Koşup duran zamana kızıp duruyoruz
ha bire, değil mi? Zaman mı koşuyor, biz mi yavaş gidiyoruz, ya da ikisinin
ayarını mı tutturamıyoruz, bilmiyoruz. Bazen bir şekilde o zaman yetmiyor da
yetmiyor, denilip duruyor. Ama öte yandan, sağ olsun Einstein sayesinde
görecelik kavramını öğrendiğimizden bu yana da, biliyoruz ki, zaman, yapılan
işe/birlikte yapılan kişiye/mekâna vs göre bize hep farklı uzunluklarda
görünüyor.
Zaman yönetimi denen bir şey var
artık, bilirsiniz: Plan program dâhilinde ve önceliklerinizi belirleyerek
ilerlemek. Ahkâm kesecekmiş ya da işaret parmağımı sallayarak size ders
verecekmiş gibi göründüğüme bakmayın. Ben de zamanımı şahane yönetiyorum
diyemem. Aynı anda birkaç işe birden parçalanmak benim de başıma geliyor ve
sonunda elde kalan yarım işler beni de sıkıyor. Yalnız bazen kendime kıyak
çekip canımın istediklerini öne çekiyorum.
Benim oldum olası yapılacak işlerin
bir listesini yapmak gibi bir alışkanlığım vardır. Bunlar öncelikli ya da acil
olanlardır. Her birini yaptıkça yanlarına bir tik atarım. Öğrenciyken de hangi
derse ne kadar çalışacağıma karar verir, bir liste yapar, bitince de sonuna
imzamı atardım. Ama o imzayı atmak yok mu! Nasıl bir sevinç ve gururdu benim
için. Hatta ona imza atmak değil, “kasıla kasıla imzayı çakmak” denirdi. Dersleri
bitirmekten çok, o sevinci yaşayayım diye çalışırdım sanki. Ev ve iş hayatı,
çoluk çocuk derken, listeler listelere eklendi. Birkaç kâğıt olacağına, konusu
farklı olanların arasına bir çizgi çekerek yazmalar başladı. Ya da gün içindeki
sırasına göre dizilir oldular. Arada listenin tümden kaybolma sıkıntısı olunca,
minik bir defter edindim. Kadınların çantalarını bilirsiniz; her türden şey
çıkar. Baktım ki o kargaşada defteri de zor buluyorum, bıraktım. O sırada cep
telefonları imdadıma yetişti. Telefonun ekranına bir post-it ayarı yapıp
döşüyorum ama orası da yetmiyor. E o zaman bu telefonun bir de hatırlatma ayarı
var deyip, gün-saat-konu ayarı yapıp, vakti geldiğinde ötsün diye düğmesine
basıyorum.
Şimdi gelelim bu listelerdeki
işlerin hakkını ne kadar verebileceğimize… Bir kere ev ve işle ilgili olanları
sorumluluk damarlarımızın sıkıştırması sonucu en başa yazmak şart oluyor. Ama
yahu, canım bazen listenin en sonundakini nasıl çekiyor, nasıl çekiyor… “Tansaş’a
yarın da gidebilirim,” deyip, o en sondaki maddeye bir sarılıyorum ki, keyfim
tavan yapıyor. Yeri geliyor, cep telefonuma o hatırlatmasını yaptığımda mest
olduğum ayar ötünce, onu da beklemeye alıyorum; ekranda sürekli “beni yap!”
diye görünen bir mesaj kalıyor. Kalsın varsın…
Sorumluluklar zincirinin halkalarını
zorlamadıkça, biraz da yaşım gereği sanırım, listeleri sırasını çok da takmadan
izler oldum. İllede tamı tamına o saniye yapılması gerekmeyenleri geciktirince
hiçbir şey olmuyor. Hatta bu şımarıklıkla yapılan işlerden gelen hayır daha da
büyük oluyor. Bu sayede artık listelerimden korkmaz oldum. Zamanı kullanmanın
kılavuzunu kendime göre yazıyorum. Abuk sabuk işler türetmeden, altından
kalkılabilecek ve zamanlamasını kendinize göre yapacağınız planlamalarla her
şey pek de güzel yapılabiliyor. Sevilen bir işi yaparken koşan zamanın,
sevilmeyen bir işi yaparken ağır çekime girmesine de can sıkmamış oluyorum.
Çünkü önce sevdiğim işi yaparsam, sevmediğimi yapmaya da motive oluyorum. Ya da
tersi de olabilir; sonradan zevkle yapılacak olan iş kendinize bir hediye gibi
olabilir. Canınız nasıl çekerse. Zaman yetmiyor, diye üzülmeyin, hayat hiç de
kısa değil; zoraki yapılan işler yüzünden kaybedilen zevktir hayatı kısaltan.
Yeter ki araya zevkli olanları serpiştirin. Mükemmeliyetçilikten dolayı kimseye
madalya verilmedi şimdiye kadar. Kendi kendimize verdiğimiz madalyadan
değerlisi de yok zaten. Hadi şimdi gidin bir Türk kahvesi için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
hadi söyleyin bi şeyler :)