29 Aralık 2009 Salı

Otuz iki Dişli Medeniyet Canavarı


Son eklediğim ve nadiren yazdığım hikâye türündeki yazımdan sonra ortamı biraz neşelendirme ihtiyacı hissettim. Aşağıdaki yazılardan birinde teknoloji muhabbeti yapmıştım. Elim ve beynim tekniğe, tamire, teknolojiye yatkın olmasına rağmen bazen adapte olmakta zorlandığım da olmuyor değil. Bunları öğrenmeye her zaman açıktım, hâlâ da açığım.


İnsanın hem marangozluktan, hem yazı yazmalardan, hem fotoğrafçılıktan, hem felsefeden, hem bahçecilikten, hem de mesleği olan muhasebeden anlayan bir babası olunca öğrenmemek gerçekten ayıp olurdu. Tornavida, çekiç, pense, boya fırçası ve matkap kullanmayı babamdan öğrendim, bütün çocukluğum boyunca. Ona çıraklıkla geçti hayatım, evlenene kadar. Her yardım edişimde, "baba, ben bunları iyi öğreneyim de, belki ilerde bilmeyen biriyle evlenirsem, işime yarar" deyip, dikkatle izlerdim; o da gülerdi, ama arada da "sıkı tut, bak gevşedi" gibi uyarılarını da yapardı. Yeri geldi, tuttuğu muhasebe defterlerine de yardım ettim. Fotoğrafçılıkla ilgili, çektiklerini düzenlemelerde, kendi icadı olan projeksiyon makinesini çalıştırmalarda, kaydettiği film makaralarını film oynatıcıya takmalarda, film perdesini kurup kaldırmada yardım ettim. Ölene kadar kimselerin kullanmasına izin veremediği çok sevdiği vosvosunu, bir tek bana kullandırdı. Vosvosun dilinden anlamayı da öğretti bana.


Ondan bir tek bahçe işleri konusunda bir şeyler öğrenmeye niyet etmedim sanıyorum. Bahçede ona yardım ettiğim tek zaman, fakültedeyken arkadaşlarımla Bodrum/Marmaris tatili için günler süren izin isteme seanslarından sonra, "bahçedeki kuru yaprakları toplarsan gidebilirsin" demesi üzerine olmuştur. Baktı ki, ben gerçekten çok istiyorum gitmeyi, hemen izin vermiş gibi görünmesin, sözde zora sokmuş olsun diye, bunu istemişti benden. Bir elektrik süpürgesi gibi tertemiz yapmıştım bahçeyi. Bahçemizdeki ilk ve son kuru yaprak faaliyetim oldu. Ama şimdi artık babamın üzerindeki kuru yaprakları topluyorum, annemle her defasında bu anıyı hatırlayarak. "Aa bi dakka ya, hani neşelendirecektim ortamı" diyor içimden bir ses... Tamam hemen anlatıyorum.


Asistan iken görevli olarak Danimarka'ya gittiğim yıldı. Hani şu e-posta olayını da kulak ardı ettiğim zamanlar... Bana modern dünyayı tanıtsın diye yırtınan hocam, değil e-posta, alt tarafı fotokopi ve faks cihazlarının bulunduğu odayı gezdirirken, ben gene kulak ardı moduna geçmişim de haberim olmamış. O zamanlar üç tane fotokopi ve hatta yanında iki tane de faks cihazını kullanmak bir yana, bir arada görmek bile imkansızdı memleketimde. Oraya gitmeden önce bürokatik işlemler için her dakika gereken bu nadide cihazları bulabildiğim yerde öpesim gelirken, birkaçını bir arada bulunca, oraya yatak atasım geldi. Kırtasiyeye de olan tutkum nedeniyle, rengarenk fotokopi kağıtlarını toplar dolusu ve fotokopisi çekilen çok sayıda yaprağı istiflemeye yarayan düzenekleri de görüverince, ben kendimden geçmiş olmalıyım ki, nasıl kullanılacaklarına kafa yormamışım. E tabii elim yatkın ya alet edevata, nasılsa yapabilirim özgüven basmaları olmuşum.

Mektup yazmayı severdim; hâlâ da severim ama elektronik ortama taşıdım bu sevgimi. Oradayken aileme mektup yazma işini de bayağı bir iş edinmiştim. Her günümü rapor eder gibi yazıyordum. Ayrıca fakültedeki hocama da mesleki bilgileri geçiyordum. Bu bir süre bildiğimiz zarf-pul-postane üçlemesiyle devam etti. Bir zaman sonra bunlara vereceğim paradan kısıp, tasarruf sağlama amacıyla faks çekmeye niyetlendim. Türkiye'deki fakültemde sadece bir tane faks cihazı vardı ve o da dekanımızın odasındaydı; ne de olsa çok değerliydi! Aynı zamanda dayım da iş yerine bir faks almıştı ve annemler bunu bir müjde olarak yazmışlardı mektuplarında. Aileme ve hocama yazdığım mektupları kaptığım gibi o güzel odaya koştum. Sayfalarımı yerleştirdim, faks numarasını tuşladım. Cihazdan karşı tarafı telefonla aramışım gibi bekleme sesleri gelmeye başladı. Biraz çaldıktan sonra açılan telefon gibi, karşıdan dayımın sesi geldi: "Alo?" Nasıl olur dememe kalmadı, "dayııı, ben Mügeee!" derken buldum kendimi. Bu halimi çok da yadırgamadım, hatta daha da yüksek sesle devam ettim, ne de olsa beni duyamamıştı, sesimi duyurmalıydım. "Dayıııı, beni duyuyor musun? Ben Mügee, faks yolluyorum sanaaa!" Dayım duymamış, telefonu kapamıştı. 'Hımm, demek ki henüz bağlayamadılar' ahkâmını kesip, fakülteye yöneldim. Bu defa da karşıma dekanın sesi çıkmasın mı! E Müge n'apar? "Hocaaam, ben Mügeee". Tırık diye kapanan telefon sesinden sonra memleketimin medeniyete uzak haline acıyacak kadar medenileşmiş olmamla gurur bile duydum.

Etrafımda toplanan ve bana mağara insanıymışım gibi bakan soğukkanlı Danimarkalıları fark ettiğimde, yanlış bir şeyler yaptığımı ancak anlayabildim. Utansam mı, yüzsüzlüğe mi vursam bilemedim. "Herhalde cihazlarında sorun var" deme cüretini bile gösterip, oradan nasıl kaçtığımı hatırlamıyorum.

Ben hâlâ gülüyorum... Siz de güldünüz mü?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

hadi söyleyin bi şeyler :)