30 Aralık 2009 Çarşamba

Kalbim Assos'ta Kaldı (Radikal 2 yazıları)



Karşıda sisli bir heybetle yatan Midilli, sınırlarımı aşmanın sembolü gibi. Sakin ama samimi, tertemiz ama naif, uzak ama yakın bir yer arayışlarımdan sonra, ayaklarımı bastığım bu Ege toprağı huzur vaat ediyor. Gün batmadan, güneş eşliğinde yavaş yavaş kurulan akşam sofraları, yemek faaliyetine güneşi kurban etmemek adına, o batmadan donatılmıyor. Güneşe selam durmanın ritüeli saygıyla ifa ediliyor. Zeytin ağaçlarıyla sımsıkı örülmüş bitki örtüsü, zeytinden bir dağ oluşturmuş sanki. Tepenin ardında batan ateş topunu zeytinler kalbine, bağrına basıyor. Masalardaki altın sarısı minik zeytin yağ şişelerindeki ışıltılar azalırken, ritüeli buz gibi beyaz şarabın açık sarısında seyredenler artıyor. Hangi yönden estiği, ne önemli ne de belli olan tatlı bir esinti var. Doğal aydınlığın azalmasıyla karadaki her şeyin netliği kaybolurken, yarımlanması yakın Ay belirginleşmeye başlıyor ve deniz bu defa beyaz ışıkla kıpırdanmasını sürdürüyor. Onun da sarı batışının izleyicisi olmanın heyecanı da yok değil.
Başka türlü bir huzur ve hafiflikle uyunuyor burada. Şehir şamatasını, yaz telaşlarını geride bırakmanın zevki zerk ediliyor damarlara. Beslenmelerin belli saatler arasına sıkıştırılmamış olması, insanı daha en baştan gevşetiyor. Esnekliği bilmek, o saatleri istismar etmeyi bir yana koyun, o rahatlığı kaçırmamayı istetiyor. Bahçelerdeki bitkiler bile düzenin kurbanı değil; burada her şey kendi doğalını yaşıyor. Saate dahi bakmamak lazım buradayken; güneşin hareketlerini izlemek yetmeli. Burası Türkçe konuşulan bir cennet olsa gerek.
Gelen insanlar sanki bir elemeden geçerek seçilmiş ve burada kalmasına izin verilmiş gibi. Okumayı ve sessizliği sevmeyen gelemezmiş, kalamazmış gibi. Cep telefonları neredeyse en düşük sese ayarlanmış; çalınca sahibi hemen uzaklaşarak konuşmaya gidiyor. İkili, üçlü insan gruplarının sesleri sadece bir mırıltı gibi duyuluyor. Yazılı olmayan, dikte ettirilmemiş ama herkesçe oluşturulup kabul görmüş düzensiz bir düzen içinde yaşanıyor. Mekân sahiplerinin iki şirin köpeği bile bundan haberdar; sadece tasmalarının şıngırtısı duyuluyor. Bu motelin “Küçük Oteller Kitabı”nda olması gerekirdi; ama atlanmış.
Küçükkuyu’ya doğru gayet hoş bir otobüs yolculuğundan sonra, otobüsten inilen yerin hemen karşısında saat başı şaşmadan kalkan dolmuşlara biniliyor. Son durağı Assos/İskele olan dolmuşlardan birine binip, 15–20 dakika sonra vardığımız motelimiz, bir kartal yuvası gibi, tepenin üzerine konuşlanmış. Sağından ve solundan yaklaşık 60 metrelik patikalarla batı ve doğu plajlarına iniliyor. Denizin berraklığı, dibindeki taşlar, balıklar, yosunlar bu cennetin başka kanıtları…
Buraların müdavimleri var biliyorum ve buraya ilk gelişimiz de değil, ama orta yaşın hazlarına meyillenmeye başladığım şu zamanlarımda bir başka tat veriyor. Hareketi biraz artırmak mı istiyorsunuz, hemen hani o dakik dolmuşlara atlayıp Assos’taki İskele’ye (antik liman) gidiyorsunuz. Yol boyu muhteşem deniz manzaralarını, plajları ve yeşillikler arasına saklanmış konaklamaları göre göre yaklaşık 20 dakikada da oraya ulaşıyorsunuz. Arada Assos kalıntılarının da bulunduğu o güzelim köyde inip, yukarıdaki köy kahvesinde bir kahve keyfi yapabilirsiniz. İnsanlarının birbirlerine sevgiyle konuşup şakalaştıklarına tanık olmak da cabası. Bindiğimiz dolmuşun şoförünün şeker oğlu, müşteri memnuniyeti adına hem müzik ayarlıyor, hem paraları topluyor, hem de herkese muhabbet veriyor. Evimizdeki okunmuş kitapları ona yollayabileceğimizi düşünüp, kitap okumayı sevip sevmediğini ve en son hangi kitabı okuduğunu soruyoruz: test kitabı, diyor. Eğitim sistemindeki kaygan zemini hatırlatan bu cevap canımızı sıkıyor, ama yine de gülümseyip, yollamaya karar veriyoruz. O ise çalan fantezi müziğin sözlerine eşlik ederek ön koltuktan bize hizmetini sürdürüyor. Onun derdi daha çok müşteri toplamak; tek insanın görünmediği yerlerde bile “Assooosss” diye bağırıyor.
Kahve sonrası, dolmuş beklemeye değmeyecek mesafedeki limana inmek için dağdan aşağı inerken, kazı evinin üzerine doğru, Assos kalıntılarının bir gün tümüyle ortaya çıkarılma duasını okursanız, makbule geçer.
Ve son durak İskele… Taş binaların, minicik 3–5 sokağın, restoranların ve birkaç hediyelik eşya standının dekor gibi yerleştiği bu küçücük yerin kalabalığı bile tatlı geliyor insana. Çünkü yozlaşmanın, şükür ki, henüz ulaşamadığı ama turizmden de payını alma çabasındaki yerleşim, eskiye oranla daha bir deniz-güneş hizmetine soyunmuş. Bir türlü alışamadığım yüksek sesli müzik eşliğindeki, teşhir merkezleri “beach club”ların kakafonik faaliyetlerinden tamamen uzak.
Egeliliğimizden bir kez daha gurur duyarak döndüğümüz bu üç günlük kaçamağın verdiği enerjiyi bünyemizde olabildiğince korumayı diliyoruz. Ama ne gam; atladık mı otobüse, şak diye oradayız… Bu da dert mi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

hadi söyleyin bi şeyler :)