31 Ağustos 2010 Salı


Yakın çevrem çok iyi bilir; ben yaz mevsimini sevmem. Sıcak bunaltır, enerjimi alır, durağanlaşırım, damarlarımdaki kan da tatile gider sanki... N'apayım böyleyim. Klimayı ne seviyorum, ne de onsuz olabiliyorum. "Ne seninle, ne sensiz" diye eski bir şarkı vardı; aynen o hesap.

1 Eylül'e doğru saydığım şafaklar hiç bitmeyecek sandım. Ve bugünün 31 ağustos olması gökten zembille inmiş bir hediye gibi; sonbahara bu kadar yakın olmak sanki ilk kez oluyor gibi, çok uzamış bir hasret süreci sonunda bitiyor gibi... Aynı zamanda evde ağırladığım bir sürü ergen misafirliği süreci de bitti. Ellerinde cep telefonlarıyla yaşayan bir güruhla epey bir zaman geçirdim. Gerçi çok da eğlendim; tabu, okey ve sessiz film seanslarımız süperdi. Okeyde feci hile yaptım, anlamadılar. Nasılsa bu blog'tan haberleri yok, rahatça yazabilirim. Hatta daha da ileri gidip, bizde 6 gün kalıp yataklarını toplamayan, ıslak havluları orada burada bırakan, ayakkabı ve terliklerini gelişigüzel fırlatan Selin ve Hande'ye nasıl kızdığımı da söylemek isterim.

Bu süre içinde blog'umdan ve diğer bloglardan da uzak kaldım. Belli bazı isimler dışında sürekli üretimde bulunmayanların sayısı da epey kabarık. O yüzden huzurluyum; tek tembellik eden ben değilmişim. Yazmayan tüm blogger'ları seviyorumm, afferin size.. Yazanları kıskanıyorum ama araya gıpta ve takdir de sıkıştırıyorum.

Görüldüğü üzere, uzun süre yazmayınca ıkınma tarzı bir yazı çıkıyor ortaya. Bundan bir önceki yazımı saymıyorum, çünkü yazılmamış zamanlar onu döver. Zaten aylar içinde bir onu yazmışım, onu da heder etmeyeyim şimdi.

Kendime zihin açıklığı diler, daha düzgün yazılarla geri dönmek için adaklar adadığımı bildiririm.

sevgiler,
Tembel Çağlayan

(not: fotoğraftaki ev bizim ev değil.. mazallah yani)

21 Ağustos 2010 Cumartesi

FİLM VE KİTAP OLARAK "SİL BAŞTAN"

Popüler olmuş film ve kitap okumaktan uzak dururum. Sanki çok ödül almış bir film, ya da çok baskı yapmış bir kitap, üzerine yüklenen o “mutlaka beğenilecek” önyargısı ile insanı ezer. Beklenti tavan yapar. O yüzden de hayal kırıklığı yaşadığım çok olmuştur. Bu kitabın çok baskı yaptığının farkında değilken, rafta görüp incelediğimde çok ilgimi çekmişti. Baskı skorunu bilseydim belki de, böylesi bir romanı okumaktan mahrum bırakacaktım kendimi.

“Sil Baştan” sihirli bir isim galiba… Jim Carrey ile Kate Winslet’in rol aldığı o muhteşem film de bu isimle vizyondaydı yıllar önce. Defalarca seyredip, her defasında ardında cevabı zor sorular bıraktı. Hem filmin kurgusu, hem oyunculuklar, hem de düşündürdükleriyle kendine bağlayan bir filmdi. Aynı isimli ama konusu tamamen farklı bu kitap da okurlarıyla aynı bağı kuracağa benziyor.

Hayatlarımıza hâkim olma/değiştirebilme yetimizin sınırlılığı bağlamında iki eser de birbirine yakınlık taşıyor gibi. Olacaklara nereye kadar engel olunabilir, ya da kaderlerimizi ne kadar değiştirebiliriz, sorularını sorduruyor. Şu olay öyle değil de şöyle gelişseydi, sonucu ne olurdu… Daha mı mutlu olurduk… Yoksa kader kendi haliyle mi bırakılmalı… Buna benzer soru işaretleri “Rastlantının Böylesi” filminde de akıllara takılmamış mıydı? Ya da olayları başa sarsak, bunun da bilincinde olsak, neleri yapardık ya da yapmazdık…

Ken Grimwood, en azından benim daha önce rastlamadığım türden bir kurguyla, akıp giden bir roman üretmiş. İlk başlarda “aa ne güzel… Keşke hayatımızın belli zamanlarına bir daha dönsek, yeniden yaşasak, aynı hataları yapmazdık, daha mutlu olurduk” dedirtiyor. Fakat ilerledikçe bunun o kadar da parlak bir fikir olmadığına ulaşılıyor. Okumayan ama okumak isteyebilecekler için fazla açık vermeden yazmaya çalışacağım. Korkmayın…

Aynı zaman dilimlerine tekrar tekrar geri dönmenin ilk andaki şaşkınlığını attıktan sonra, önceki yaşamlarındaki olumsuzları eleme, olumluları pekiştirme peşine düşen iki insan... Tekrar öleceklerini bilmenin, vakitlerinin kısıtlılığının bilincinde olmanın getirdiği planlama gereği, yeri geliyor muhteşem şeyler yaşıyorlar, yeri geliyor geri tepiyorlar. Üstelik bir de sadece kişisel hayatlarını düzenlemek de değil. Yapmak istedikleri, dünya çapında bir kişisel yardım oluşturma, bu deneyimlerini dünyanın gidişatı lehine çevirme çabasına dönüşüyor. Geri dönüşlerde daha önceki yaşamları hatırlama avantajlarından dolayı, duygularını da unutmamaları sonucu, yinelenen yaşamlarında “o aşk” hep korunuyor.

İşte tam da bu noktada “Sil Baştan” filmiyle, “Sil Baştan” romanı aynı durakta duruyorlar: Aşk sağlamsa, hiçbir engel tanımıyor. İster hafızanı sildirmeye çalış, ister ölüp ölüp diril…

Kitabı soluksuz okurken, sürekli değişen fikirlerime karşın, sonunda önceden de sahip olduğum kanım değişmedi: Yaşanan yaşanmıştır iyisiyle kötüsüyle. Varsın öyle kalsın. Alınacak ders var idiyse, onu tekrar yaşama isteğiyle düzeltmeye çalışmak değil, gelecekteki yaşamda o deneyimi kullanmakta fayda var. Unutulması hayırlı olacak anılar, yara olarak kalsa da, yaraya bakıp hayıf hislerine gark olunacağına, “bu yara bana şunu öğretti” diyebilmenin dayanılmaz hafifliğine ne dersiniz?


Şebnem Ferah'ın "Sil Baştan"ını da es geçmemek lazım, di mi ama? ;)