27 Eylül 2010 Pazartesi

3k1o: 3 KARE, 1 ODA





Bir gün gelir mesela şu oda gibi bir oda da, Van Gogh'un meşhur "Arles'daki Oda" resmi gibi ünlenir mi? E tabii bu ünde ilk hak, odanın Van Gogh'a ait olması. Yarattığı muhteşem eserlerinin alt metninde yatan ruh halleri ve dolayısıyla resme aktardıkları ne olursa olsun, her gün yüzlerce insan, sergilendikleri müzelerde bu resimlerde kendi anlamlarını üretiyorlar. Sanatın güzelliği de burada değil mi? Üreten olunmasa bile, o sanata bakanın/dinleyenin/izleyenin içinde neler çağrıştırdığı, uyandırdığı, anımsattığı, ürettiği, dalgalandırdığı...

Fotoğraftaki odayı gördüğümde, bana öncelikle geçen duygu "huzur" idi. Minimum eşya ile sanki dünyevî zevklerden arınmış bir insanın ruh halini yansıtıyordu.

Bir yatak, baş ucu lambası: yatarken mutlaka okumalı, okunmasa bile okumaya hazır olunmalı, mesajı..
Beş tane kitap: Okuma açlığı, sevgisi.. Tek kitapla yetinememe. Virginia Woolf kitapları. "Kendine Ait Bir Oda" da orada. Ne anlamlı aslında.. Ya o kitap yüzünden yaratılmış bir oda, ya da onun dediği gibi görülen bir oda olduğu için alınmış bir kitap. Neden-sonuç ilişkisi değişken. Bilemiyorum tabii. Ne fark eder ki...
Bir not defteri ve kalem: Aklına gelenleri unutmak istemeyiş. Okurken satırları çizmeden edemeyiş.
İki tane mum: Her koşulda okuyabilmeyi istemek.
Çift yastık: Sırt ağrıyıp da, okuma yarım kalmasın diye önlemler hazır.
Mavi badana, mavi halı: Huzurun ve özgürlüğün rengi. O odadayken gökyüzündeymiş gibi hissetme özlemi.
Klimpt tablosu: Anne ve çocuk.. Anaçlıktan vazgeçememe. İlginç ayrıntılarıyla bilinen bu ressamın eserlerindeki gibi, "anaçlığı klişelerle yaşamayan bir karakterin odası bu" dedirtiyor.
Yalın bir yazı masası, tek raf, pano: Objelerdeki sevimlilik, oda sahibinin muzip yanını da açığa vuruyor. Sevdiklerinin değişik zaman dilimlerinden fotoğrafları ile süslü bir pano. "Sustuğun kadar yaz" diyen bir gazete manşetinin kesilmiş hali panoya iğnelenmiş.
Raftaki çerçevelerden birinde şu yazıyor: "Uzun yollar katettik birlikte. Hiçbirimiz başladığımız zamanki biz değiliz. Birbirimizde büyüdük." Çok eski bir dosttan hediyeymiş; hâlâ da devam eden bir dostluk, aile olma hali. Bu odanın sahibi dost değeri bilen, değeri de bilinen biri.
Tül perdeler: Dışarıya kapanmayı reddeden, ama şeffaflığı da sınırlı tutan bir tutum. Panjurların yarı kapalılığından da belli. Işık olsun ama her şey de ortada olmasın diyen bir tavır.

Van Gogh'un odası daha bir kişiselleştirilmiş bir oda. Masasındaki ayrıntılardan, duvardaki resimlerden anlaşılıyor. Orası bir kaçış odası değil, diğeri gibi. Diğerinde evin öteki yaşam alanlarından kaçış arzusu peydahlandığında seyirtilen bir mekân havası var. Ama öte yandan Van Gogh'unki daha depresif bir mesaj veriyor. Yerlerin ve kapıların renklerinin solukluğu, ressamın ruh sağlığının bozuk olduğu zamanlara gönderme yaptığı rivayet ediliyor.

Virginia Woolf'un odası nasıldı acaba, diye merak etmiyor değil insan. "Oda" meselesine vurgu yapan başka sanatçılar var mı? İnternette araştırdığımda karşıma çıkan odalar; sanayi odası, chat odası, tabip odası gibi sonuçlarla sınırlandı :) Bir bilen varsa, öğrenmekten zevk duyarım.

26 Eylül 2010 Pazar

TERSLİK BU YA...



Adaam sen de…

Yarın, bir gün önce günlüğüne yazdığı şeyleri nasıl da saçma bulacağını düşünüp gülümsedi.

Bugün Pazar, keyfime bakacağım, dedi. Yarın düşünecekti hepsini.

Önlem alsa her şeye daha mı tolere edilebilir olurdu? Göz göre göre üzülmemeyi de öğrenirdi belki bu sayede. Önce sıkılsa, sonra da neden sıkıldığını bulsa ve baştan önlemini alsa, işe yarar mıydı ki? Tersten yaşasaydı her şeyi nasıl olurdu ki? Ama onlar hiç olmazsa arkasından konuşmuyorlardı. İnsanlar da ev işleri kadar nankördü. Daha mı dikkatli olurdu acaba o zaman? Zamanı geri döndürmek ister miydi? Kimselerle eğlenemediğini anladığından beri sadece ev işlerini planlar olmuştu.

Spor ayakkabılarının hepsini yıkamalıydı bugün ayrıca. Püre de güzel olurdu yanına. Mantar soslu et vardı aklında. Evet, hepsi bugüne sığabilirdi rahatlıkla. Çamaşır? Yemek? Kitap? Sinema? N’apacaklardı bugün…

Isıttığı simite tereyağını sürünce erimesini, sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecan ve iştahla izledi. Sohbet ede ede yediler. Hazır kahvaltı özlemini çoktan unutmuştu, hatta zevkle hazırlamıştı. Yumurtaları büyük cezvede dakikalarını hesap ederek kaynattı, peynirleri kesti, domates ve salatalıkları doğradı, çayı demledi, toz şekeri ve çay bardaklarını ocağın yanında hazır etti, kardeşi masayı hazırladı. Simitleri de alır gelirdi nasılsa. Ablası nasılsa hazırlardı evde kahvaltıyı. Her zamanki gibi öyle miskindi ki, bunu da kabul etmedi. Kardeşine söyledi. Aklına köşedeki simitçiden simitleri, evden de peynir alıp, az ilerdeki çardak altı çaycıda kahvaltı etmek geldi. Salona geldiğinde kahvaltı hazırlamaya nasıl da üşendiğini, hazır bir kahvaltı bulmanın özlemini fark etti.

Yarı karanlıkta yüz yıkar, çişini yapar çıkardı. Çocukken babasının onları lamba yakarak uyandırmasından kalan bir iticilik olsa gerekti. Uyandığı gibi tahammül edemediği şeylerden biri de lamba açmaktı. Lambayı açmadı her zamanki gibi. Doğrudan yüzünü yıkamaya girdi tuvalete. Tekrar yatası geldi ama saat on buçuk olmuştu. Ses etmeden geri döndü. ‘Bir insan uykunun sessizliğinden, televizyonun kakofonisine nasıl geçiş yapabilir bir anda’ diye hep merak ederdi. Uyandığı gibi televizyonu açan kardeşini gördü, kanepeye kendini salarcasına atarken. Salona doğru ilerledi, bu kez daha hızlı. Bu ne hız, diye düşündü. Koridora çıktığında kimseyi göremedi. Lambayı fark etmesi ile kalkmaya karar vermesi arasındaki sürede lamba sönmüştü bile. Merakla fırladı yataktan. Herhalde saat epey ilerlemişti ki, ev halkından biri uyanmıştı bile. Tuvaletin lambasının yandığını görüp, ondan önce birinin kalkmış olmasına şaşırdı. İşe gitmeyecekti, başka bir şeye yetişmesi gerekmiyordu. Azıcık daha uyusa geç kalacağı bir yer de yoktu. Bu keyif hiçbir sabahta yoktu. Pazar gününün tadı başka, diyerek uyandı. Akşam yatarken, ‘yarın şöyle sıkıcı bir tersten hikâye yazayım’ diye düşünmüştü.

21 Eylül 2010 Salı

YALNIZ



Hasta bu odada sekiz sene kaldı. Sekiz sene boyunca bu odadan dinledik sesini. Bunca sene arayıp sorulmadan nasıl yaşanır, diye merak ettiğim hastalardandı. Onu buraya getiren kadını bir daha görmedim. En az yirmi senedir kullanılıyormuş hissi veren mantosuna karşın üşümekten mi, zayıflığından mı bilmem, bembeyaz yüzlü o kadın uzun süre aklımdan çıkmadı. Doldurulması gereken evraklara eğilince belli olan, boya zamanı çoktan gelmiş, ama müdahale edilmemiş saçları, ensesinde sıkıca toplanmıştı. Bakımsızlıktan derisi çatlamış elleriyle kalemi tutuşu da eğretiydi; kalem tutmaya alışkın değildi. Soruları okurken hafif hafif mırıldanıyordu; okumaya da uzak kalmıştı. Evrakları epey bir süre sonra bitirip de teslim edeceği zaman, yüzünde kâh vicdan azabı, kâh bir rahatlama dalgası gezinmişti.

“Adres ve telefon numarası kısmını doldurmamışsınız.” dediğimde bana telaşla cevap vermeye başladı.

“Yazamadım, çünkü taşınıyorum bu ellerden. İşim bitti, memlekete dönüyorum artık. Bizim oraların adresini yazmak zor be kardeşim. Ama istersen köyümü yazayım. Nasılsa ulaşır bana, mektup yazarsanız.” derken sesinde hem naif bir teslimiyet, hem de burukluk vardı. Bir yakınını huzurevine bırakmak zorunda kalan bazı insanlardaki bir an önce kaçıp gitme hali yoktu bu kadında. Çoğunluk suçlu hisseder kendini, ama o ‘keşke bırakmak zorunda olmasaydım, ama mecburum’ diyordu gözleriyle.

“Peki, o zaman köyünüzün adını yazın. Gidince de mümkünse bir telefon numarası bildirin bize. Aa bir de misafirimize yakınlık derecenizi yazmamışsınız.”

“Ben Meral hanımın bakıcısıyım. Hastalığı iyice artınca, ben yalnız baş edemez oldum da, oğlu istedi buraya yatırmamı. Yoksa akrabası falan değilim kardeşim. İki aydır gelmesini bekliyorum oğlanın. E meşgul adam tabii, gelemedi. Ben de ha bugün, ha yarın gideceğim memlekete, diye beklerken, vakit çok uzadı. Oğlu Almanya’da çalışıyor, onun telefon numarasını vereyim, ama sen bir bak bendeki kağıttan. Ben zor yazarım şimdi o upuzun numarayı.” Hemen elindeki eski çantasına daldırdı elini. Bir naylon torbaya sarılı bir sürü kağıdın içinden buldu, verdi.

“Yedi sene baktım ben Meral hanımıma. Önceleri böyle değildi; sadece kafası gider gelirdi. Unuturdu kolayca. Bana komik gelirdi halleri. Ben nereden bileyim zamanla yatalak olacağını, demediler bana baştan. Gene de helâl olsun ona emeklerim. Ekmeğini yedim bunca sene, sıcak sıcak barındım. Buraya kadarmış, ne’deyim… Önce Allah’a, sonra size emanet artık hanımım.” Çenesi titredi, arkasını döndü, mantosunu ve eşarbını kontrol etti, ayaklarını sürüyerek, hıçkırık sesiyle açtı kapıyı ve gitti.

Meral hanım, tam bir hanımefendiydi. Öğle aralarımı mümkün olduğunca onun yanında geçirmeye başladığımı fark ettiğimde, o bana çoktan alışmıştı bile. Uzun süren uyku hallerinde bile yüzünde bir ışık vardı sanki. Gözlerini açınca ise açık mavi gözlerine çöreklenmiş hüznü görmemek imkansızdı. Bulutların arasından bakar gibiydi bazen; bakan ama göremeyen, gören ama önündekini değil, kim bilir neleri ya da kimleri. Molam bittiğinde ise iki oda ötemdeki bu asil insanın sesi taşardı ara ara koridora. İlk zamanlarda daha çok şarkı söylediğini duyardık. Sesi öylesine güzeldi ki, çağlıyor sanki, derler ya, öyle. ‘Yine bu yıl ada sensiz’e başladı mı, başka olurdu sesi; daha bir dokunaklı.

“Yavrucuğum ben radyodayken, kayıt sırasında mikrofonların sesini kısarlardı; öyle yüksek oktavdan söylerdim ki, cihazlar titrermiş.” Yattığı yerden anlattığı anılarını dinleme zevkini her zaman yakalayamazdım. Hastalığının gel-gitlerinin insafına kalmıştım.

“Maksim gazinosuna assolist olarak çıkma teklifi aldığımda, radyodaki işimden istifa etmem gerekiyordu. Oysa ben yetiştiğim yere ihanet etmeyi asla düşünmedim. İşimi aksattığım tek zaman, oğlumun doğumu olmuştur. Sadakatimi, mesuliyetimi ve iş disiplinimi bilen müdürümüz, toprağı bol olsun Sami bey, bana çok anlayış gösterdi o günlerde de, Osman’ı rahatça emzirebildim bir sene boyunca.” Ağır ağır nefeslenerek kurduğu cümlelerdi bunlar. Sonra birden oğlunu sorardı. “Neden geç kaldı ki, yine mi çatışma var acaba fakültede?”

Zaman zaman girdiği bunalımlı süreçlerde, verilen sakinleştiricilerin etkisiyle baygın baygın bakınırdı yattığı yerde. Yastığına gömülmüş başındaki kül rengi saçları sadece o zamanlarda dağınık olurdu; yoksa kendindeyken hep düzgün olmak isterdi. Pencereye dönük yüzünde ifade kalmaz; yüz çizgileri, protezi çıkarılmış ağız boşluğuna doğru düşen avurtlarına akardı. Üst göz kapağı, alt göz kapağına zor ulaşırdı sanki. Bulutlanan gözleriyle bulutları izlerdi. Gülümserdi bazen göğe doğru, eli yeltenirdi uzanmaya bir yere ya da birine. “Osman…” der susardı. Zarif ellerindeki damarlar kabarır, kahverengi lekeleri daha bir belirgin olurdu. Bedeni yatağına yapışık gibi görünürdü.

Sekiz sene içinde oğlu üç kez geldi; zaten bir tanesinde de annesi baygındı. On dakika durup bilgi aldı ve gitti. Ne zaman sakinleştirilmesi gerekse ve kendinden geçmiş bir halde geçse günleri, toparlandıktan sonra ona oğlunun ziyaret ettiğini söylerdim. Göremediğine üzülmekten çok aranmış sorulmuş olmaya sevinirdi. ‘Nasıl görünüyordu, sağlığı yerinde miydi, üstü başı güzel miydi, arabayla mı geldi, alyansı parmağında mı hâlâ’ gibi sorularının hepsi, O’nun duymayı istediği şekilde cevaplanıyordu tarafımdan.

Bu süreçler gittikçe artar ve iç organları da olumsuz sinyaller verir oldu. Koridoru süsleyen sesin makamı ve duygusu değişti. Şarkılar iniltilere, sohbetler sancılara bıraktı yerlerini. Dişlilerinin hepsi birbirine bağlı bu insan makinesinin son kullanma tarihi geldi mi, kim ne yapabilsin ki… Sekiz senedir dosyasında yazılı ama hiç aranmamış Almanya numarasına anlamsız gözlerle bakarken, köye de bir mektup yazma zamanının geldiğini anladım.