29 Nisan 2011 Cuma

HEY GİDİNİN DİANA'SI


Lady Diana'nın oğlunun düğünü vesilesiyle anılarım canlandı. Yok yok ne kendi evlenmemi hatırladım, ne de o düğüne katılmışlığım var.

Sene 1981, mevsim yaz, yaş 17 (yani topu topu birkaç sene önce :p). Kışın hem ÖSS'ye (şifresiz olanından) hazırlanmakla helâk olmuştum, hem de çeşit olsun diye AFS sınavlarına girmiştim. Sonuçta Diş hekimliğindeki kaydımı dondurup, yaz itibariyle A.B.D.'ne intikal etme zamanı gelmişti. Yanında kalacağım aile Hint-Arap kökenli, Amerikan vatandaşı olmuş dört kişilik bir aileydi. O zamanlar e-mail, Skype vs gibi iletişim fırsatları olmadığından, birbirimizle mektup marifetiyle haberleşiyorduk. Onlar bana, ben onlara genel tarzlarımızı anlatıp, ailece fotoğraflar yolluyorduk, ki ben gitmeden önce bir tanışma-ısınma olsun. Onlardan gelen ilk mektupta, benim oraya varacağım tarihlerde ne yazık ki İngiltere'de olacaklarını yazıyorlardı. Bu nedenle de, onlar gelene kadar gönüllü bir ailede kalacak, onların gelmelerini bekleyecektim. Söz konusu tarihler, tam da Diana ile Charles'ın düğün zamanlarıydı.

Diana'yı medyadan ne de severdik. Charles sevimsizi için aynı hisleri beslediğimi söyleyemem tabii ki. Diana, sanki aileden biriydi. Onun düğününde orada ve törenleri izliyor olmaları nedense beni mutlu etmişti. İzlenimlerini dinlemek ve çektikleri fotoğrafları birinci elden görmek için sabırsızlanıyordum. Erkek tarafının ne takı taktığını, çeyizde neler olduğunu, düğünde neler ikram edildiğini, kına gecesinin nasıl geçtiğini falan öğrenmek hoş olacaktı ;) Güzel Lady'nin şahsında, ben de beni bir sene misafir edecek bu aileye daha bir ısınmıştım. Ne büyük hataymış!

Asıl ailem gelene kadarki sürede beni ağırlayan ve ilk adaptasyon günlerimde bana inanılmaz yardımcı olan aileden ayrılırken üzülmüştüm. Yine görüşeceğiz, sözleriyle ayrıldık birbirimizden. Ama daha bir hafta bile olmadan, hintli ailemle koca bir seneyi nasıl geçireceğimi düşünmeye başlamıştım. Aile içindeki tartışmalar, yüksek sesli konuşmalar, hır gür beni şok etmişti. Kısa süre içinde anladım ki, toplum içinde pek de sevilmeyen bu aile, AFS ailesi olarak seçilme ayrıcalığını yakalamak istemiş, dolayısıyla toplumlarında bir artı kazanmayı planlamıştı. Öğretim üyesi bir baba, öğretmen bir anne, üniversiteye yeni başlamış büyük kız ve benimle yaşıt küçük kız. Baba tam bir melek (hatta peygamber), ama anneden yılmış. Büyük kız iyi, ama başka bir şehirde üniversiteye giderek evden kaçıyor. Anne tam bir nevrotik. Küçük kız ezikliğini benimle yırtmaya çalışan bir zavallı. Bense, dünyanın öbür ucundan gelmiş, enerjik, sıcak, kıpır kıpır bir kız. Ama aldığım aile terbiyesi nedeniyle de, kendi evimde nasılsam aynen o şekilde sevgi ve saygı çerçevesindeyim. "Bana ne bunların hallerinden, ben dalgama bakarım. Gezerim tozarım." demeyecek birikimdeyim. Kıvrana kıvrana geçirdiğim dört ay sonunda, komiteye aile değiştirme isteğimi bildirdim. Bu kararı alana kadar da ayrı bir kıvrandım, çünkü aileye ayıp olacak diye kendimi yiyorum.

Komiteyi aradığım gibi, ilk duyduğum cümle şu oldu: "Uzun süredir aramanı bekliyoruz. Aile-öğrenci eşleşmesinde ne büyük hata yaptığımızı seni tanır tanımaz anladık. Seni hemen başka bir aileye yerleştireceğiz. Hiç merak etme, rahat ol".
Prosedür gereği komiteden üç kişi eve geliyor. Aile, ben ve bu üç kişi birlikte konuyu değerlendiriyoruz. Aslında değerlendirecek bir şey yok; komite beni zaten haklı bulmuş. Ama aileye ayıp olmasın diye lafa ola beri gele bir ziyaret yapıyorlar. Komite gelene kadar ben odamda karanlıkta bekliyorum. Gözüm dijital saatte. Dakikalar geçmiyor sanki. Bir yanım bu aileyle yaşamaktan yorgun (alışmak için çok çabalamışım), bir yanım utanıyor ("ben sizi sevemedim" demeye getirmiş gibiyim). Kullandığım diş macununu bile kafama kakan, edindiğim arkadaşlarla ara sıra bir kafeye gitmeme tu kaka diyen, kızından daha çok arkadaş edinmemi eleştiren cadı (pamuk prensesin üvey annesi) bir anne müsveddesiyle, bunlara ses çıkaramayan Selami (light erkek) DNA'lı bir babayla ve Mesude'den (Öyle Bir Geçer Zaman Ki) bozma bir kızla yaşayamayacak hale gelmişim. Komite ne demişti?: "çok bile bekledin". E o zaman sıkılmaya gerek yok. Ne mümkün...
Komite önünde benden bin özür dileyen, beni çok sevdiğini, ne kadar da terbiyeli olduğumu, gidersem çok üzüleceğini söyleyen anneyi görecek gözüm kalmamış. Yıllar sonra duydum ki, o küçük kız kanserden gitmiş. Çok üzüldüm. Bir anne, çocuğunun hayatını nasıl zehir eder'e güzel bir örnektir. Büyük kız ise, bana ne kadar haklı olduğumu ve zarafeti bozmadan ortamdan çekilip gitmiş olmamı takdir ettiğini söyledi. Baba, sessizce ve sıcacık sarıldı. Her zamanki gibi sustu.

Gene uzattım çok :(
Toparlayayım hemen: sonradan geçtiğim aile, komitedeki bayanlardan birinin ailesiydi. Üç şeker kızı vardı; en küçüğü benimle yaşıt. Onlarla geçirdiğim yedi ay tam bir rüyaydı. Hâlâ haberleşiyoruz, otuz sene geçmesine rağmen. Onlar geldiler defalarca, ben gittim bir kez, oğlum gitti bir kez. Beni evlat, annemleri kardeş, eşimi damat, çocuklarımı torun kabul ettiler. Sağolsunlar...

Yani benim  L.D.S.S.H. (Lady Diana'yı Sevenleri Sevme Harekâtı) fosladı, elimde patladı. Rahmet istedi kadınceğiz...

27 Nisan 2011 Çarşamba

NİSAN KAFASI



Yazar: İnci Aral.
Okuduklarım: Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm, İçimden Kuşlar Göçüyor, Taş ve Ten, Gölgede Kırk Derece.
Okuyor olduğum: Anlar İzler Tutkular.
Okunmayı bekleyenler: Sen Şarkını Söylediğin Zaman, Unutmak.

Bana yazma motivasyonu veren, bazen tek sözcüğüyle, bazen birkaç cümlesiyle beni doldudizgin düşündüren ve/veya yazdıran yazar. En son geçen yaz "İçimden Kuşlar Göçüyor"u hem okurken, hem de bittikten sonra, ona nasıl ulaşabilirim diye yırtınmıştım. Geçen hafta da aynı yırtınmalara gark oldum. Çünkü İzmir Kitap Fuarı'nda okumadığım kitaplarını alıp, eve gelir gelmez okumaya başladım. Ve benim bitim yine kanlanmaya başladı; İnci Aral'ı görmem, konuşmam lazıııım, diye kazındım. Bu vesileyle imza gününe de gittim, tanıştım. Kendime hâkim olup bu konuyu kenarda bekletmem gerekiyor. Asıl yazmak istediğim bu değil; her ne kadar çok hoş ve özel bir konuşma olduysa da.

Anlar İzler Tutkular'da demiş ki: "...Edebiyat bir oyundur..." Takıldım kaldım bu cümlede. Onun bu cümlenin devamında neler yazdığını yazmayacağım buraya. Eminim ilginizi çekecektir; lütfen okuyun bu kitabı. Bizlere hitap eden cümlelerden oluşan bir kitap.

Oyun... Hayat bir oyundur tarzı bayat söylemlere girmek istemiyorum. Ama benim çok ilgi duymakla kalmayıp, yapamazsam rahatsız olduğum, yoksunluk krizine girdiğim, içimi yediğim iki uğraşım var biliyorsunuz: yazmak ve tiyatro. Oyunculuğu sevmemin nedenlerini ne zaman düşünsem, "yaratılmış dünyalarda farklı insan karakterlerini yaşamayı, yaratmayı, o kişinin yerine geçmeyi sevmem" diye kısa kesmişimdir. Çünkü ben 'içimde' hiç yalnız kalmadım. İçim şizofren benim. Ne hayat senaryosunun, ne de kendi içimin tek düz bir çizgi olmasına dayanabildim ben. Tekdüzeliğe tahammül edemeyip, adrenalin yaratmanın yollarını aradığımı bilirim. Normal değil biliyorum; patolojik bile olabilir. İçimdeki insanlar izin vermedi, aşağı yukarı seyretmeyen bir grafik yaşamama. En azından ev içinde hareket yarattım hep. Kavga dövüş, tartışma, hır gür anlamında asla değil. Yazamıyorsam, yazabileceklerimi dilime döktüm. Oynayamıyorsam, evde kurdum dekorsuz sahnemi. Bir vesile ile fırladı içimden o insanlar. Hatta bazen bununla da yetinmeyip, kendimce hayaller kurdum: mesela bir kafede ben olarak değil de, bir başkası gibi davranan bir müşteri olmak; hastalarıma konuşmam gerektiği gibi değil de konuşmak istediğim gibi konuşmak... Kim bilir belki de anahtar cümle bu: "olmak gerektiği olmamak".
Buna çok takılmayıp devam etmek istiyorum.

Çocuklar küçükken yaptığım bir şey geldi aklıma: mutfağımız açık mutfak. Eskiden çocuklar mutfak masasında yemek yerlerken, ben salon tarafına geçerdim. O açıklık dikdörtgen şeklindedir; tam da televizyon ekranı gibi. Onlara "bakın şimdi ben televizyonun içindeyim. Sizin de elinizde kumanda varmış mesela. Her kanal değiştirmenizde bana ne kanalı ya da programı izlemek istediğinizi söyleyin, ben size onu yapacağım" derdim. Onlar da çizgi film, haberler, şarkılar, dizi film, yarışma vs diyerek kanalımı değiştirdikçe, ben de seçtikleri şeye göre oynardım. Ne eğlenirdik... Birkaç sene önce Seda Sayan ve Var mısın, Yok musun'u da ekledim repertuara :)

Demem o ki, İnci Aral'ın "edebiyat bir oyundur" diyen cümlesiyle, 'sözlük anlamıyla oyun'u ne çok sevdiğimi fark ettim. Ki mantıklı olmayı yerinde kullanabilen, hayal kurmaya gayet kapalı bir insan olarak, buradaki çelişkiyi de görebiliyorum. 'Oyun'u seven birinin edebiyatı, yazmayı, okumayı, dünyalar içinde dolanmayı sevmesi de normalmiş demek ki... Başkasının yazdığı kurgulu edebiyata mest olurken, kendim bunu yaratmakta zorlanırım. Bu bağlamda benim oyun seviciliğim foslar genelde.  Ama kurgu içeren yazılar da yazmak istiyorum artık. Oyun oynamak istiyorum. İçimdeki insanların sadece sahnede değil, satırlarda da tur atmasını...

Şu yazdıklarımı okuyunca hafif bir dağınıklık var gibi geldi bana (bırak dağınık kalsın). İçim o kadar dolu ki cümlelerle, hangi birini yazacağımı şaşırmış bir halim var sanki (bloglar açıldı, artık sırayla yazarsın). Aklımdakileri yazmaya çalışırken, kendi yazdığımdan yeni çağrışımlar alıp başka tarafa kaymış gibiyim arada (başkasını okumaya ne hacet, sen kendini dürtükleyen bir şizofrensin). Bilinç akışı tekniği yapmışım, deyip kendimi sakinleştireyim bari (Virginia Woolf'un kemikleri sızladı vallahi). 

Umarım kafanızı karıştırmadım. İnci Hanımın da kulakları çınlasın, gene beni estirdi...

Merhaba :) Yeniden...

26 Nisan 2011 Salı

ÖZLEDİMMMM....

Bu nasıl bir koşuşturmadır.. Nasıl bir vakit bulamamadır.. Anlamak zor..

Öte yandan işyerimdeki bilgisayarın formata maruz kalma zorunluluğu sonrasında, blog gene açılmaz oldu. Arada vakit de bulsam, yok anacım blog yine yüz görümlüğü babında DNS krizine girdi herhalde. E tamam, daha önce çözmeyi öğreten dostlar sayesinde bunu da hallederim diyen Müge'nin beyni, aradığını bulamadı. Çünkü yeni formatlı pc'de ağ paylaşım merkezi seçeneği "wanted" durumdaydı. Birkaç (10 kez) deneme sonunda bulunamayan merkez, "ne halin varsa gör" denerek kendi halini görmeye terkedildi.
Amaa, biraz önce, umut taşımayan ve nasılsa olmayacak diyen, aslında içinde "hadi be göreyim seni" kıvılcımını da taşıyan Müge, blog'a bir tıkladı. Amanınn o da ne? İçi çağlayan kadının sayfası karşısında salınıyor.

Şu satırları bile dört telefon görüşmesi sonrasında tamamlayabildim. Beynim cümle kaynıyor, blog'a akmayı bekleyen. Hangi birini yazsam diye yaptığım telaşlar sırasında iyice "ambale + sürmenaj = ambalaj" oldum.. İnşallah toparlayıp yazmaya geri döneceğim.

Özledimmmmmmm........