Hünkar beğendi yapmak,
Her gittiğimde mutlaka bir arkadaşımı gördüğüm bir kafeye dadanmak (Friends dizisine özenti),
Denize daha çok girebilmek.

Hepsine bir sürü şey yazabileceğimi görüp, kendimden ürktüm :D
O yüzden bu kadar yazıyorum.

İşbu mim sevgili Minimalist'ten geldi. Sağolsun, hem kolay, hem düşündürücü ve eğlenceli bir mim oldu. Ben de mimi aşağıdaki dostlara paslayıp, merakla beklemeye koyuluyorum:

Leylak Dalı
Cep Aynası
Sanat Notları
Başçavuşun Beygiri
Syrakusa & Beter Böcek
Lafanino
Didem'in blogu
Momentos
Ben Nessuno
Aynadaki Aksim
Miskin
Zuihitsu
Ozan Kayra
Pandora
Silvie_Ribel
Hayat İzlerim
Öykü
Deli Anne
Anne Kaleminden
Aslı Hayvanı
Asuman Yelen
Aydan Atlayan Kedi
Deliler Teknesi
Dalgaları Aşmak
Depresif Ayu
Ebruli Günce
y.
Tomrukcan

(nıhahahha bunu da daha yazabileceğimi fark edip, kendime kızdım.. Her zamanki gibi isteyen yapar, istemeyen dağınık bırakır.)

Öperim herkesi son tahlilde ;)

22 Aralık 2010 Çarşamba

AYNAYA BAK


YAşamı Geciktirme Uzmanlarından bahsedeceğim bugün de (YAGU). Tadını çıkarmak, değerini bilmek, zamanın geçtiğini fark etmek, yaşamın her an bitişe yaklaştığını görmek, "bugün git, yarın gel", "emekli olunca yaparım" ya da "çocuklar bir büyüsün de.." dememek, kendini kale almak ==> işte bunlardan haberi olmayan ya da kulak asmayan insanlardır bunlar. "Dile benden ne dilersen" diye soran bir cin olsa karşılarında, ne diyeceğini bilemeyenlerdir. İsteklerinin gerçekleşemeyecek olmasına olan inançlarından dolayı belki de. Ya da gerçekleşecek olsa bile, kendinden başka kimseye iyi gelmeyeceğine olan endişeleri olabilir. Yoksa bencil davranmakla suçlayabilirler kendilerini. Bir tek kendisi için iyi olan bir şeyi neden istesinler ki... Halbuki bilmezler ki, onlara iyi gelen şeyle parlayacak olan yıldızları çevresindekileri de aydınlatacaktır.. Kim bilir...

Ânın tadı nasıl çıkar?
Bir şeyin/kişinin değeri nasıl bilinir?
Zaman aslında dünyadaki en kıt şey midir?
Nereden bilinsin, yaşam belki de o kişi için çok uzun...

Kamyon yazısını deforme eder gibi: bugün KENDİN için ne yaptın? En son ne zaman kendin için bir şey yaptın? Ne kadarı gerçekten SADECE KENDİN içindi? Hadi yaptın diyelim, kendini suçlu hissettin mi? Hissettiysen, etrafın için yapmak zorunda olduklarının sayısını mı artırdın o zaman da?

Çarklara çomak sokmak istedin mi hiç?

En son ne zaman gerçekten CESUR oldun?

Kendin olmaya gücün, kendinle yüzleşmeye cesaretin var mı?

Hadi hepsini yaptın diyelim, kendini taşımaya hazır mısın? Sonuçlarıyla baş etmeye?

Pişman olursan, kendine olan kızgınlığına gem vurmaya mı çalışacaksın, ya da kendini affedecek misin, veya "istedim ve yaptım" diyerek gururla kabullenecek misin?

Sorumluluk için, "yaptıklarının sonuçlarına katlanmaktır" diyorlar. Yeterince sorumluluk sahibi misin?

Yoksa kimseden korkmadığın kadar, kendinden mi korkuyorsun?

Yoksa sen de mi bir YAGU'sun?

21 Aralık 2010 Salı

BEKLE BENİ YENİ DÜNYA


29 yıl öncesine, eskiden seyredilmiş ama hiçbir ayrıntısı unutulmamış bir film gibi bakabilmek, bu arada yaşananlar ister mutlu, ister mutsuz olsun, insanın gözlerini uzağa konuşlandırıp, hafif bir bıyıkaltı gülümsemesine neden oluyor. Kimin, yetişkin olma yolundaki çırpınışlar, havailikler, kendini “tamam oldum ben artık” sanmalarla bezeli 17 yaş hikayesi yoktur ki.. 46 yaşına gelen ve bu zaman zarfında 2 çocuk sahibi olan ben, kendi çocuklarımı “yaşadığım deneyimleri onlar da yaşasın” deme cesaretini gösterebilir miyim bilemiyorum (Anne olmak yok mu, çok zor iş!) Ama kesin olan şu ki, yaşanan herşey, anlatmakla ya da dinlemekle değil, insan kendi yaşadıkça anlam ve değer kazanıyor. Sanırım şu andan itibaren kendime söz vermeliyim ki, çocuklarıma yol gösteririm ama yoluma çekmem; yapmışımdır ama yap demem, yapmamışımdır ama yapma demem. Sadece uzaktan seyredip, kumandayla kanal değiştirir gibi ipleri elimde tutma sığlığını göstermem, göstermemeliyim. Onlara kendine güveni ve başkasına da yerinde güvenmeyi öğretip, doğaya salıvermeliyim. Galiba benim annem-babam da bana bunu yapmışlardı. Bunu bu kadar geç anlamanın nedeni insanoğlunun “yaşamadan anlamama” formatında yaratılmasından olsa gerek.. Onları daha yeni yeni anlayabiliyorum; ne de zormuş evlattan geçici de olsa kopmak. Geleceğine katkısı olacağı garantisini elinize tutuştursalar dahi, o yıllarda özellikle 17 yaşındaki bir kızı taa Amerika’lara yollamak yürek ister. Yüreklerini öptüğüm insanlar!

Biz lise, hatta üniversite öğrencisiyken, gençlerin yurtdışına gitmeleri hem şimdiki kadar kolay kabul edilebilir değildi, hem de koşullar uygun değildi. O yüzden, o yıllarda (80’ler) yurtdışına gitmenin değeri de büyüktü. İletişim olanaklarının şimdiye oranla çok kısıtlı oluşu, ebeveynlerin evlatlarını uzaklara göndermedeki çekincelerini de haklı gösteriyordu. Düşünsenize, ne e-posta var, ne cep telefonu var; bırakın bunları, ne de evinizden direkt arayabileceğiniz bir telefon sistemi var: santral sırası beklenirdi büyük şehirlerde bile. İnsanın aklı almıyor şimdi bunları düşününce, ama sanırım dünya da bu kadar kirlenmemişti ve dolayısıyla “endişe ve korku” hayatımızdaki yerini böylesi sağlamlaştırmamıştı. O zaman için uzağa yakınınızı yollarkenki tek sıkıntı, hastalık olursa ne olacak idi sanki. İşte benim ailem de öncelikle bunu dert ederek, beni ucunda Amerika’ya gitme ve orada 1 sene bir aile yanında kalma olan sınava sokarken bunu düşünüyordu en başta. E tabii sonra da, yanında kalacağım ailenin nasıl insanlar olabileceği.

Sen misin sınava sokan?

1. sınavı kazanıp da, 2. sınava giderken, anneme söz üstüne söz veriyordum: “Anne, merak etme, kazansam da kesinlikle hiçbir yere gitmeeeem!! Zaten üniversite sınavını da kazanırsam, yurtdışına gidip de sene kaybetmeyi göze alamam.”

1981’in şubat ayı idi. Okulda duyurulan AFS sınavı tarihi gelip çatınca annemle de çatışır olmuştum. O, kendini annelik kıskacına kaptırmış durumda, benim her zamanki gibi cesaretime sarılıp karşılarına çıkmamdan ve tükenmek bilmeyen enerjimin akışından kurtulamayacağımdan endişe ediyordu.

Derslerimde başarılı oluşum, özellikle sınıf arkadaşlarım tarafından bu sınavın da üstesinden geleceğim kanısını uyandırmıştı. Hani derler ya: “arkadaşlarımın teşvikiyle katıldım bu yarışmaya” diye... O hesap.. Yine de sadece onların itmesiyle olacak iş değildi; ha işe yaramadı mı, yaradı ama ben de özgüven patlaması içindeydim. 1 yıl boyunca hiç tanımadığım bir ülkede, kültürde ve yaşam tarzında, hiç tanımadığım bir evde, yabancı bir aileyle kalacak olma olasılığı beni hiç ürkütmüyordu. Üstelik ömrümde ilk kez sadece ingilizce konuşma zorunluluğuna girmek düşüncesi de vız gelip tırıs geçiyordu.

Ben anneme “valla gitmem” sözleri veredurayım, feci soğuk bir şubat günü saatlerce beklediğimiz, 2. aşama olan sözlü sınav sonrasında ablamla eve döndük. Öyle üşümüştüm ki, vücudumun kırıklığından ve yorgunluktan bitap kendimi yatağıma attım; saatlerce uyudum. Akşamüzeri AFS gönüllülerinden, ki bu kişiler daha önce aynı yollardan geçerek AFS öğrencisi olarak A.B.D.’de 1 yıl kalıp dönmüş kişilerdir, bir telefon geldi. Verdiğim sözler hafif hafif buharlaşmaya başlıyordu, çünkü sınavı kazanmıştım ve ilk bizi ziyarete geliyorlardı. Bana ve aileme, gitmenin ne demek olduğunu, ayrıca AFS yönetimine ne görevler düştüğünü anlatmak üzere geleceklerdi; yani tam bir “haklar-görevler” semineriydi. O ana kadar sesini çıkarmayan babam, bu isteği gururla kabul etti. Aslında bu haber hepimizi sevince boğdu. Ben hemen o gün sınavda giydiğim, yegâne elbisemi yeniden giydim.

O gece, eski AFS’liler olan bir bay ve bayanın bizi aydınlatması ağırlıklı güzel bir gece geçirdik. Anlattıkları herşey gözlerimi parlatıyordu. Yavaştan “boşver verdiğim sözleri, sözünü tutmayan ne ilk ne de son insan ben olacağım” diyerek geçirdim saatleri. Onların ardından kapıyı kapatıp da, annem, babam, ablam ve ben başbaşa kaldığımız dakika “ben gidiyorum, bu fırsatı kaçıramam!” dedim. Ve babam ilk kez bir yorum yaptı: “Evet bence de gitmeli.”

20 Aralık 2010 Pazartesi

BU MİM BAŞKA MİM--KURGULATAN MİM

Talimatname: Önce şu adrese gidilecek,sonra gelinip buradan devam edilecek. Hatta ayrıca diğer devam yazıları da iyice merak edilip, onlara da ziyaret yapılacak. "Aynadaki Aksim" ödev verdi.

http://aynadakiaksimhepvazgectibenden.blogspot.com/2010/12/kurgusal-mim.html
********************************************************************************


Annesiyle babasının aşkına tanık olarak geçirdiği çocukluk ve gençlik yıllarının sonunda, Eleni’nin hayalinde hep onlar gibi bir aşk yaşamak vardı. Başka türlüsünü görmedi kadın ile erkeğin ilişki çarkında; hep hayranlık, hep sevgi, hep aşkın en dirisi, hep en içteninden hayat paylaşma. Kendine de, babasının annesine baktığı gibi bakan, her defasında sanki ilk kez görüyormuş gibi şaşıran, şaşkınlığında gözlerindeki aşkı okunan bir sevda dilemişti Tanrı’dan.
Dimitri… Balıkçı Anreas’ın sessiz ve utangaç oğlu… Kasabanın tepesindeki evlerinden aşağı, taş binadaki okuluna, her sabah Elenilerin tarçınlı-zencefilli kurabiyelerinden alır da giderdi. Tepeden aşağı öyle hızla koşardı ki, Angelino’nun dükkânına vardığında nefes nefese olurdu. Pencere pervazları masmavi dükkân, Elenilerin evinin alt katıydı. Kurabiyelerin kalp şeklinde olanlarından isterdi hep. Annesi kurabiyelere katık etsin diye minik bir mataraya yeni sağılmış keçi sütü koyardı. Eleni de her sabah kahvaltısını dükkânda ederken, Dimitri’nin içtiği süte imrenerek bakardı, çünkü Airla ona hep çay verirdi. Çocukluk işte, her okuldan dönüşte ve her gece uyumadan önce kana kana içtiği keçi sütü ona yetmiyordu da, bir başka çocuk içerken aklı kalıyordu. Eleni’nin Dimitri ile dertleştiği ilk şey bu olmuştu. Paylaştıkları ilk şey de Dimitri’nin sütü… Artık sadece kendilerinin bildiği bir sırları vardı. Kahvaltıları bitip de okulun patikasına doğru yöneldikleri gibi, sağdaki evin duvarını döner dönmez, matarada kalan sütü Eleni içerdi. Kikirdeşip koşarlardı okula.
Annesi kadar güzel bir genç kız olduğunda, artık yaşlanmaya başlamış babasına dükkânda daha çok yardım eder olmuştu. Annesi ise meyhane yıllarının bedelini öder gibi, karaciğerinden hasta olmuş ve günlerin çoğunu evde hasta geçirirdi. Dönem dönem girdiği akut hastalık süreçlerinde günlerce şehirdeki hastanede yatardı. Ona kendi refakat etmek isteyen Angelino’da da kuvvet yoktu ki gitsin. Aklı babasında kalmakla birlikte Eleni annesiyle hastaneye gider, günlerce iyileşsin diye beklerdi. Giderken de kasabalarındaki birkaç iyi şoförden biri olan Dimitri’den yardım isterdi. Avladıkları balıkları şehre satmaya götüren delikanlının mavi kamyonetine binerler, eski günlerden laflayarak sıkıntılarını bir nebze dağıtırlardı. İşte birbirlerine karşı yıllardır sakladıkları aşklarının su yüzüne çıktığı zamanlardı bunlar. Eleni iki saatlik yol boyunca delikanlıya ikram etmek için, onun sevdiği kurabiyelerden doldururdu çantasına. Hem artık sadece bu kurabiyeleri değil, dükkânlarında sattıkları her şeyi kendi yapar olmuştu. Dimitri de keçi sütü getirirdi yanında. Kızla oğlanın ortasında halsiz oturmakta olan Airla’nın gönlünde kızıyla bu delikanlının evlenmesinin ne kadar uygun olacağı hayali vardı hep. Ölmeden görebilmeyi dua ederdi.
Sanki bu duayı duymuşcasına Dimitri bir gün Eleni’ye elinde demet demet leylak dallarıyla geldi. Kızın menekşe gözlerindeki pırıltı ile delikanlının zeytin gözlerindeki ateş fütursuzca birleşti o gün. Sanki zaman durmuştu. Eleni kendinden çıkmış annesi olmuş, Dimitri de babası olmuştu. Başını hafifçe yukarı kaldırıp hızlıca Tanrı’ya gülümsedi, teşekkür etti bu aşk için. Dimitri’nin ailesinden başka kimsenin gelemediği evlerinde, Airla’nın ölüm döşeğinin dibinde papaz efendiyle nikâhları kıyıldı. Airla bundan on beş gün sonra, elleri kızı ve bir tanecik aşkı Angelino’da, başında çok sevdiği damadıyla huzur dolu olarak uçtu gitti.


Yıllar boyu birlikte yaşadılar. Bir kız, bir de erkek çocukları oldu. Dimitri’nin annesi ve babası yardımcı oldular her zaman. Hem çocukların büyümesine, hem de Angelino’ya yoldaş olmaya.

Ama bir gün Dimitri dönemedi şehirden. Eleni’nin kasaba dışına taşan ünüyle, şehre sadece balık değil, artık büyümüş olan kızlarının eliyle hazırladığı minik kutularla kurabiyeler de taşınır olmuştu. Eleni bir denize, bir tepedeki eve bakarak saatlerce bekledi aşkını. İçinden çıkamayan gözyaşları doldurdu göğsünü. Saklanıp sütü paylaştıkları evin kenarından dönüp de gelecek olan kamyonetin ışıklarını bekledi durdu. Tahta sandalyenin üstünde sabaha ulaştığında arka bahçedeki kameriyenin altında beklerken uyuyup kalan oğlunun geldiğini fark etmedi bile. Annesinin ellerini tuttuğu sırada, köşeden kamyonet değil, jandarmanın cipi döndü geldi. Kurabiyelerin balıklarla karman çorman olduğu bir kazada Dimitri de uçup gitmişti.


Eleni bitti.
Eleni dondu.
Zaman bitti.
Zaman dondu.
Tanrı’ya bakar gibi yukarı baktı; menekşeleri titredi gözünde.
Anlamsızlığını tanıdı o gün.
Ruhu kendinden çıktı, Dimitri’nin yanına gitti.
Aklı uçtu.
Bedeni kaldı.
Eleni gitti.
Eleni duramadı.
Tanımadığı kendiyle yola düştü.
Hissetmediği ayakları onu Napoli’ye getirdi.
Ne zaman ve nerede öğrendiğini bilmediği kurabiyeler yapmaya başladı.
Nereden bildiğini, duyduğunu hatırlamadığı ezgiler kulaklarında.
Yalnız bir sütçü delikanlı var, ona bakıp bakıp ağlıyor. Neden? Bilmiyor…

******************************************************************



Paslamam da gerekiyormuş; sandım ki yazıp bırakacağız :)) Mimin çıktığı Aynadaki Aksim'in blogundan (yukarda linki var) devam edilecek.. İşte pası karşılaması beklenenler:


Oyun Çocuğu (yeni adıyla "başçavuşun beygiri")
Blogloballeşelim
Francesca Mckennit
Momentos
Nessuno
Leylak Dalı
Minimalist
Deliler Teknesi
Stardust
(valla üzeri tıklanacak şekilde ekleme yapmayı bilmiyorum :(( özür...)

18 Aralık 2010 Cumartesi

RUH DEGUSTATÖRLERİ


Degüstatörlük diye bir meslek var, bilirsiniz. İnternet bilgiçi şöyle diyor, bu meslekle ilgili: "Meslekleri içecek tadımı yapmak olan kişilere verilen genel addır. Dünya genelinde ve ülkemiz özelinde daha çok şarap tadımı yapıldığı için degüstator denildiğinde ilk akla gelen şarap tadımcılarıdır. Şarap degüstastonunda yalnızca tat alma duyusu kullanılmaz. Görme ile başlayan degustasyon, koklama ile devam edip en sonunda da tatma ile tamamlanır. Degüstasyon eğitimi Türkiye’de özel şarap tadım kursları ile verilmektedir. Bununla birlikte çay tadımcılığı da degüstasyon alanında gelişen bir branştır."

Ruh degüstatörlerinden bahsedeceğim ben. Ne bir insan evladı, ne de internet bilgiçi bilir bunu. Boşuna Google'a yazmayın yok. "Bunu mu demek istediniz?" diye bile sormuyor; iyice afallıyor. Çünkü bunu ben kafadan attım. Durun daha kibar olayım: ben buldum, ben buldum! Aşağıdakileri okuyunca birçok insan evladı da öğrenmiş olacak; hadi gene iyisiniz ;) Öğrenince, siz de etrafınızdaki nadir ruh degüstatörlerini hatırlayıp, "evet yaa, işte benim degüstatörüm de şu insan." diyeceksiniz belki de... Bunlara kısaca RD diyelim. Belki kendiniz de bir RD'siniz ama açıklamak adına, burada sadece sizin ruhunuza degustasyon yapılmasından söz edeceğim.

Ne demeye çalışmış internetimiz: "degüstasyon yapan kişi duyularıyla çalışır: görme, koklama ve tatma." Ruh degüstatörlerinde ayrıca işitme ve dokunma duyuları da çalışır. Tam tekmil yani. Görerek başlar çoğu şey... Bu insanlar sizi görürler, siz de onları.  Gördüklerinde sadece fiziki varlığınızı gözlemlemezler. Vücut dilinizi okurlar. Siz fark etmezsiniz bile. Ruh titreşimlerinizi görürler. Siz anlamazsınız bile. Yaydığınız artı ya da eksi elektrik yüklerini açığa veren samimi bir varlıksanız, soyut bir maske ve paravan arkasında değilseniz hele, işleri daha da kolaylaşır. Verdiğiniz tepkilerin hepsi birer veridir onlar için. Ruh gören gözleri vardır onların. Ruhunuzun rengini seçerler. Görmenin ardından doğal bir akışla işitme de devreye girmiştir. Siz konuştukça ses tonunuzdaki anlamları, ruhunuzun sesi olarak algılarlar. Desibel desibel işlerler sizi. Ses sensörleri vardır onların.

Ruhunuzun bir kokusu olduğunu biliyor muydunuz? Ama kimi ruhlar kokusuzdur. Onlar dışarı kapatırlar kendilerini; bilinmek, anlaşılmak, deşifre edilmek istemezler, korkarlar. O ruhların kör tıpası vardır. Hapsederler kokularını içeri. Kim bilir belki de, kör tıpanın görevi gibi, önceden açık olan ruhu taşmasın diye durdurmak istemişlerdir. RD'lerin bile onlara ulaşması zordur. Gerçi tıpanın varlığını hissederler yine de. Lâkin gerisi gelmez. Tıpasız ruhların kokusu herkeste farklıdır. Kimi kekremsi, kimi tatlı, kimi tütsü gibi kokar. Yorgun ve karışık ruhlar, ekşi kokar. Formaldehit kokusu varsa, ölmüştür o ruh, o yaşayan bedende. RD'lerin burnu kokuları karıştırmasın diye arada kahve koklamazlar. Çünkü ruhların kokusu birbirine karışmaz; özgündür. Koku algılarını nötrlemeye ihtiyaçları yoktur.

Ruhun tadı nasıl alınır? Aslında zor değil gibi görünüyor değil mi? Ruh dilindeki tat alıcıları kuvvetli olanlar daha bir ayrıntılı hissederler bunu. Meyveli ruh mu, kremalı ruh mu, çikolata tadında mı, hatta bitter mi, ağdalı bir şurubu mu var, yoksa hafif bir ruhsa sütlü mü, kavruk mu, az mı pişmiş, buzu çözülmemiş mi, vıcık vıcık yağlı mı, tuzu fazla mı kaçmış, mentollü mü... Ya da zaman zaman değişir mi tadı.. Hepsini fark ederler.

İşte bu insanlar son olarak, artık ruhunuza dokunmaya da başlarlar. Çünkü size yaptıkları degustasyonu hissedersiniz artık. Yaptıkları işin size geri dönüşü budur. Müptelâsı olursunuz. Onlarda keşfedilmenin lüksü ve rahatlığıyla yükünüz hafifler. Onlar sizi size anlatır; sizi size tanıştırır. Onda tanıdığınız kendinizi daha çok ve/veya yeniden seversiniz. Narsistçe hayran olursunuz kendinize. Bundan vazgeçmemek adına bile olsa, ki çok bencilce ve insanî, daha çok vakit geçirmek istersiniz onlarla. Aslında size öğrettiklerine minnetle, siz de onlara degustasyon yapmayı öğrenirsiniz, öğrenmeye can atarsınız. Size verdiği huzuru ona geri vermek ve paylaşmak istersiniz. Belki de acemilikle ilk yaptığınız iş dokunmak olur onların ruhuna. Bunu sonuna kadar hak ederler. Esirgemeyin, cömert olun. Sanmayın ki herkese yapıyorlardır bunları. Kendi ruhlarına da hitap ediyorsanız işbaşı yaparlar onlar. Part-time çalışırlar; seçicidirler.

Ya siz.. başkalarının ruhlarına degustasyon yapabiliyor musunuz? O ruhların yutulamayası zor tatlarını, içine çekilmeyesi kokularını, bakılamayası görünümlerini, kulak tıkanılası seslerini hissedebiliyormusunuz? Dokunmaktan imtina edeceğiniz ruhları seçebiliyor musunuz? Ya da tadı ruh damağınızda kalan, ciğerlerinize dolmasını istediğiniz, seyretmeye doyamadığınız, dinlemekten bıkmadığınız, dokunmaya can attığınız ruhları?

16 Aralık 2010 Perşembe

ŞİİR KOKTU BURASI

Pus.. 
Puslu..
Ya bildiğim, 
ya da hayal edebildiğim kadar, flu.
Berraklığını istemediğim.
Bir ışık var.
Kimse fark etmez.
Sadece benim görebildiğim .
Gözümü almıyor.
Gönlüme doluyor.
Birini kaparken,
diğerini açıyor.
Bilinmez bir âlemin,
bilindik kapılarına dayanmış gibi
aşina.
Çözülmez bir denklemin,
bilinmeyenlerini saçmış gibi
serseri.
Elden çıkmış bir kalenin,
bayrağını dikmiş gibi
cesur.
Ne düne, ne yarına muhtaç
Bugünle haşır neşir.

15 Aralık 2010 Çarşamba

İSTEMEM, OLMAZ OLSUN (Cyrano'nun burnu titresin)

Batılı olmak, batıya gitmek...
Hep hedeflenen ve özenilen... Arada bir kıskanılan ve ulaşılamayınca kedinin ciğere takındığı tavırla burun kıvrılan... Hele de eski yıllarda, bulunmaz Hint kumaşı muamelesi çekilen... Gerçi hâlâ değerini kaybetmiş değil, ama ulaşılmazlığının alt edilmesiyle önceki kadar da parlayan bir yıldız değil. Gezmek, okumak, iş ya da sağlık nedenleriyle batıya gidenlerin parmakla gösterildiği devirlerden, neredeyse gitmeyenlere şaşırılan zamanlara geldik.

Bir kez lisedeyken, bir kez de üniversitede asistanken birer yıl yaşadığım yurtdışı topraklarını hiç özlemedim. Lisede değişim öğrencisi olarak ABD'de aile yanında kaldım. Diğeri de araştırma görevlisi olarak Danimarka'da geçti. İkisi birbirinden farklı kültür ve yaşamların içinde olmak inanılmaz bir hayat ve meslek deneyimi ve birikimi sağladı, buna bir şey diyemem. Ama anlatmak istediğim şey bu değil.

Sokağa çıkıyorum; tek korna sesi yok. Otobüsler, durakta yazan zaman cetveline dakika sapmadan, uyarak geliyor; çünkü trafik keşmekeşi yok. Durakların bazılarında sıcak hava üfleyen sistem ile beklerken üşümüyorsunuz. Buna pek ihtiyaç da yok aslında, çünkü otobüsün saatini biliyorsanız, fazla da beklemiyorsunuz ki.

Karşıdan karşıya mı geçeceksiniz. Zaten canavarlaşmamış sürücüler sayesinde güvenlik had safhada.. Ayrıca ola ki, bir araba geliyorsa, ayağınızın ucunu caddeye doğru uzattığınız an durmaları gerekiyor. Bunun için de hemen durabilecek şekilde makul bir hızda ve dikkatle seyir halindeler. Üstüne üstlük, ufukta bir tane bile yaya ya da araç olmasa bile, her dört yol ağzında durmak zorundalar.

Bisiklet yolları, bizim normal yollardan da bakımlı ve pürüzsüz. Bisiklet sürücüleri de trafik ışıklarında aradan kaçmak gibi heyecan yaratmıyorlar. Işıklara tamamen güvenebiliyorsunuz; kırmızıda nasılsa geçen yaya yok deyip, bastırıp gazlayan da yok. Taksiciler deseniz, ne yolu dolandırıp sizi kazıklamaya, ne "kısa mesafe" deyip müşteriyi reddetmeye, ne de slalom yapmalara meraklı. Müşterisi yokken elinde kitabı, okuyarak beklerler.

Gelelim resmi dairelere... Telefonda bilgi alacaksınız, mutlaka doğru bilgi alırsınız. Sizin verdiğiniz bilgiye de güvenirler. Ayrıca telefonda verdikleri bir söz varsa, o söz gerçekten sözdür. Oraya gittiğinizde bunu unutmuş olmazlar.

Hastaneye mi yatmanız gerekti; refakatçiniz olmak zorunda değil. Çünkü öyle güzel ilgilenirler ki, tıp dışından ya da içinden bir yakınınızın sizinle ilgilenmesine ihtiyaç olmaz.

Markete gidersiniz. Sepetinizi doldurup, kasaya gelirsiniz. Poşet paralıdır. Haa önceden bilmeyen benim gibi vatandaşlar mecburen onun için para öderler. Ama bir kez öğrendiniz mi, daha sonra yanınızda poşetinizle gidersiniz. Sebzeler ne bizimkiler kadar lezzetlidir, ne de fiyatları uygundur. Patlıcan çeker canınız; saman gibidir. Hadi alayım dersiniz; ateş pahası. Tek ya da en fazla iki tane alır çıkarsınız. Karpuzlar dilimle satılır.

Özellikle Kopenhag'da insanlar buz gibidir. İklimin etkileri derler hep. Depresiftirler. Güneş ışığının azlığı yüzünden lambaları her daim açıktır. Gözden giren ışıkla serotonin salgısı artsın diye; ki mutsuzluk hissetmesinler. Çünkü dünyada intihar oranı en yüksek ülkeler İskandinavya ülkeleridir. Ben sadece masa lambamla çalışırken, gelip tavandaki lambayı açıp gidenler olurdu. Her sabah gülümseyerek "günaydın" dememe uzun süre şaşırıp, sonra dayanamayıp, bana, bunu nasıl becerdiğimi soranlar oldu. Aile ve arkadaşlık ilişkileri o kadar zayıf ki, kedileriyle evlenenler vardı.

Sağlıkla ilgili olanlar; onlara tek kelime etmiyorum. Ama hayat temposu, sokakların canlılığı, insanların dinamizmi, ağız tadı... eksik işte bir sürü şey.. Ben sokağa çıkınca kendimi koruma içgüdüsüyle zımba gibi oluyorum. Kanıma adrenalin izdihamı oluyor. Ufak çaplı stresin faydalı olduğunu bilirsiniz; işte o hesap. Ben bu tatlı gerginliği seviyorum. Algılarımı açık tutuyor. 'Truman Show'daki gibi mekanik yaşamayı sevmiyorum. Pili asla bitmeyen oyuncaklar gibi tekdüze hareket etmeyi de. Etraf hikaye dolu. Bu yüzden çok daha fazla yazarımız ve filmimiz dışarı açılmalı bence. Çok ilginç bir ülkeyiz; insanlarımız keza.

Yazdıklarımda sadece benim bulunduğum bölgelere özgü olanlar da var. Yani bunların bazıları latin ülkelerinde görülmez. Daşını dorpaanı yidiğim ülkem yaa..

Ha bu arada, biraz da kadın muhabbeti yapayım: Ben o zamanlar kızıl saçlıydım. Danimarkalılar da sapsarıdır genelde, bilirsiniz. Farklı olmak için kızıla boyatanların saç rengi havuç rengi olurdu. Çünkü alttaki asıl renk bir türlü istedikleri kızıla ulaşmalarına izin vermezdi :))) Benim saçıma bayılırlardı. Mavi göz neredeyse herkeste olduğu için kahverengi lens takanlar olurdu. Bizde de tam tersi değil mi :)) Bu da sona yazmadan edemediğim bir kadın muhabbeti olsun ;) E n'apayım ayol.. Zaten çok fazla da erkek yok aramızda di mi kızlaaar :)

13 Aralık 2010 Pazartesi

FLAŞ FLAŞ !!! SON DAKİKA!!

İzmir'de 10 dakika önce, 5 dakikalığına lapa lapa kar yağdı. Buna hasret İzmirliler, birbirlerini arayarak haber verdiler. Hani ola ki, o sırada işle güçle uğraşırken, bu ne kadar süreceği belirsiz müstesna olayı paylaşmadan edemediler. Telefonlar kilitlendi. Ama ne yazık ki, daha aramalar bitmeden kar da durdu. Gökyüzünün rengi ve dolgunluğu, yeni bir kar fırtınasının geleceğini müjdeliyordur herhalde ümitleriyle bu satırları yazan "görmemiş insan" bir yandan pencereye, bir yandan sürekli hata yaparak yazdığı ekrana odaklanmaya çalışıyor. Kar duası nasıl yapılır diye Diyanet'i aramayı da düşünen bu insan, hastalarını da arayıp, hava muhalefeti yüzünden gelemeyecek olurlarsa, onları affedebileceğini bildirmeyi de düşünmüyor değil :)) E yani bundan daha geçerli bir neden de olmaz yani :)

Öte yandan (sağdan olsun), bu kadar soğuğa alışmamış bünyesi nedeniyle, kaloriferin üstünden nasıl kalkıp da iş göreceğini de merak ediyor. Kışın asla ısınmayan elleri, ayakları ve burnu için, kara alışkın memleketlerden destek almayı düşünüyor. Dost ve kardeş şehirlerden Kızılay yardımı için yetkililerin harekete geçeceğinden emin.

Aha!! Şu an itibariyle yeniden başlayan tül gibi kar yağışı, karşıdaki lise öğrencilerinin çığlıkları sayesinde bir şölene dönüşmüş durumda.

İşte böyle de bir ahaliyiz biz :)))

10 Aralık 2010 Cuma

UMARIM ÜTÜ FİŞTE DEĞİLDİ

Takıntılarımız var di mi? Yapmazsak rahat edemediğimiz şeyler, belki de saçmalıklar. Ama ı ıhh ille de yapılacak. Bazen de kendimize hakim olabilirsek, es geçmeyi göze alırız. Alır mıyız? Ben almaya çalışıyorum açıkçası; boş ver, yapmazsam bir şey olmayacak rahat ol, deyip yürüyüp gidiyorum.

Genelde deli bir düzen hastası değilim, ama düzensiz de değilim. Evden ya da işyerinden çıkarken, döndüğümde düzgün görünsün diye bir isteğim hep olmuştur. Hele de tatile gidiliyorsa, geldiğimde ekstra iş çıkmasın diye, ayrı bir özen gösteririm. Her sabah evden ayrılırken, her odadan çıkışımda döner bir arkama bakarım; yan yamuk kalmış bir şey var mı diye. Ya da gece yatmadan önce salona bir göz atmadan duramam. Şekerleme örtüsü, kaykılma minderleri vs düzgün olmalı. Her ne kadar ev halkına bu konuda zilyon kez uyarıda bulundumsa da, başarı düzeyi pek yüksek değil. Ha ben de n'apar oldum: "Tamam kızım, sen de takılma. Bak insanlar nasıl da rahat. Sen niye debeleniyorsun ki, ne kaybediyorsun, ya da kazanıyorsun?" demeye çalışıp, bunun takıntı kategorisinden çıkmasını sağlamaya çalışıyorum. Peki ya benim bundaki başarı düzeyim ne? 10 üstünden 3..
Salondan gece en son ben çıkıyorsam, kullandığım örtüyü ya da minderi aynen bıraktığım oluyor. Örtü aynen sağa atılmış vaziyette, minderde kafa iziyle (ıy ne gıcık). Ya o ne şımarıkça bir sevinç, ne güzel bir "bana ne yaa" vurdumduymazlığı, nasıl tatlı bir boşvermişlik. Valla güzel.. Ama dedim ya, pek başarılı değilim. Demek ki düzeltirsem daha mutlu oluyorum, deyip, kendimi zorla şımarıklığa sevk edeceğim diye de ıkındığım yok.

Hani aslında bundan kasıt, takıntılı bir düzen meraklısı olmamayı başarabilmek. Ha aslında şu da var: evde yetişmekte olan yaş ağaçları eğeceğim arzusu. Çocuklar ne görürse, onu bilirler inancımdan dolayı, savruk ve kıymet bilmez olmasınlar istiyorum aynı zamanda. Rol modelliğimin üzerine düşen görevi içime sinerek uygulama isteği. Evdeki ergengillerin giysilerini fırlatmalarını anlayabilmiş değilim, ama bulaşmamaya da çalışıyorum. Bunun dönemsel olduğunu, bu şekilde bir düzen tutturduklarını, böyle mutlu olduklarını söyleyip duruyorum kendime. Arkalarından odalarına girip düzeltmiyorum da; ya da uyduruk düzeltmiş olsalar da, elden geçirmiyorum. Valla kitaplar öyle diyor; o zaman çocuk milleti güvensiz olurmuş. Neme lazım.. Amaaa görüp görüp de sinirim ayaklanmasın diye, kapılarını kapatıp, eşyaların kendi aralarında vur patlatıp çal oynamalarına izin veriyorum. Ya sabır.. Giysileri ters çıkarıp bırakmanın, işlerin ters gitmesine neden olacağı batılına olan inancımdan da kurtulamıyorum. Büyüklerimiz öyle demiş zamanında. Ben de ne safmışım, inanmışım. Amaç düzenliliğe alıştırmakmış, gayet de güzel başarmışlar. Şimdikiler hayatta yemiyor bunu.

Terlik çıkarma... Evden çıkarken terliklerimi yanyana ve düzgün bırakmazsam hayatta rahat edemem. İsmi lazım değil, zaten söylesem de tanıyan çıkmaz aranızda; bana yakınlığı lazım değil diyeyim en iyisi: bir hanımefendi var ki, anam babam offf... Bize geldiklerinin herrr defasında o terlikleri çıkarıp, her biri bir yerde bırakıp gitmiyor mu! (dedikodist oldum bi anda). Bayanlara yakışmıyor be dostlar..

Bakliyat saklama... Her cinsten bakliyata da kavanoz yetişmiyor. Kavanoz yetişse, yer bulunamıyor. E o zaman da poşetinde saklamak gerekiyor di mi... Ha işte onları içinde mümkün olduğunca hava bırakmadan sımsıkı katlayıp, sıkıca lastiklerim ben. Poşetin dışında yazan yazısını da okunabilir şekilde katlarım ki, anında içinde ne olduğunu anlayayım diye (gittikçe sapıtmaya başladım). Yapmazsam ziyan olacakmış gibi gelir. Savaş ve kıtlık da görmedim ama, ziyandan ve israftan çekinmişimdir hep (anneannem rahmet istedi).

Kapaklı kalemleri kapağı açık bırakamamm... Poposundan tıklamalı olanları içine sokmadan bırakamam.
Yıkadığım bıçakları, kaşıklığın içine dik koyamam, bulaşıklığın içine eğimli bırakırım ki, ani bir hareketle elimize batmasın diye.

Amaa yamuk çerçeve olayında kendi kendime telkin terapisinden başarıyla mezun oldum diyebilirim :) Gördüğümde gülümseyip geçiyorum. Kapağı açık diş macununu da iplemez oldum, iyi oldu.

Yazdıkça ne saçmalıklarım olduğunu fark ettim. Bunları yazacağımı bilmiyordum valla. Öylesine başlamıştım; ilerledikçe kendimle yüzleştim. Planlı ve her satırı önceden aklımda sıraya girmiş şekilde başlamam yazmalara. Ve yazmaya başlamak her defasında sonunu benim bile bilmediğim bir maceradır benim için. Bugünkü yazıyla da self servis bir deşarjla kendimi yine şaşırtmış vaziyetteyim. Ama her yazıda takıntım olan imla ve noktalamaları yüz kere kontrol etmedim diyemem. Fiil çekimleri, mantık zinciri, virgül/nokta vs, dahi anlamındaki -de ve -da'ların kontrolu, şu bu derken, kendimce tatmin olduğum bir şekilde bu takıntılı yazıma son verirken, her gün bir şey yazmak isteme takıntıma selam ederim.

(Not: Fotoğraflar, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu'nun birkaç sene önce oynadığı "Tak Tak Takıntı" isimli oyundan ve Jack Nicholson/Helen Hunt'ın başrollerde oynadığı "As Good As It Gets" isimli filmden. İkisi de çok güzeldi.)

7 Aralık 2010 Salı

İLK GÖZ AĞRIM


2003 yılının sonlarına doğru gazetenin kitap ekinde, e-edebiyat siteleriyle ilgili bir yazı gördüm. Hepsini okudum, birkaçını da internetten ziyaret ettim. Sadece bir tanesi çok sıcak göründü. Diğerleri de bu site kadar kaliteliydi, ama bu sitede bir şey vardı beni çeken. O anda anlayamadım bunu. Sezgisel bir çekim...
Siteye eklenen yazıları, forum sayfalarını, yazıların altına yazılan yorumları okudum. Şu an blogçulukta ulaştığıma benzer bir arkadaşlık ve paylaşım havasını gördüm orada da. Gerçi yazıların içerikleri blogçuluktan farklıydı. Çoğunlukla deneme, anı, öykü, derleme vb tarzlarında yazılıyordu sadece; günce tutmak gibi değildi.

O zamana kadar yazdığım yazıları sadece bir gazetenin ekinde paylaşmıştım, ki sayıca çok azdı. O siteye bir yazımı yollamak istedim, çekinerek de olsa. Bir cesaretle yolladım. Ertesi gün yayınlandığını gördüğümde nasıl sevindiğimi anlatamam. Günlerce eşime dostuma site adresini verip durmuştum. Günde elli kere girer yazımı seyrederdim. Sonra hep yollar oldum. Alta yazılan yorumlarla cesaretim de, özgüvenim de artmakla kalmadı, yeni edebiyat dostları edinmeye başladım. Sitenin adminleri dünya tatlısı bir karı-koca idi. İşte beni içine çeken, peşinden gitmeme neden olan sezgimin bu olduğunu, onların yazdıklarını, paylaşımlarını okudukça iyice anladım. Orada zaten oluşturulmuş olan sıcaklığı hissetmişim meğer.

Bir süre sonra bana sitede bir köşe yazıp yazamayacağımı sordular. On beş günde bir yeni yazı eklemem gerekiyordu, hepsi bu. Tereddütsüz kabul ettim. Epeyce bir süre yazdım. O arada çok güzel dostlar edindim. Hâlâ da devam eden dostluklar. Hatta bir araya da geldik, tanıdık birbirimizi. Ama bu güzel site bir takım sıkıntılar yüzünden kapanmak zorunda kaldı :( Orada yazmaya, yorumlarla çoğalmaya o kadar alışmıştık ki, boşluğu çok koydu.

Uzatmayayım..  Derken yeni isimle, yeni bir formatla yeniden açıldı. Her şeye rağmen aklımız, kalbimiz, anılarımız o ilk sitede kalmıştı. Yıllarca hep orayı andık, özledik... İzlerini kaybettiklerimizi birbirimizin aracılığıyla Facebook'ta bulunca ekrana sarılasım gelmişti.

Geçen hafta gelen bir haberle aynı isimle yeniden geri döneceği haberini aldığımda içim aydınlandı yeniden. Aynı logo ve resimle önümde açıldığını gördüğümde, eskilerde kalmış mahalleme dönmüş kadar duygulandım. Sanki sokaktaki arkadaşlarıma da kavuşmuştum. Yine yazmamı diliyorlar. Elimden geleni yapacağım tabii ki. Kim bilir, belki aranızdan da yazmak isteyen olabilir oraya...

Orası benim ilk göz ağrım. Blog'umun tüm ipleri elimde, istediğim gibi at koşturuyorum burada ve tabii ki burayı da çok seviyorum. Ama oradaki farklı tattan da ayrı kalmayı hiç istemiyor gönlüm. Bakalım iki taraflı götürebilecek miyim, ama deneyeceğim. İyice beyin salatası olmazsam tabii :)

http://www.amatorceedebiyat.com/

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Kuru Kafa Aranıyor


Leylak Dalı'ndaki Desdemona'nın mendili ve kendi ödevlerim derken, Shakespeare'le sıkı fıkı günler geçirmekteyim.

Shakespeare, tiyatro tarihinin baş yapıtlarına hem annelik, hem babalık yapmış değerli ve çok zeki, aynı zamanda yaratıcı bir yazar. Övgüleri dizi dizi yapmama hiç gerek yok; herkes biliyor zaten. Gittiğim dört tiyatro kursunda da onun eserleri verilen ilk ödevlerden, çalışılan ilk eserlerden olmuştur. Onu ucundan acık da olsa anlayan, çözen zaten yol almaya başlamış demek oluyor. Tümden çözebilmek için okullar bitirmek, bol bol ondan okumak, oynamak, satır satır hazmetmek gerekiyor. Zor iş...

İlk kursumda günlerce 15-20 satırlık bir tiradı ezberlemekte nasıl da zorlandığımı hatırlıyorum (sene 1323 :p). O zamanlar üçüncü sınıfa giden oğlumun, ya da bire giden kızımın eline kitabı tutuşturup, ezberimi takip etsinler derken, çocuklar o yaşta Hamlet okumaya başlamışlardı. Eşime de takip ettirebilirdim ama, bundaki amaç biraz da çocukların bu eserlere dikkatini çekmekti. Şimdilerde ergen olan evlatlarım Shakespeare'in tüm eserlerini yalayıp yuttular dermişim (yalannn :D).

Şimdi iş ezberlemekle de bitmiyor. Çünkü birkaç satırda bir değişen duygular nedeniyle ses tonlarının değişmesi ve vücut diline de yansıması gerekiyordu. Günlerce sadece o tirad üzerine çalışmanın zevki ve bir oyuncu adayına kattıklarına olan şaşkınlığım ve hayranlığım hâlâ geçmiş değil. O yüzden de hep ilk çalışılan eserler onunkiler oluyor. Hamlet, Romeo ve Juliet, Macbeth, III. Richard ve son olarak da Huysuz Kız.
Mesela nefes çalışması olarak da Hamlet'teki Horatio'nun bir tiradı çalışılır. Güncel ve modern konuşma alışkanlıklarımızı bir kenara bırakıp, devrik ve şiirsel diyaloglara nefesi unutmadan ama tükenmeden de can vermek işini başımıza yıkarken, Shakespeare bizi nasıl da zorlayacağını bilmiyordu galiba :) 
Gerçi anladım ki, Anton Çehov da başka bir kulvarda aynı işi yapmakla meşgulmüş. Shakespeare oynamak, Çehov oynamak ve Brecht... Zor iş...

Geçen hafta melankolik Nina, depresif Treplev derken (Çehov/Martı), bu hafta da Huysuz Kız Katherina'nın şirret naturasına bürünmemiz isteniyor. Nina'nın havasına girelim diye, hocamız bize "Bu sabah yağmur var İstanbul'da" şarkısını içinizden düşünerek oynayın diyordu. Bu defa da acaba "ahh şöfeeer şöfer"i düşünün mü diyecek ki? Hani maksat acık roman yırtıklığına bürünmek olsun.

Velhasılı kelâm, pastörize olduk, şizoid gitgellere az kaldı :))

(Not: Yaşı kaç olursa olsun, öğrenci öğrencidir derim ben. Cuma akşamki derse Huysuz Kız'ı hazırlayacaktık. Ama o akşam buraya Macbeth oyunu geliyor diye hocamız, dersi iptal edip hep birlikte oyuna gidelim dedi. Havada kaptık tabii. Hem belki biletimi gösterince, bana sözlüden 100 verir :p)

3 Aralık 2010 Cuma

TİYATRO


Cuma geldi, e cumartesi de pek yakında.. Yani benim tiyatro günlerim. Ödevler art arda geliyor. Biri bitmeden diğeri başlıyor. Zor gibi görünürken, aslında çok da zevkli geçiyor; hem dersler, hem de ödev hazırlıkları.
Ödevler şöyle:
1- Anton Çehov'un "Martı" isimli oyunu okunacak (okundu)
2- Oyundan bir bölüm ezberlenecek; Treplev ve Nina (ezberlendi)
3- Bir şiir bulunacak ve beş ayrı ses tonunda okunacak (bulundu, çalışıldı. Ama ses tonlarında sorun var.)
4- Bir oyuncak bulup, buna bir isim, geçmiş ve karakter verilecek (tamamdır. Bir Barbie bebek, Rus Svetlana oldu. Moskof'ta balerinmij eskiden; jimdi buRaya çalıjmaya gelmij. Üj tane cocugu ijin paRa kazanmaya calıjıyoRmus. :p)

Şimdi bunlar böyle çok kolay sıralanıveriyor ya, yaparken bir yandan da gülesi geliyor insanın. Evde yalnızken, ya da herkes varken bir anda ezberini söyleyen biri. İlk başlarda çocuklar "aa annem ne diyor ya" diye bakarlarken, beni dinleye dinleye karşılık vermeye de başladılar :) Diyaloglu bir parça ise zaten kitabı ellerine tutuşturuyorum. Hatta kızım biraz daha ilerleyip, normal gündelik konuşmalarımızın arasına benim replikleri sıkıştırır oldu.

Bu akşamki ödevler şiir ve bebek. Bir saat sonra önce prova yapacağız, sonra da ders başlayacak. Hocalarım benden 15 yaş küçük, sınıf arkadaşlarımın çoğu çocuklarım yaşında :)
Tiyatro eğitiminin tatminini geç de olsa yaşayabildiğim için seviniyorum.

Hadi Allah zihin açıklığı versin bana.. :)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Eternal Sunshine of MY Spotless Mind (Sar Baştan)


Sildirmek ne güzel olurdu.

Halbuki yaşarken nereden bilecektim ki, sonradan bu kadar acıtacağını. Bilseydim, silinesi şeyler yaşatmazdım kendime. Ama işte olmuyor, olamıyor. Pause ya da stop düğmesi yok ki hayatın. Ya da ileri sarıp, görmek neler olabileceğini ve tekrar geri sarıp, durdurmak mümkün değil. Yaşanacaksa yaşanacak; kadere hakim olunamıyor. Hiç bilemedim ki, insanların, hem de yakın diye bildiklerimin bu kadar uzak olduğunu.

O kadar yakıştıramadım ki onlara bunu...
O kadar emindim ki, durup durup vurmayacaklarından..
O kadar uzaktı ki bize hainlikler..
O kadar eskiydi ki bizim dostluğumuz..
Belli ki onlar sildirmiş anılarını...

"Anıları ayarlama enstitüsü"ne mi gitmeliyim? "Ölü anılar derneği"ne mi başvurmalıyım? Ya da lekesiz bir aklın sonsuz ışıltısını mı yakalamalıyım?
Neye yarar...