28 Ocak 2013 Pazartesi

KIRIŞIKLIKLARA SARILMA ZAMANI



Belli bir yaştan sonra ortaya çıkan ve özellikle de kadınları rahatsız eden kırışıklıklardan kurtulmanın bin bir yolunu okuyoruz, duyuyoruz. Kaz ayakları (‘kelle paça’ya alternatif), dudak çizgileri (dilberdudağı), düşük kaş, gıdı sarkması (yaprak sarması), kaş ortası kırışıklığı… Her biri sanki uçuk kaçık birer yemek adı gibi.  Ben göz çevremdeki ilk kaz ayaklarını evin asansöründe keşfettim. Asansörler bunun için idealdir, çünkü ışık tam tepeden gelir, cilt birikintilerinin gölgeleri aşağı düşer ve işte oradadırlar. Fark ettikten sonraki geçici can sıkıntıma mani olmak için bir süre merdivenleri kullandım ama yedi kat da çık çık bitmiyordu. “Kazlarımla yaşamayı öğrenmem lazım,” deyip rahatıma baktım ve asansöre geri döndüm. Aslında en güzeli asansörlere ayna konulmamasıdır ya da aynaya hiç bakmamaktır ama mümkünü yok. Rujunu genelde asansörde süren ben dâhil tüm insanlar asansör aynalarından çok faydalanırız. Erkekler de kravat düzeltmek, kel değillerse saçlarına son rötuşları atmak ya da ‘Clark çekmek’ amacıyla kullanabilir tabii.

Mimiklerimi çok kullandığım için, gençken, arkadaşlarım beni uyarırlardı: “Yüzünü bu kadar oynatma çabuk kırışacaksın,” diye. E o zamanlar tabii buna çok itibar etmezdim; sanki hep genç kalacakmışım gibi kulak ardı ederdim. “Mimiksiz ve dolayısıyla ruhsuz yaşayacağıma kırışık yaşarım daha iyidir,” dedim mi dedim. Bugün buna pişman mıyım? Değilim! Asansör ışığı marifetiyle saptadığım ve gittikçe artan kaz, kertenkele, aslan, kaplan, her türlü ayağımla ve mimiklerimle yaşamaktan mutluyum. Kadın dergilerinde, gazetelerde ve tabii internette kırışıklıklar için boca edilen milyon çeşit kremi gördükçe de gülesim geliyor. Bıraksınlar bu ayakları…

Kırışıklık dediğin nedir… İnsana sunulan her türlü duygu ve düşüncenin, sevinçli ya da üzücü yaşanan her şeyin, cilt üzerindeki en naif kanıtıdır. Ben şimdi o yaşadıklarımı, İsviçreli ruhsuz bir bilim adamının laboratuarda tüpten tüpe aktararak bulduğu o kimyasal madde ile yok mu edeceğim? Buna izin mi vereceğim yani?

Evlenirken veya çocuklarım doğarken yüzüme dolan sevincimin, tepinmecesine komik bir şey anında ağzımı açarak gülmelerimin, hayretten küçük dilimi yutarak şaşırmalarımın, yediğim bir kazık yüzünden çöken yüzümün, babamı kaybettiğimde yaşadığım ‘ilk yakın ölümü’ ağırlığının, kulaklarımdan duman çıkarcasına duyduğum öfkenin izleri niye rahatsız etsin ki beni? Yaşadıklarından hoşnutsuz ve pişmanlıklar yaşayan insan bu kırışıklıklardan kurtulmak ister gibi geliyor bana.
Kremdi, maskeydi, kaynatılmış-demlenmiş-bekletilmiş ottu çöptü derken sunulan çözümlere bir de yüz yogası eklenmiş. Diyorlar ki: “Gözleri tamamen açın. Başparmağınızı gözün kenarına, kaz ayakları dediğimiz bölgenin üstüne koyun. Karşıya bakın. Hareketi sabah ve akşam yapın.” Basit, ama amaç buysa yapmıyorum arkadaş! Ben zaten ömrüm boyunca yüz yogası yaptım. Bol bol güldüm, şaşırdım, kızdım, öfkelendim. Ruhunun dışa vuruşlarından rahatsız olanlar yapsın. Dışa vurmayanlarda zaten kırışık falan olmuyor bence. “Açılmadan iade” minvalinde, doğduklarındaki gibi; cilt gıcır gıcır. Karşımda, ruhunu yaşarken teslim etmiş gibi duran o kırışıksız yüzler beni rahatsız ediyor; çünkü zaten duygu da yok, büst gibiler. Kırışıksız bir yüzün gıcırıyla yaşlanacağıma, yaşamış bir ruhun birikimleriyle donanırım daha güzel.
Ruhum kırışmasın yeter…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

hadi söyleyin bi şeyler :)