11 Aralık 2012 Salı

KAZIK YEMEĞİ TARİFİ

Bir başkasına güven duygusu, kişinin ailesinden gelen alışkanlıklarla, geçmiş deneyimleriyle ve kişisel özellikleri ile şekillleniyor. O aile bireylerinin de aynı yollardan geçmek zorunda kalarak yetiştiğini düşününce, her bir yeni insanda döngü başa sarıyor. Ara nesillerde farklılaşan birileri olmadıkça, yeni gelenler de iyi ya da kötü bir rayda yetişecektir.
İnsanlara kuşkuyla bakmak öğretilen bir duygudur. Ya aile öğretir, ya bunu yaşatan bireyler... İnsan kuşkuyu da, korkuyu da sonradan öğrenir; savunmasız olduğu/savunmaya gerek görmediği durumlarda yediği bir kazıkla. İlk anda kazığı atan(lar)a büyük tepki duyar, bu kazığı anlamayamaz. "Bunu nasıl yaptı(lar)?" sorusu yer bitirir; hatta bundan da önce, on(lar)a bunu yakıştıramaz. Kendine yüklenir: "Yanlış anlıyorum, bu mümkün değil. Böyle bir şeyi yapmaz(lar)." Yanlış anlamadığını doğruladıkça, anlamlandırmaya çalışır: "Ben ne yaptım da böyle oldu?" sorusu kol gezer sürekli. Geçmişi tarar; geçmişin film şeritleri buradan köye yolacak kadar uzaaar gider. Eski zamanlarda doğru gelenlerde yanlışını bulmaya çalışır. "Nerede yanlış yaptım? Nerede yanlış anlaşıldım? Diyelim ki, şu şu yanlıştı, niye bana o zaman söylemedi(ler)? Niye paylaşılmadı bunlar benimle? Neden kendi aralarında kaynattılar? Niye hiçbir sorun yokmuş gibi davrandılar? İyi de biz tüm o süre boyunca sohbetler ediyorduk, gülüp eğleniyorduk."
Kendi başına çözemedikçe, yine aynı saflıkla on(lar)a bile sorduğu olur. Hâlâ dersini almamış ve kazığı yok sayan bu insan, çözümü on(lar)da bulma çabasına sarılır. Çünkü yine de yanlış anlaşılmış ve/veya yanlış anlamış olma ihtimalinin üzerini çizip geçmek istemez. Halbuki irili ufaklı samimiyetsizliklerini ört bas etmeyi başarıyla sürdüren o insan(lar) son bombayı patlatmıştır da, kahramanımız olaya hâlâ aymamıştır. Daha kaç kez duyması ve anlaması gerekiyordur?
Önüne dizilen duvarları yara yara olumluya ulaşma yorgunu bu insan, çarptığı son duvarda ruhu ve kalbi kan içinde çöker kalır bu duvarın dibinde. Bir süre yaralarıyla vıcık vıcık yaşar. Direnci yerle bir olur. Şifa olabilecek şeyler bulmak ister; dünyanın neresi olsa gidesi gelir. Ona bu yaraları açan(lar)ın olmadığı bir başka coğrafyaya özlem duyar. Sıfırlanma şansı olsa, bir düğmeye basası gelir. Ama ne yazık ki, nereye gitse o ruh da, kalp de yara beresiyle birlikte onunla gidecektir. İyileştiğini asla göremeyeceğini sanır. Olsa bile kim bilir ne zaman olacaktır... Bir an önce zamanlar aksın ister; "her şeyin ilâcı" denen zamanın ona yoğun bakım altında hızla şifacı olmasını dua eder. Damarlarına yüksek dozlarda 'zaman ilâcı' zerk edilsin, bir anda, mesela altı aylık doz verilsin ve ayağa kalksın arzusundadır. Ya da uyutulsun ve bir uyansın, her şey geçmiş...
Yarı uyur yarı uyanık bir bitkisel hayatın başlangıcıdır bu. 


Yaşamı sürdürme gereğinin zorlamasıyla hayat devam eder, mecburen. Meğer ölünmese de "hayat devam ediyor"muş. Yara senin yaran, kime ne senin yarandan? Sen yaralısın diye, sorumlulukların "biz kenarda bekleriz, sen iyileş gel" demezler. Aslında iyi ki de demezler. Ruhunu yaşarken teslim etmiş beden, ağır aksak yaşamayı sürdürür.

Bir sonraki aşama, kendine kızma aşamasıdır. "Nasıl anlayamadım? Nasıl güvendim? Evet, evet şu ya da bu olayda anlamalıydım! Önlemimi almalıydım! Tüyo verdi(ler) ve ben görmezden geldim. Aptalım ben!"
Sar en başa:
"İyi de ben evde böyle yetişmedim ki...
İyi de ben hiç kazık yemedim ki daha önce...
İyi de ben insanlara güvenmeyi bilen biriydim..."

"Anne, beni niye böyle yetiştirdin?"
"Ne bileyim çocuğum, zamanlar değişmiş artık."
"Zaman deme bana..."

Adamı yetiştirirler, kazığı ilk de olsa yediren biri çıkar, o güveni de yerle yeksan eder.

Son aşamada, o geçmeyecek gibi görünen zamanlar geçmiştir artık. Eski ya da yeni insanlara temkinli yaklaşma hali, bir gider bir gelir. Unutulursa telâş edilir: "olamaz! fazla güvenir oldum yine." Ama hani o "huy" denen şey var ya... Ölene kadar insanın ensesinde boza pişirir. Doğuştan var olanlarla (huylar), sonradan kazanılanlar (güvensizlik kuşkusu) arasında sıkışan bünye, kararsızlıklar yaşar. Olay artık, sadece başkalarını sorgulama değil, kendini de sorgulama fazındadır. Hatta başkalarından çok kendini... Ağzıyla kuş tutana bile kendi kendini dizginleyerek bakar insan: "Ne güzel olurdu bu insana tümden güvensem..." O yüzden de gerçek dostluk şansları kaçırılabilir.


Ruh ve kalp yaralarının pansumanı kolay değil ki... Enfeksiyon kapma riski % 100. Ruh ömür boyu enfektedir artık. Tedavi sadece bulguları yok eder; tümden iyileşme ihtimali yoktur. Bulaştırılan mikrop öyle bir nüfuz eder ki, tertemiz başkaları da bu güvensizlikten nasibini alır. N'apalım kusura bakmasınlar; hastalandı bu ruh bir kez. Yola kanlı canlı çıkan ruh ve kalp, yenen kazıkla, önce bitkisel hayata, azıcık toparladıktan sonra da hayvansal hayata geçer. Gardlar tam aksesuar olarak alınır ve pusudan asla çıkılmaz. Kokmaz bulaşmaz bir tavşan dışkısı misali bir hayattır yaşanılan. Bunu yaşayana ve sonradan yaşatılana ne büyük haksızlık...

Beddua edesi gelir insanın... Ama yine de huy-aile ikilisinin öğretileri engel olur. Yani bir anlamda hâlâ adam olunmaz. Son kertede söylenen söz: "Allah bilsin..." diye bir havale çıkarmaktır.
Amin...





2 yorum:

hadi söyleyin bi şeyler :)