23 Mayıs 2013 Perşembe

BİR TİYATRO OYUNUNUN PERDE ARKASI

Tarih, Mayıs 2013. Hayatımın altıncı tiyatro oyunuyla sahnedeyim. Her zamanki gibi aylar sürmüş, kâh çok keyifli, kâh kan ter akıtarak geçen bir sürecin sonundayız. Dario Fo'nun "Kahraman Kadın" isimli oyununda baş roldeyim; heyecanım kalbimi durdurmak üzere. Öte yandan rolümü öyle sevmişim, sarılmışım, öyle özdeşleşmişim, kafa patlatmışım ki, hiçbir aksiliğe tahammülüm yok. Yaklaşık yirmi beş sayfa ezberim var; ezber yapmaya alışkınım ve çok zorlanmamışım. Fakat oyunun ben dahil sekiz kişiyle geçen trafiğine çalışmak ve alışmak kolay olmamış. Biri giriyor, diğeri çıkıyor. Oyun zaten sokakta geçtiğinden, bu şekilde bir devinim olması kaçınılmaz ve şart. Ama seyirciye pek de doğal görünen o devinim için haftalar boyu çalışmak gerektiğini de söylemeden edemem; kim ne zaman sağdan giriyor, kim ne zaman aynı anda soldan giriyor, kim o anda ne yapıyor, ne kadar hızla yürüyor, çıkmadan önce ne kadar bekliyor, kaça kadar sayıyor da çıkıyor, o anda sahnede sabit kalan ben ne dersem arkamdan kim geçecek vs vs...
Ayrıca bir sokak satıcısını canlandıran bana, bir de tezgâh lazımdı tabii. O tezgâhı doldurmak da lazımdı tabii. Gözümün önünde gerçekten bu işi yapan bir satıcının tezgâhı, hayal gözümle tarıyorum neler var diye. Elime bir poşet alıp, evdeki tüm dolapları karıştırıyorum: "bu olur, bu olmaz, aa bu da nereden çıktı, hanidir bulamıyordum," konuşmalarıyla evdeki ıvır zıvırlar poşetlere doluyor. Oh bu bahaneyle dolaplar bir güzel temizleniyor. Tam dört tane ve artık demliği bile kalmamış demlik kapağı, dünyanın oyun CD'si, artık kullanılmayan ama her nedense kıyıp da atılamayan cüzdanlar, çoktan izlenmiş ve bir kenara konmuş korsan CD'ler, ayıcıklı çocuk makası, ayakkabı için keratalar, elbise fırçası, ayakkabı kalıbı, kadın çorabı, krema şırıngası... Ekip arkadaşlarımdan onlarca boş parfüm şişesi, yine cüzdanlar, avuç dolusu kalemler, rozetler, oyunda satışını yaptığım için bekârlardan (!) boş prezervatif kutuları... Ayrıca masraftan kaçınmadım (3 TL), on tane de mandal aldım ki tezgâhımın kenarlarına CD ve dergi tutturayım. Oyun icabı ciddi görünen bir dergiye ihtiyaç var; hemen mesleki bir derginin fotoğrafsız bir sayfasını açıp yerleştiriyorum. Küçük boy bir içki şişesi lazım; Tekel'in konyak şişelerine güveniyorum ama meğerse yıllardır üretilmiyormuş, nereden bileyim. Sorduğum tüm bayiiler, kıs kıs gülüyor bana ("kadına konyak krizi geldi herhal" bakışı eşliğinde). Bunu unutturmak için "daha masum bir şey mi alsam?" diye aklımdan geçiyor ama ona ne ya! Yine de mecburen, konyağın değil şişesinin gerekli olduğunu açıklamak zorunda kalıyorum; inanıyorlar mı bilmem ama benim içim rahat. Sonunda eve gidip, yıllardır büfede duran hiç açılmamış küçük bir votka şişesini pis pis kesmeye başlıyorum. Eşime bahsediyorum, "al tabii ki ya, n'olacak" diyor. Alkolle aramızın pek olmadığı alenen kanıtlanıyor. İçkiyi lavaboya boca edip, içine çay koyuyorum ki sahnede içecek olan arkadaşlarım oyun sırasında haşlanmasın. Bu konuya tekrar döneceğim.

Rol ehli ne yapmalı? Rolünün hakkını verebilmek için o tarzda insanları incelemeli, gözlem yapmalı di mi ama? Ben ne yaptım? Yönetmenimizin bu rol için Kemeraltı'nda attığı özel turlar sonucu saptadığı bir işportacı kadını, tavsiyesi üzerine izlemeye gittim. Kentkart dolduran, gazete ve su satan bir kadındı. Hocama, etrafına posta da koyan bir kadın izlenimi verdiği için, uzaktan izlemeye aldım; lafı yemeyeyim diye. Yine de fark edilme korkusuyla, hemen dibindeki kafeye oturdum, kalem defterimi çıkardım, bir orta Türk kahvesi sipariş ettim, 4.5 cm çapındaki (bu arada onu ölçtüm) yuvarlak kara gözlüklerimi taktım ve izlemeye başladım. Öyle çok not almam gerekti ki kahveyi soğuk içmek zorunda kaldım. 20 dakika sonunda dayanamadım ve kafeden kalkıp yanına gittim. Önce Kentkartımı doldurttum ve sonra konuya girdim. Beni hemen yanındaki leş gibi tabureye oturttu; bildiğimiz plastik tabureye pis bir iple bağlanmış pis bir minder... Olsun varsın... "Dün yağmuru yedi ama kurumuş, oturabilirsin," dedi. Oturdum. Düzgün konuşuyordu ve neredeyse bu işi sonradan yapmak zorunda kalan eğitimli bir kadın derdiniz; aynı benim rolümdeki kadın gibi. Ailesini, nasıl çalıştığını, mesai saatlerinin uzunluğunu, eski büfesini belediyenin kaldırttığını, 16 yıldır bu işi yaptığını, üniversitede okuyan oğlunu vs anlattı. Arada da , yaptığı satışlar sırasındaki bazı hallerine dikkat etmemi, rolümde işime yarayacağını söyledi. Lafın özü, bana öyle faydası oldu ki! Oyuna davet ettim ama mesaisinin 21:30'u bulduğunu, o saatten önce tezgâhı kaparsa müşterilerine ayıp olacağını söyledi. İşini seven ve müşteriyi velinimet sayan bir esnaf. Helâl! "Gene gel, beklerim," dedi ve ben dopdolu bir şekilde yanından ayrıldım. Yürürken popomda biraz nem hissettim; minder tam kurumamış.

Aynı anda çalışılan diğer oyun ise çok şişman bir kadının hallerini anlatıyor. Baş roldeki arkadaşımı şişman göstermek için elbise biçer-diker gibi sünger ve elyaftan bir iç giyim hazırlanıyor. Her provada sucuk gibi terliyor zavallım. Sahnede kendinden geçercesine yiyip içmesi gerekiyor. Ne yesin diye düşünürken, bal/peynir/ekmek/Nutella'da karar kılınıyor. Ara verildikçe ekip Nutella'nın çevresinde tur atıyor; biri bir parmak atıyor, öteki ekmeğe bir lokma sürüyor, beriki dayanamıyor derken, yönetmenimiz gürlüyor: "Dekoru yemeyelim arkadaşlar!!"

Neyse... Sonunda sahnedeyiz.
Orası başka türlü bir şey... Nasıl anlatılır ki... Aylarca çalıştığın her şeyi bir defada dökeceksin ortaya; anbean değişimleri, duygu geçişlerini, her cümlenin hak ettiği vurguyu, her ifadenin gereği olan beden dilini, karakteri yaşatacak her şeyi, oyunda kullanılacak malzemeleri ve bunların nerelerde kullanılacağını ve zaten replikleri... Unutmaman gerekiyor. Kafan bir yandan çorba, bir yandan cin gibi.
Orası başka türlü bir şey... Nasıl anlatılır ki... Hayatta unutmam dediğin bir şeyi unutturabilen, izleyiciler arasındaki tanıdıklarının ve tanımadıklarının gözlerini üzerinde hissettiğin, hemen unutmaya çalıştığın, saliseler içinde gerçek ile sahne hayatın arasında gitgeller yaşadığın, "burada gülünmesi uygundu, niye gülmediler?" diye anlık sıkıntılara girdiğin, hemen ardındaki sahnede nelerin gelişeceğini de aynı anda düşündüğün, sesini ve enerjini yüksek tutman gerektiğini sürekli hatırlattığın, sahneye ilk adım atacağın ana kadar üç buçuk attığın, vaktin geldiği anda da "olacağına varsın" deyip kelleyi koltuğa yerleştirdiğin, ilk beş dakika boyunca kendinden kurtulmak ve heyecanından kopmak için kalbine "yeter artık bir sus!" diye azar çektiğin bir yer... Ruhun bir yandan festival, bir yandan ıslak bir kedi gibi.

Oyun sırasında tüm ışıkların sönüp, o anda sahnede olan sekizimizin de yer değiştirmesi gerekiyor. Karanlıkta herkes sahneden çıkıyor. Benim de sahnenin diğer ucundaki yerime geri dönüp oturmam, başıma hızla bir bere giymem ve uyuyor gibi yapmam gerekiyor. Oyunlardan birinde, yerime oturdum, beremi her zaman koyduğum yerden almak üzere elimi uzattım. O da ne! Bere yok! Nasıl olur? Bir anda hatırlıyorum; oyun sırasında kullandığım bir çantaya teptim. Tamamen refleks! Vaktim dar; en fazla sekiz saniye içinde hepsinin olması bitmesi gerekiyor ki, ışıklar yandığında hanidir uyuyormuşum gibi görünebileyim. Çantaya elimi atıyorum, bere yok! Nasıl olur? Eminim, orada olmalı. Çok iyi hatırlıyorum. Işık ve ses panelinde oturan yönetmenimize bakıyorum, bana bakmıyor. Nasılsa her zamanki gibi hızla hazır olurum diye emin. Birazdan açacağı ışığın düğmesine ve o anda çalan müziğe odaklanmış. Bereee?? Elim çantayı hallaç pamuğu gibi atıyor; tangur tungur kutu sesleri, tezgâhtan malları topluyormuş rolü yaparken attığım ıvır zıvırlar elime geliyor, ama o yumuşak bere yok! Tekrar yönetmenime bakıyorum, gene bakmıyor. Allah'ım çıldıracağım! Bundan sonraki sahnelerin o bere olmadan en ufak bir anlamı yok. Dedim ya sekiz saniye diye, sanki dakikalar geçiyor. "Şimdi, otobanda gözüne far tutulmuş bir tavşan gibi, eşi tarafında basılmış bir insan gibi, etrafı polislerce çevrilmiş kanun kaçağı gibi dımdızlak yakalanacağım!" iç fırtınalarıyla, çantaya son bir vurucu hamle yapıyorum. Ölüm korkusuyla gösterilen son salise atağı ile bereye ulaşıyorum. Yaşasınnn! Gözüm gene yönetmenime gidiyor, hâlâ bakmıyor. Ama benim hâlâ işim var; bereyi düzgünce takmam lâzım. Büyük bir bere ve kafama hızla taktığım gibi çeneme kadar geçiyor. Offf bu nasıl bir kâbus?! İşte şimdi tavşan, basılmış eş veya kanun kaçağı rolüne geçmek üzereyim. Seyirciye "Şaka yaptıııık, ben aslında işportacı değilim ve bu bir çocuk oyunu. Karşınızdaaa Bugs Bunny!" demeye hazırlanayım bari. Şu arada geçen süre altı saniye falandır herhalde, ama ben bütün akşamı o halde geçirmiş kadar uzun hissediyorum. Bereyi düzeltiyorum, tamam oldu sonunda. Ohh!! Hemen uykuya geçmem lâzım. Gözüm gene yönetmende; yok, bu akşam hiç bakmayacak bana. Işığa yakalanacaksam, bari uyumayayım bile. Annesi gelince bir anda uyuyormuş rolü kesen ve yakalanan çocuk gibi görüneceğime, uyanık durayım daha iyi. Hiç olmazsa uykulu gibi yaparım. Son bir saniyede kumarı oynuyorum ve uykuya geçiyorum. Siz hiç "bir saniye"nin ne kadar uzun olabileceğini, o sürede ne çok iş yapabileceğinizi bilir misiniz? Sekiz saniye için ise hiçbir şey demiyorum; ohooo neler neler yapılır. Kollarımı kavuşturuyorum, gözlerimi kaparken başımı da öne doğru eğiyorum, gevşiyorum. Ve müzik susuyor, ışık açılıyor. Hemen dibimde beni derin (!) bir uykudan uyandırmak üzere bekleyen rol arkadaşım, beni hızla dürtmeye başlıyor. "O bere o çantaya girmeyecek bir dahaaa!" diye kendime kızmak için "bir saniye" hediye ediyorum, hemen o arada. Sahne devam ediyor. Şükürler olsun!

Bir sonraki oyunda, dersimi almışlığımın içsel tembihleri eşliğinde, bere asla o çantaya girmiyor bir kez daha. Ohh bir güzel yerleştiriyorum; tezgâhımın alt gözünde her zaman durması gereken yere. Oyun da genel olarak şahane akıyor o akşam; hepimiz kendimizi çok güzel motive etmişiz, hocamız motive etmiş, hep birlikte ısınmışız, sesimizi açmışız, son oyun olmasının getirdiği hüzün ile "iyi olmalı" gazı arasında bomba gibiyiz. Tekleme yok, kekeleme yok, ses ya da duygu dalgalanması yok, oyun akışı kusursuz gidiyor, efektler ve ışıklar tam yerinde... Sıra gene tekrar bereyi giyme sahnesine gelirken, içimde bir rahatlık, bir zafer hissi, sormayın gitsin. Ve tüm ışıklar tekrar söndü, herkes sahneden çıktı, ben yerime geçtim, beremi taktım, omuzumda arkdaşımın elini hissettim, bana destek verircesine omuzumu sıktı, daha sürem var yaşasın!! Ben de "sağol" babında eline pıt pıt yapayım derken, o da ne!! Sekiz saniye beklenmeden şaaak diye ışıklar açıldı bu defa da!
Şimdi bir dakika, burayı biyolojik destekli olarak anlatmak istiyorum: Zifire yakın bir karanlıkta gözler faltaşı gibi açılır; göz bebekleri kamyon lastiği gibi geniştir, üçgenin iç açıları toplamından da geniş bir çaptadır. "Hanidir uyuyor bu kadın" tanımına tamamen ters yani, di mi sayın okur? Otobanda yakalanan tüm tavşanlar bile benim kadar çaresiz kalmamıştır, gözleri benimkiler kadar patlamamıştır. Karanlığa ful uyumlu gözlerimdeki açıklık ile tepemde yüzüme yüzüme vuran ışıklı bir ortamda, ben ancak gözü açık uyumayı beceren insan üstü bir varlığa dönüşebilirim. Elim "sağol" pıtpıtında arkadaşımın elinin üstünde kalmış, gözlerim hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan tüm beyaz kısımlarını dibine kadar gösterir bir halde, bir kâbustan uyanma haleti ruhiyesiyle "ahhggghhh!!" diye gözüm açık olarak uyanmak zorunda kaldım. Öyle bir naraydı ki o, içinde neler saklıydı: "Offf yaaa, bu defa da erken açıldı ve yakalandım. Ben şimdi seyirciyi nasıl inandırayım?"... "Öyyyle bir kâbustan uyanıyorum ki, nara da böyle olur haliyle."... "Öyyyle bedbaht bir kadınım ki, gözüm açık bile uyurum ben."
Ben bunlarla boğuşurken, benim yuvalarından fırlayıp seyirciye doğru yönelmiş gözlerimi gören arkadaşım ise başka bir âleme gark olmuş o anda. Gayet destekçi bir şekilde dibimde beklerken, benim halimi gördüğü anda şakulu kayıp, sırıtmaya başladı. Bana sorması gereken soruyu soramadan yanımdan kaçtı. Yani ben bir an onu sırıtırken ve kaçarken gördüm, o kadar. Sorusu oyunun hayatiyetini etkileyen bir soru değildi, sadece "Signora, signora, iyi misiniz?" diyecekti, ben de onu "iyiyim iyiyim" deyip başımdan savacaktım, ama o kendini benden önce savdı gitti. Bana da oyunun kalanındaki dramı kaldığı yerden devam ettirmek kaldı. Zaten o heyecan, telaş ve kızgınlıkla, dramı köklemem hiç zor olmadı.

Son oyunumuzdan geriye kalanlar bunlara gülmek, kapanışı tüm ekip olarak çok başarılı bir performansla bitirmenin sevinci ve ilerideki oyunlarımıza yeni motivasyonlar oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

hadi söyleyin bi şeyler :)