17 Mart 2012 Cumartesi

BABANIZA MEKTUP YAZMAYA VAR MISINIZ?

Sevgili hemcinslerim, blogdaşlarım bu duyuru size. Bir blogdaş arkadaşımın (Leylak Dalı) blogdaş bir arkadaşı "İmza Kızın" adıyla bir proje başlattı. 100 kadının babalarına yazdıkları mektup toparlanacak ve kitap haline getirilecek, geliri Darüşşafaka'ya, kimsesiz kızlara bağışlanacak. Siz de babanıza bir mektup yazarak projeye katılmak isterseniz lütfen bu linki tıklayıp daha fazla bilgi edinin:
 http://selgingb.com/2012/03/16/proje-zamani-imza-kizin/
 Ben zevkle katılıyorum. Facebook, mail ve telefonla ulaşabildiğim arkadaşlarıma da duyurdum. Hadi siz de bir el verin :)

5 Mart 2012 Pazartesi

SANAT İÇİN SAKIZ DA ÇİĞNERİM, TOPUKLU DA GİYERİM

2001 yılı... Ömrüm boyunca hayalini kurduğum tiyatro sahnesine kavuşmuşum. Ali Poyrazoğlu, İzmir'de bir gençlik tiyatrosu kurmuş. Bir sürü eleme yapmış. Yaz boyu eğitimler almışız. Eylül'de, kışın oynanacak oyunlar için seçmeler yapılacak. Anton Çehov'un kısa oyunları... Bayanların çalışıp oynayacağı ve performansa göre de rollerin dağıtılacağı oyunlar belirlendi. Birçoğumuza olduğu gibi bana da çalışıp hazırlanmam için iki tane rol verildi. Biri hayat kadını (yeni yetme oğlunu milli yapmak isteyen babayla oğluna muhabbet veriyor), diğeri anne (çocuklarının mürebbiyesini eze eze bir hal oluyor). E tamam, dedim.. Rol roldür; aa ben bunu oynamam, denmez. Ezberlerimi yaptım, hal tavır duruş takındım. Hayat kadınının klişeleri ne olabilir diye düşününce, ayağıma yüksek topuk, ağzıma da sakız pek uygun göründü.
Bunun gibi birşey işte

Salonda heyecan dorukta; herkes bir rol kapmak istiyor. Hatta seçmelere katılanların hepsine yetecek sayıda rol de yok. 50 kişiyiz; 15 kişiye rol çıkacak sonuçta. Yaz başında ise 100 kişiydik, elenince 50'ye düşmüştük. Çoğumuzun ilk sahne deneyimi olacak. Üstelik arkamızda Ali Poyrazoğlu var. O gün büyük gün; salonda ortalarda bir yere, bize yaz boyu eğitim veren hocalarımızla kurulmuşlar. Notlar alıyorlar. Herkes sırayla çıkıp çıkıp oynuyor. Hepimiz heyecandan üç buçuk atıyoruz. Kimilerimiz o kadar genç ki, geleceğini oyunculuk üzerine kurmaya hazırlanıyor; stresleri benim gibi "iki çocuklu-işi gücü olan-evli barklı" birininkini üçe beşe katlar. Ama yahu ben de ömrümce bu fırsatı beklemişim. Şunun şurasında ne kadar ömrüm var di mi ama? Bırakın da gözüm arkada ya da açık gitmeyeyim (hem açık, hem arkada da olabilir). İyi de kimin umru? Onlar da "ya sen unları eleyip, duvara dizmişsin, çık aradan Adana misali" demez mi? Valla ne umur, ne elek geçerli orada... Çünkü ihale, rolün hakkını verenin elinde kalacak. Demek ki giymeye hiç de alışkın olmadığım yüksek topukların ve yüksek topuktan daha fazla hakim olduğum sakızın hakkını vermem lazım. Gerçi 37 yaşında bir hayat kadını, 20'lerinde bir hayat kadınından daha tercih edilebilir bir sermaye olabilir; olsun... Rol roldür; çalış dendiyse ahlâka mugayyir felsefesine girilecek durum yok.
Bu arada çalışmamız için verilen rolleri eşime ve annemlere alıştırarak söylemekte fayda vardı. Anne rolünü önce mi söylesem sonra mı? "Yoksa önce kötü haberi verip, iyiyle konuyu bağlasam mı?" süreci de yaşamadım değil. 
İç ses: "Yok yok en iyisi yıllardır bu ânı nasıl da beklediğimden girip, vicdan sömürüsüyle, hatta belki de biraz sızlanarak, acındırarak başlamalı. Sonra sanatın ayrımcılığa geçit vermeyen erdemli bir uğraş olduğuyla devam ederim. 'E ne yani ayol, hayat kadınını oynayınca, öyle olacak değilim ya.. Oyun bu oyun' diyerekten (hımmm, ayol demesem daha iyi), 'sanatı anlamayan insan mısın sen şekerim?'e bağlarım. Nabız-şerbet ikilisiyle durumu idare ederim." İç sesi dış sese bağlayan gece, eşimin "hımmm peki madem" demesiyle, ayakkabı dolabının en dibinde duran topuklularıma saldırdım. Sabah da bakkaldan bir Mabel kaptım mı, tamamdı.

Seçme günü de okullar açılmış; kızım 1'e, oğlum 3'e başlamış. Had safhada, her günkünden fazla anne olduğum bir gün yani. Çocukları okula teslim edip, birkaç ders orada durup, eve koşuyorum. Malzemelerimi alıp, tiyatroya koşuyorum. Sıra bana geldi. Ağzım ve ayaklarım hazır. Ezber tamam. Kırıtan hayat kadınını önce, anneyi sonra oynayacağım. Ciddi bir beden dili farkı var haliyle. Birincisi hayırlısıyla bitti. Tamam sıra diğerine geldi. Topuklularımı çıkardım hızla. Sahne kenarında gözlerimi kapadım; anneye odaklandım ve çıktım. Mürebbiyeye bas bas bağırıyorum; kızıyorum; eziyorum; verdiği eğitimi yetersiz buluyorum; parasını vermiyorum; ezikliğine bile gıcık oluyorum.. O derece yani... Komik değil ama salonda insanlar gülüyor. Bozuntuya vermiyorum. Seyirciye takılmak yasak, racona ters. İşini bitir ve in sahneden. Parçam bitiyor. Ali Poyrazoğlu yerlerde... Gözümü alan sahne ışıklarına elimi siper ederek, zar zor onu seçmeye çalışıyorum. Alkışlıyor. İyi de niye gülüyor bu adam, bu insanlar??

Çalıştırdığı mürebbiyesi üzerinde hakimiyet, üstünlük, otorite kurması gereken bir işveren annenin ağzında şakır şukur sakızla ne kadar etkili olabileceğini varın siz düşünün... Topuklular gitmiş, sakız ağzımda kalmış. Kendimden geçmişim.

Sonuç: Buna rağmen anne rolünü aldım. Demek ki sakız bir insanı ne daha hafif, ne de daha ciddiyetsiz yaparmış. İşte bu yazının anafikri de budur. Sakız çiğneyenleri hor görmeyelim, görenleri uyaralım :)