Belli bir yaştan sonra ortaya çıkan ve özellikle de
kadınları rahatsız eden kırışıklıklardan kurtulmanın bin bir yolunu okuyoruz,
duyuyoruz. Kaz ayakları (‘kelle paça’ya alternatif), dudak çizgileri
(dilberdudağı), düşük kaş, gıdı sarkması (yaprak sarması), kaş ortası
kırışıklığı… Her biri sanki uçuk kaçık birer yemek adı gibi. Ben göz çevremdeki ilk kaz ayaklarını evin
asansöründe keşfettim. Asansörler bunun için idealdir, çünkü ışık tam tepeden
gelir, cilt birikintilerinin gölgeleri aşağı düşer ve işte oradadırlar. Fark
ettikten sonraki geçici can sıkıntıma mani olmak için bir süre merdivenleri
kullandım ama yedi kat da çık çık bitmiyordu. “Kazlarımla yaşamayı öğrenmem
lazım,” deyip rahatıma baktım ve asansöre geri döndüm. Aslında en güzeli
asansörlere ayna konulmamasıdır ya da aynaya hiç bakmamaktır ama mümkünü yok.
Rujunu genelde asansörde süren ben dâhil tüm insanlar asansör aynalarından çok
faydalanırız. Erkekler de kravat düzeltmek, kel değillerse saçlarına son
rötuşları atmak ya da ‘Clark çekmek’ amacıyla kullanabilir tabii.
Mimiklerimi çok kullandığım için, gençken, arkadaşlarım beni
uyarırlardı: “Yüzünü bu kadar oynatma çabuk kırışacaksın,” diye. E o zamanlar
tabii buna çok itibar etmezdim; sanki hep genç kalacakmışım gibi kulak ardı
ederdim. “Mimiksiz ve dolayısıyla ruhsuz yaşayacağıma kırışık yaşarım daha
iyidir,” dedim mi dedim. Bugün buna pişman mıyım? Değilim! Asansör ışığı
marifetiyle saptadığım ve gittikçe artan kaz, kertenkele, aslan, kaplan, her
türlü ayağımla ve mimiklerimle yaşamaktan mutluyum. Kadın dergilerinde,
gazetelerde ve tabii internette kırışıklıklar için boca edilen milyon çeşit
kremi gördükçe de gülesim geliyor. Bıraksınlar bu ayakları…
Kırışıklık dediğin nedir… İnsana sunulan her türlü duygu ve
düşüncenin, sevinçli ya da üzücü yaşanan her şeyin, cilt üzerindeki en naif
kanıtıdır. Ben şimdi o yaşadıklarımı, İsviçreli ruhsuz bir bilim adamının
laboratuarda tüpten tüpe aktararak bulduğu o kimyasal madde ile yok mu
edeceğim? Buna izin mi vereceğim yani?
Evlenirken veya çocuklarım doğarken yüzüme dolan sevincimin,
tepinmecesine komik bir şey anında ağzımı açarak gülmelerimin, hayretten küçük
dilimi yutarak şaşırmalarımın, yediğim bir kazık yüzünden çöken yüzümün, babamı
kaybettiğimde yaşadığım ‘ilk yakın ölümü’ ağırlığının, kulaklarımdan duman
çıkarcasına duyduğum öfkenin izleri niye rahatsız etsin ki beni?
Yaşadıklarından hoşnutsuz ve pişmanlıklar yaşayan insan bu kırışıklıklardan
kurtulmak ister gibi geliyor bana.
Kremdi, maskeydi, kaynatılmış-demlenmiş-bekletilmiş ottu
çöptü derken sunulan çözümlere bir de yüz yogası eklenmiş. Diyorlar ki:
“Gözleri tamamen açın. Başparmağınızı gözün kenarına, kaz ayakları dediğimiz
bölgenin üstüne koyun. Karşıya bakın. Hareketi sabah ve akşam yapın.” Basit,
ama amaç buysa yapmıyorum arkadaş! Ben zaten ömrüm boyunca yüz yogası yaptım.
Bol bol güldüm, şaşırdım, kızdım, öfkelendim. Ruhunun dışa vuruşlarından
rahatsız olanlar yapsın. Dışa vurmayanlarda zaten kırışık falan olmuyor bence.
“Açılmadan iade” minvalinde, doğduklarındaki gibi; cilt gıcır gıcır. Karşımda,
ruhunu yaşarken teslim etmiş gibi duran o kırışıksız yüzler beni rahatsız
ediyor; çünkü zaten duygu da yok, büst gibiler. Kırışıksız bir yüzün gıcırıyla
yaşlanacağıma, yaşamış bir ruhun birikimleriyle donanırım daha güzel.
Ruhum kırışmasın yeter…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
hadi söyleyin bi şeyler :)