5 Ocak 2010 Salı

Unutulan Ben (Radikal 2 yazıları)



Aynı anda evlat, eş, profesyonel, arkadaş ve en önemlisi anne olabilmek… Her birine ayrı enerjiyi yaratabilmek ve karşılığında beslenebilmek… “Sadece eş ve anne” olmanın tarihçesine girmeye hiç gerek yok; yüzyıllardır süren “evli kadın” klişelerinden. Eğitimden kadınlar da pay almaya, ekonomik ve modern hayat bunu gerektirmeye başladığından bu yana da, “evli kadın+anne+çalışan kadın” üçlemesini dirayetle yürütmeye çalışıyoruz.
Bebeğimi emzirirken, bir yandan da doktora tezimi yazmak için, dünyamıza yeni yeni giren ‘modern daktilo’ bilgisayarın tuşlarına tıklardım. Taslak metinlerimi basıp hocama okutabileyim diye, zamanın nokta vuruşlu yazıcısının cırlayan sesi bebeği uyandırır endişesiyle, kapı kapı üstüne kapatırdım. Geç saatlere kadar tezimle uğraşmamın üzerine, sabaha kadar da neredeyse saat başı uyanan yavruya sütümü ikram eder, beşiğine yatıramadan, o kucağımdayken uyuyakalırdım. Çocukcağız, o zamanlar henüz pelesenk olmamış malum “kariyer de yaparım, çocuk da” cümlesinin en yakın tanığıydı.
Sabahları gözlerimde biberli kum, başımın içinde cılk bir beyin ve adım atmaktan bile aciz ayaklarımla üniversitedeki işime giderdim: 1) Taslak hocaya verilecek. 2) Öğrencilerden yoklama alınacak. 3) Ders gereçleri hocadan alınıp ya da oluşturulup, amfiye taşınacak. 4) Pratik derse girilip, eski ödevler toplanacak, yenisi anlatılıp, öğrencilere yardımcı olunacak. 5) Randevulu hastalara bakılacak. 6) Nöbet günüyse, “hasta alamıyoruz, çok sıra var, yıllarca beklersiniz, o zaman da tedavi yaşı geçer, o yüzden kurumunuzdan dışarı sevk almanız gerekiyor” dediğim anda, isyan eden hasta velisi sakinleştirilecek. 7) Hocanın verdiği tercümeler yapılacak. 8) Akademik çalışma, araştırma için vakit yaratılacak… Ve öğle arasında, “evdeki bakıcı acaba bebeğime iyi bakıyor mu?” diye aklımın bir kenarında vınlayan düşünceleri ha bire bir yana itip, 3 aylık bebek emzirmeye gidilecek; o da vaktinde çıkabilirsem. Ha çıkamazsam, emzirme vaktine benden önce kodlanmış olan süt kanallarım daha fazla dayanamayıp, kazağımın dışına kadar sütünü salıp beni rezil edecek. Ola ki öğle tatilinden önce işim biterse, ya dürüst olunup hocalardan izin alınacak, ya da çaktırmadan kaçılacak. Liste uzar gider…
Doktora tezimi sunduğumda, birinci çocuğum 7 aylıktı; emzirmeyi 11 aylıkken bitirdik, o da kendi tercihiydi. Doçentliğe hazırlanmak zor bir süreçtir, deyip ikinci çocuğumuzu da, birinci 27 aylıkken dünyaya getirdim, ki doçentliğe kadar meydana çıkmış olsun. Bilimsel toplantılara art arda gelen hamilelik sorunları, doğum, emzirme ve “bebeklerle büyükleri yormayalım” dönemleri nedeniyle bir süre katılamadım. Birinciyi doğurduğumda ücretsiz izin hakkım verilmedi. Doğum izni ve raporlarla ancak uzatabildiğim evde kalma süremle, bebeğim 3. ayını doldurduğu gün işimin başındaydım. 3 ay az bir süre midir? Belki değildir; 40 günlükken işe gitmek zorunda kalanları da duyduk. Buna da şükür demek lazımdı belki ama, doğru olan bu değildi. Ülkemizde en azından o dönemde ne hükümet, ne de hocalarımız gereken duyarlılığa sahip değildi. İkinci çocuğumda ise durum farklıydı. Kliniğin kıdemli ve hatırlı bayanlarından ikisi, benden hemen önce doğum yaptıkları ve ücretsiz izin kullanmış oldukları için, bana emsal babında, bu hakkımı kazandım. İyi ki doğurmuşlar (!)
Ateşli hastalıklar, diş çıkarmalar, gripler, ameliyatlar, ishaller, kusmalar, düşmeler, emzikten kurtarmalar, tuvalete alıştırmalar, kulak ağrıları, bademcikler, geniz etleri, bakıcı kaprisleri, anaokulu, müsamereler, patates baskıları, oyun hamurları, Legolar, yarış arabaları, oyuncak bebekler, ilkokul, fişler, abaküsler, boy boy toplar, duvara çakılmış oyuncak basket potası, tweety, action man, pokemon, pikatchu, power rangers, tasolar, dört tekerlekli bisiklet, oyuncak makyaj seti, ördekli deniz simidi, kaydırak, oyuncak kova-kürek-tırmık, gök gürültüsünden korkmalar, hayat bilgisi, OKS ve SBS… derken kariyer savaşlarının içine doğmuş çocuklarım 13 ve 15 yaşına geldiler. Ben onlarla daha fazla ve “izin” almaya gerek olmadan ilgilenebileyim diye, kariyere “bay bay” diyeli çok oldu ama, mesleğimi hiç bırakmadım. Hobilerime vakit ayırabilmeye başlayalı fazla bir süre geçmedi; artık kendimle de ilgilenmem lazım. Evlilik, çocuklar ve bir sağlıkçı olarak iş hayatı, “eş, anne, doktor olmayan ben”i unutmama neden oldu sanırım uzun süre. Unutturulmasında benim de payım olmadı değil, tabii ki; her şeye hakim olacaktım ya..
Kendimi bir yerlerde kaybetmiş gibiyim; niyetliyim bulacağım mutlaka. Sadece “çalışan, evli, anne” olmak için doğurmadı annem beni. Bir gün, hep hayalini kurduğum kitabı(larımı) yazacağım, en sevdiğim hobim/kurtarıcım olan “yazmak” adına. Yaptığım miktarıyla beni kesmemiş olan oyunculuk da beklesin, geleceğim bir ara, mutlaka. Adımı unutmayın: “söylemişti, yaptı da” dersiniz. Türbana kapanmadan, kitabım sakıncalı bulunmadan, düşüncelerim suç sayılmadan, oğlumu askere gönderip “geri dönecek mi acaba?” kaygılarına düşmeden yapmam lazım. Yoksa bu sıkıntılara dayanmak mümkün değil. Ne dersiniz başbakanım, komutanım, hâkim bey?

8 yorum:

  1. Anne olmanın hayatı besleyen taraflarından da bahsetmezseniz, biz hiç doğuramayacağız :)

    Bunu derken "roller arasında sıkışıp kalanlar hep kadınlar mı acaba" diye bir soru geçti içimden... Baba-evli-çalışan olma üçgeninden şikayet eden birine hiç rastlamadım. Acaba anne ve evli olmak zaten bizden beklenen rollerken işin içine kariyer, hobiler vb ekleyerek işgüzarlık mı yaptığımız düşünülüyor da, destek olan pek çıkmıyor? Doğum izinleri bile düdük kadar, "eee sen de hem çalışıp, hem doğurmaya kalkmasaydın" der gibi...

    Şanslısınız, sanırım en zor kısmı geride kalmış. Sevgiler...

    YanıtlaSil
  2. Beyinlerini sandığa kilitleyip anahtarı denize atmayan kadınlar. Çalışmayı,öğrenmeyi,'ben de varım' demeyi bir duruş olarak gören; doğanın kendine verdiği sorumlulukları unutmayan kadınlar.
    Özel kadınlar...
    Hayallerinin gerçekleşmedi dilegiyle...

    YanıtlaSil
  3. algıdaki seçiciliğimiz farklı noktalarda çeşitleniyor yorumları. kimimizin annelik üzerinden okuduğu yazı, kimimiz için kadın ve 'güç' üzerinden okunuyor. ben de yazınızı, yazmaya cüret eden bir kişinin ilk yazma deneyimi üzerinden okumak ve bu deneyimi aktarmak istiyorum.

    yazının olası talihi

    1. yazdıklarınızı nihayet paylaşmaya karar verdiniz, iyi bilmelisiniz ki; tanımadığınız yayınevleri kötüdür, ama tanıdıklarınız çok
    daha kötüdür.
    2. yayınevi yazdıklarınızdan önce mutlaka "kim" olduğunuza bakar. bakar. bakar.
    3. bakkallarla kimi yayınevlerini ayıran hiçbir fark yoktur.
    4. editörler sizin için değerli kişilerdir, siz editörler için "sayfa sayısı ve olası kitap ücreti"sinizdir.
    5. bir editörün metninize "pardon ya, bu metne nüfuz edemedim, göndermeleri de anlayamadım!" diyebilmesi için aylarca beklemeniz gerekebilir. efendim artık saçlarınızı mı yolarsınız, yazmaktan mı vazgeçersiniz, hayata mı küsersiniz editörünüzün derdi değildir.

    önyargıları aşmak zordur. ezberi bozmak lafını herkes pek sever, ama ezberler pek zor! bozulur. büyük şanssızlığınız daha önce yazmamış biri olarak "olmayan birinden" beklenenin çok üstünde bir metin ortaya koymanızdır.

    peki, yaşanan bu tatsızlık bize ne öğretebilir?
    1. yazmak kimsenin tekelinde değildir!
    2. beklenmedik şeyler yapmak insanı neşelendirir.
    3. "sıradan ve sahici" bir insanın düşünceleri önyargıları devirecek kadar güçlü olabilir..

    YanıtlaSil
  4. Adsız'a
    Yayınevleri 'kim' olduğunuza mı yazılana mı bakar? Hangisi daha önemli? Kim olduğun önemliyse vasat bir metin yayınevi için önemli o zaman diyebilir miyiz? Pek anlayamadım.

    Bakkallarla yayınevlerini karşılaştıracak kadar yayınevi tanıyorsunuz herhalde.
    Biraz bundan da bahsedin lütfen.

    YanıtlaSil
  5. Çok demotive edici ama sanırım bir yandan da haklılık payları olan bir yorum o.

    YanıtlaSil
  6. değerli müge ve catharsis hanımlar,

    yayınevleri çok emin olunuz, önce/ilkin, ne acıdır ki -metninizden çok çok evvel!- "kim" olduğunuza dikkatle bakar ve maalesef dışarıdan farklı bir intiba bırakan pek çok yayınevi de (elbette sınırlı sayıdaki, düzgün çalışan yayınevlerini bu yorumun dışında tutarım!) bildiğiniz bakkal ölçeğinde/mantığında işletilmektedir. çoğunun editörleri ancak okumayazma sınırındadır; basiretsiz ve yeteneksizdir. patronunun kar/zarar hesabını kollamaktan "bir metin nasıl okunur?" meselesine kafa yormaya henüz fırsat bulamamıştır.

    yorulmuş ve bu meselelerden muzdarip biri olarak, yazarken tüm bunların başıma geleceğini bilsem yine de yazar mıydım? cevabım evet. demotive etmek için paylaşmadım sizlerle bunları, bu anlamda size katılamayacağım müge. ben, yazmanın ilginç ve her birimiz için çok tek/biricik/kişisel bir yolculuk olduğunu söylemek istedim yalnızca. sizlerin yolculuğunun çok daha güzel ve konforlu! olması dileklerimle..

    YanıtlaSil
  7. Adsız'a

    Paylaşımın için tesekkürler.Anlaşılıyor ki bu uğurda epeyce yorulmuş ve yıpranmışsın.Senin için iyi temenniler dilemekten başka yapabileceğim birşey yok.Yolculuğun konforlu kısmıya ilgili bir şey söylemek istiyorum.Dosyayı götürme aşamasına bile gelmeden yazmanın konforlu birşey olduğunu söyleyemem.En azından benim açımdan.Zaman zaman bu dikenli gömleği(Sevim Gündüz'ün tanımı)çıkartıp atmak duygusu basıyor içimi.
    Ama dikenler batmış bir defa... Bazen paranoyakça geliyor.İki farklı dünya arasında gidip gelmek. İnsan bazen gerçeklerden uzaklaşıyor.Maalesef başlaması kolay bırakması zor bir durum.Yani yazmak ve konfor tamamen birbirine zıt kavramlar.Konforlu bir yaşam için en son seçilecek şey yazmak.Müge'cim sayfanı çok meşgul etmedim umarım.

    YanıtlaSil
  8. Rica ederim, ne demek.. İkinize de çok teşekkür ederim..

    YanıtlaSil

hadi söyleyin bi şeyler :)