20 Kasım 2012 Salı

ZİNCİRLİKUYU-SÖĞÜTLÜÇEŞME METROBÜS HATTI (Tefrika No. 3)

Sabah temiz temiz giyinmişim (şık'la spor arası, 'rahat olayım'la-'çok da spor olmayayım' arası-diş ile düş arası :p), asansörde yüzüklerimi takmışım, havalimanında kimseye aldırmayıp tuvalette hafif makyaj yapmışım (uyanır uyanmaz da yapılmıyor ki yahu), uçakta küpelerimi takmışım, bir akşam önceden fönlü saçımı,  sabahın köründe de olsa tekrar düzleştiriciyle fiyakalandırmışım (okura saygı).
Ben bu hazırlıkların havasını sırasıyla şöyle kaybettim:
1- Deli rüzgarda saçlarım alabora olup yüzüme gözüme gelince, fönü mönü boş verip Cennet Mahallesi sakinleri gibi şak diye tepeden topladım.
2- Avcılar istikametinde giderken hafif bir sıkıntı bastı ve küpeleri çıkarıp çantama attım.
3- Avcılar-Zincirikuyu ısdırabı sırasında elimdekiler gittikçe ağırlaştı ve yüzükleri çıkardım.
4- Sinirden kaşım gözüm oynadıkça gözlerimi kaşıdım, makyaj dengesiz olarak bozuldu.
5- Boynuma taktığım kendimce şık bulduğum fuları, çektiğim gibi çantama tıktım.

Zincirlikuyu halkına bu kadar zebil görünmek ister miydim? Haaayııırrr!!! Özür diliyorum hepsinden ama n'aapayım, koşullar beni böyle yaptı. "Arabesk" filmindeki Müjde Ar gibi filmin sonuna doğru dağıldım. Sözüm söz bir dahaki sefere full aksesuar olacağım, diyebilmek isterdim ama kusura bakmayın be anam, one minute daha da gelmem.
O halde son hattın yolculuğuna çıkacak gücü bulamayıp, istasyonun kenar demirlerine dayandım. İzlemeye başladım. İçimden, bitmek bilmeyen insan seline deee, metrobüslerin az sayıdaki koltuklarına daaa, itişip kakışmanın kaçınılmaz kural haline getirilmesine dee övgülerimi düzdüm.
Art arda gelen araçlara koşuşturmalarını, kapıya denk gelmeye çalışmalarını, yüzlerdeki bıkkın ve yorgun ifadelerini izledim ve her birine ayrı ayrı acıdım. Buradan nasıl kurtulacağımı ve belki de hep burada (sanki bir ara evrende sıkışıp kalmış Matrix Müge'si gibi) kalacağımı düşündüm ve ürktüm. Yoo hayır, yılmak yoktu. Ucunda evladıma ve yeğenlerime kavuşmak vardı. Hemen orada koskoca bir çöp bidonu olduğunu ve onun dibinde sandviçini yiyen bir ergeni görüp, onun ne diye bu leş gibi şeyin dibinde yediğini düşündüm.Herkesin şakülü kaymıştı, balatası sıyrılmıştı ve ben her an onlardan biri olabilirdim. Silkelendim ve onlardan biri gibi araçlardan birinin kapısına denk gelmek için dizilip durdukları kaldırıma kendimi dizdim. Ona rağmen önüme birileri geçti. Çekçekli çantamı önüme koydum ve rahatsız ettim onları, gittiler. Sağımı solumu kolladım.
Gelen üç araçtan ancak sonuncusunun ve onun da en son kapısının rastgele önümde durmasına hayretler ve minnetler içinde kaldım. Saygı, sevgi, nezaket unutulmak içindi bu şehirde. Ben niye hatırlayayım ki! Kimsenin beni akıtmasına izin vermeden, hoop atladım içeri. Hızlı karar vermem gerekiyordu. Yerlerden en korunaklı olanına uçtum. Eşyalarımı yerleştirdim. Yaşları benden büyük teyzelere bakmadım bile. Oscar benim de hakkımdı. Onca tiyatro deneyimimi ortaya koymamın tam zamanıydı. Laf edecek olana lafım hazırdı. Cazgırdım artık arkadaş! Yaklaşık iki saat içinde kat ettiğim 43 durak ve 60 km sonrasında, karakterim hızla değişmişti. Adaptasyon hızıma inanamadım. İnteraktif eğitimin başarısına da... Mutasyona uğramış, bir İstanbulluya dönüşmüştüm. Survivor 2013'e hazırdım. Hindistan cevizi yemeye de alıştım mı tamamdı.
Ama o da ne! Meğer bu hat sadece 20 dk sürüyormuş. Daha ayaklarımın uyuşukluğu, belimin ağrısı ve sinirimin dumanı geçmeden, Söğütlüçeşme'de indiK. Biz hep iniyorduK. E zaten ne demişlerdi: "herkes inecek."

Kendimi Kadıköy Evlendirme Dairesi'nin bahçesinde buldum. Aman Allah'ım oturacak banklar vardı. Ağlayarak gittim önce okşadım onları. Sonra oturdum, sanki Bellona'ya iyi ki rastlamışım gibi, yatak uzmanından İşbir yatak bulmuşum gibi, Yataşşş gibi. Baktım insanlar şık şık giyinmiş nikâhlara girip çıkıyorlar. Kendimi o kadar iyi hissettim ki, içeri girip evlenenleri tebrik edesim, sarılasım, başımı omuzlarına koyup ağlayasım açılasım geldi. Eşek değillerdi ya, bir şeker verirlerdi herhalde; bu açlıktan ölmüş ve bir takım insani ihtiyaçları gelmiş insana. O arada taa Sarıyer'den, bir A noktası çıkışı endamıyla, yola çıkan oğluma öğrendiğim her şeyi anlattım ki, anası gibi sürünmesin, B noktasına varana kadar tipi kaymasın istedim. Ama zaten o artık İz-tanbullu olmuş çoktan :)
Bağdat Caddesinde turlayan yeğenlerimden rota aldım. Taksiye bineyim dedim, bulamadım. Bağdat Caddesi dolmuşuna bineyim dedim, bulamadım. Minibüs Caddesi dolmuşuna binip, oradan da taksiye atlarım dedim ve bomboş bekleyen bir tanesine zıpladım. 1.60 tl.lik dolmuş paramı iletsinler diye öndeki ruhsuz hanfendüye uzattım ve içimde bir yerlerde hâlâ yaşayan nazik tarafım dile geldi, rica ettim. Önce hiiiç bana mısın demedi. Sonra uzattığım parayı aldı. Paranın bir kısmını yere düşürdü. İneceğim durağı söylemedi şoföre. Hasbinallah veli vel mekin miydi neydi, onun niyetine sabır duası ettim.
Yola çıktık, köşeyi döndük, trafik tıkandı. Artık k'ler küçülmüştü, çünkü sadece 7-8 kişi bir aradaydık. Hepsini çok seviyordum. Birkaç durak sonra yanıma, elinde kocaman ve mis gibi bir buket çiçekle yaşlıca bir amca oturdu. Ohhh içim açıldı.


İnsanlığıma geri dönmeye başladım. Birden kitaplarım geldi aklıma: "Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı" ve "İmza: Kızın". İkisinde de yazılarım var (sakın kaçırmayın, çok güzel iki proje oldu). Kitap bile okudum, o derece yani. Hatta durağı kaçırıyordum, bu derece yani.
İndiğim yerden bir temiz taksi çevirdim. Bindim. Bütün İstanbul yollarını bilir bir edayla güzergah ve varılacak noktayı kararlı bir şekilde söyledim. Gölgeler henüz kısayken başlayan yolculuğum, sokak lambasının gölgelerindeyken tam 3 saatte bitti. İndiğim yerde toprağı öptüm, hatta artık FB'li bile olabilirdim (yalan). Yeğenlerimi koklayarak öptüm, sarıldım (gerçek). Kavuşmanın sevinciyle göğsümden bayrak çıkardım, ağladım (yalan).

Anacım onlar da "o yer dolu, bu yer kötü, orası soğuk, burası bilmem ne" diyerek beni yürütmesinler mi! Sonunda bir mekâna resmen deve gibi çöktüm. Oğlumun benzer bir yolculukta olduğu yolundaki habere artık şaşırmayarak, masaya gelen ilk ekmeğe saldırmadan önce tuvalete koştum.

Sonuç: Bir saat sonra oğlum da geldi. Daha ne isterdim! Ankara'dan gelen küçük yeğenim, İstanbul'da yaşayan büyük yeğenim ve taze İz-tanbullu oğlumla öyle güzel bir akşam geçirdim ki, metrobüs diye bir icadın olduğunu bile unuttum. Sadece bu tefrikayı yazmak için hatırladım ve şu an hemen tekrar unutacağım. Hatırlatana metrobüs bedduası ederim ve kesin tutar valla!


Halbuki ben deniz otobüsü ile gidip keyif yapacaktım...

4 yorum:

  1. Hakkat la, bin servise, in Bakırköy'de mis gibi deniz otobosuna bin git. Neyine gerek metrobüs. Ben o azmana yanaşmamak aşkına Esenler'den Beşiktaş'a taksiye binip 50 kağıt bayılmış kadınım, oysa Ankara-İstanbul arasına sadece 30 lira vermiştim:) Oh bacım ter dökerek okuduğum bu macerandan sonra yaşasın İzmir, yaşasın Antalya diye bangır bangır Ferdi çaldırıyorum evde :))

    YanıtlaSil
  2. Aynen budur Leylak bacım... İstanbul muhteşem bir şehir olmakla birlikte, tam da bir kaos :((

    O kitap sırada bekliyor, okuyacağım. Şu an Sinek Isırıklarındayım. Ondan önce de Bizim Büyük Çaresizliğimiz i okudum ve hepsine bitmekle meşgulüm!

    YanıtlaSil
  3. okurken içim şişti vallah, istanbul zor bir şehir, güzel ama zor. o yüzden bence de yaşasın izmir, yaşasın antalya.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yaşasınnn!!! Ve Allah muhtaç etmesin oraya!!

      Sil

hadi söyleyin bi şeyler :)