21 Eylül 2010 Salı

YALNIZ



Hasta bu odada sekiz sene kaldı. Sekiz sene boyunca bu odadan dinledik sesini. Bunca sene arayıp sorulmadan nasıl yaşanır, diye merak ettiğim hastalardandı. Onu buraya getiren kadını bir daha görmedim. En az yirmi senedir kullanılıyormuş hissi veren mantosuna karşın üşümekten mi, zayıflığından mı bilmem, bembeyaz yüzlü o kadın uzun süre aklımdan çıkmadı. Doldurulması gereken evraklara eğilince belli olan, boya zamanı çoktan gelmiş, ama müdahale edilmemiş saçları, ensesinde sıkıca toplanmıştı. Bakımsızlıktan derisi çatlamış elleriyle kalemi tutuşu da eğretiydi; kalem tutmaya alışkın değildi. Soruları okurken hafif hafif mırıldanıyordu; okumaya da uzak kalmıştı. Evrakları epey bir süre sonra bitirip de teslim edeceği zaman, yüzünde kâh vicdan azabı, kâh bir rahatlama dalgası gezinmişti.

“Adres ve telefon numarası kısmını doldurmamışsınız.” dediğimde bana telaşla cevap vermeye başladı.

“Yazamadım, çünkü taşınıyorum bu ellerden. İşim bitti, memlekete dönüyorum artık. Bizim oraların adresini yazmak zor be kardeşim. Ama istersen köyümü yazayım. Nasılsa ulaşır bana, mektup yazarsanız.” derken sesinde hem naif bir teslimiyet, hem de burukluk vardı. Bir yakınını huzurevine bırakmak zorunda kalan bazı insanlardaki bir an önce kaçıp gitme hali yoktu bu kadında. Çoğunluk suçlu hisseder kendini, ama o ‘keşke bırakmak zorunda olmasaydım, ama mecburum’ diyordu gözleriyle.

“Peki, o zaman köyünüzün adını yazın. Gidince de mümkünse bir telefon numarası bildirin bize. Aa bir de misafirimize yakınlık derecenizi yazmamışsınız.”

“Ben Meral hanımın bakıcısıyım. Hastalığı iyice artınca, ben yalnız baş edemez oldum da, oğlu istedi buraya yatırmamı. Yoksa akrabası falan değilim kardeşim. İki aydır gelmesini bekliyorum oğlanın. E meşgul adam tabii, gelemedi. Ben de ha bugün, ha yarın gideceğim memlekete, diye beklerken, vakit çok uzadı. Oğlu Almanya’da çalışıyor, onun telefon numarasını vereyim, ama sen bir bak bendeki kağıttan. Ben zor yazarım şimdi o upuzun numarayı.” Hemen elindeki eski çantasına daldırdı elini. Bir naylon torbaya sarılı bir sürü kağıdın içinden buldu, verdi.

“Yedi sene baktım ben Meral hanımıma. Önceleri böyle değildi; sadece kafası gider gelirdi. Unuturdu kolayca. Bana komik gelirdi halleri. Ben nereden bileyim zamanla yatalak olacağını, demediler bana baştan. Gene de helâl olsun ona emeklerim. Ekmeğini yedim bunca sene, sıcak sıcak barındım. Buraya kadarmış, ne’deyim… Önce Allah’a, sonra size emanet artık hanımım.” Çenesi titredi, arkasını döndü, mantosunu ve eşarbını kontrol etti, ayaklarını sürüyerek, hıçkırık sesiyle açtı kapıyı ve gitti.

Meral hanım, tam bir hanımefendiydi. Öğle aralarımı mümkün olduğunca onun yanında geçirmeye başladığımı fark ettiğimde, o bana çoktan alışmıştı bile. Uzun süren uyku hallerinde bile yüzünde bir ışık vardı sanki. Gözlerini açınca ise açık mavi gözlerine çöreklenmiş hüznü görmemek imkansızdı. Bulutların arasından bakar gibiydi bazen; bakan ama göremeyen, gören ama önündekini değil, kim bilir neleri ya da kimleri. Molam bittiğinde ise iki oda ötemdeki bu asil insanın sesi taşardı ara ara koridora. İlk zamanlarda daha çok şarkı söylediğini duyardık. Sesi öylesine güzeldi ki, çağlıyor sanki, derler ya, öyle. ‘Yine bu yıl ada sensiz’e başladı mı, başka olurdu sesi; daha bir dokunaklı.

“Yavrucuğum ben radyodayken, kayıt sırasında mikrofonların sesini kısarlardı; öyle yüksek oktavdan söylerdim ki, cihazlar titrermiş.” Yattığı yerden anlattığı anılarını dinleme zevkini her zaman yakalayamazdım. Hastalığının gel-gitlerinin insafına kalmıştım.

“Maksim gazinosuna assolist olarak çıkma teklifi aldığımda, radyodaki işimden istifa etmem gerekiyordu. Oysa ben yetiştiğim yere ihanet etmeyi asla düşünmedim. İşimi aksattığım tek zaman, oğlumun doğumu olmuştur. Sadakatimi, mesuliyetimi ve iş disiplinimi bilen müdürümüz, toprağı bol olsun Sami bey, bana çok anlayış gösterdi o günlerde de, Osman’ı rahatça emzirebildim bir sene boyunca.” Ağır ağır nefeslenerek kurduğu cümlelerdi bunlar. Sonra birden oğlunu sorardı. “Neden geç kaldı ki, yine mi çatışma var acaba fakültede?”

Zaman zaman girdiği bunalımlı süreçlerde, verilen sakinleştiricilerin etkisiyle baygın baygın bakınırdı yattığı yerde. Yastığına gömülmüş başındaki kül rengi saçları sadece o zamanlarda dağınık olurdu; yoksa kendindeyken hep düzgün olmak isterdi. Pencereye dönük yüzünde ifade kalmaz; yüz çizgileri, protezi çıkarılmış ağız boşluğuna doğru düşen avurtlarına akardı. Üst göz kapağı, alt göz kapağına zor ulaşırdı sanki. Bulutlanan gözleriyle bulutları izlerdi. Gülümserdi bazen göğe doğru, eli yeltenirdi uzanmaya bir yere ya da birine. “Osman…” der susardı. Zarif ellerindeki damarlar kabarır, kahverengi lekeleri daha bir belirgin olurdu. Bedeni yatağına yapışık gibi görünürdü.

Sekiz sene içinde oğlu üç kez geldi; zaten bir tanesinde de annesi baygındı. On dakika durup bilgi aldı ve gitti. Ne zaman sakinleştirilmesi gerekse ve kendinden geçmiş bir halde geçse günleri, toparlandıktan sonra ona oğlunun ziyaret ettiğini söylerdim. Göremediğine üzülmekten çok aranmış sorulmuş olmaya sevinirdi. ‘Nasıl görünüyordu, sağlığı yerinde miydi, üstü başı güzel miydi, arabayla mı geldi, alyansı parmağında mı hâlâ’ gibi sorularının hepsi, O’nun duymayı istediği şekilde cevaplanıyordu tarafımdan.

Bu süreçler gittikçe artar ve iç organları da olumsuz sinyaller verir oldu. Koridoru süsleyen sesin makamı ve duygusu değişti. Şarkılar iniltilere, sohbetler sancılara bıraktı yerlerini. Dişlilerinin hepsi birbirine bağlı bu insan makinesinin son kullanma tarihi geldi mi, kim ne yapabilsin ki… Sekiz senedir dosyasında yazılı ama hiç aranmamış Almanya numarasına anlamsız gözlerle bakarken, köye de bir mektup yazma zamanının geldiğini anladım.

4 yorum:

  1. Çok etkilendim bu yazıdan... Bir an düşündüm de, nice Meral'ler vardır huzurevi köşelerinde yatan... Yalnız, yapayalnız... Teşekkürler bu güzel yazı için...

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Bu bir ödevdi; ilk cümlesi verilip, gerisinin getirilmesi istenen.
    İçimi hep dağlamış bir şeydir huzurevi halleri ve insanları. Bir yandan da türk filmlerinin etkisidir bu üzerimizdeki; hep çok acıklı yansıtılmıştır. Ve ne yazık ki öyledir de gerçek, genelde. Bizim aile düzenimize, anlayışımıza ve vicdanımıza ters gelir ebeveyn(ler)in huzurevine gitmesi. Oraya kendi isteğiyle gidip de, mutlu olan yaşlılar da tanıyorum. Allah muhtaç etmesin mi demek lazım acaba...
    Bilmiyorum...

    YanıtlaSil
  3. o kadar çokki günümüzde böyle kimsesizler..çok etkilenerek okudum kaleminize sağlık..Aile anlayışıma oldukça ters gelen bir durum..sevgi ve dostlukla..

    YanıtlaSil
  4. Çok teşekkür ediyorum...
    Aynı fikir ve duygudayım sizinle..
    Benden de size çok sevgiler :)

    YanıtlaSil

hadi söyleyin bi şeyler :)