28 Ocak 2013 Pazartesi

BEN ZAMANIN DEĞİL, ZAMAN BENİM KÖLEM OLSUN




Koşup duran zamana kızıp duruyoruz ha bire, değil mi? Zaman mı koşuyor, biz mi yavaş gidiyoruz, ya da ikisinin ayarını mı tutturamıyoruz, bilmiyoruz. Bazen bir şekilde o zaman yetmiyor da yetmiyor, denilip duruyor. Ama öte yandan, sağ olsun Einstein sayesinde görecelik kavramını öğrendiğimizden bu yana da, biliyoruz ki, zaman, yapılan işe/birlikte yapılan kişiye/mekâna vs göre bize hep farklı uzunluklarda görünüyor.
Zaman yönetimi denen bir şey var artık, bilirsiniz: Plan program dâhilinde ve önceliklerinizi belirleyerek ilerlemek. Ahkâm kesecekmiş ya da işaret parmağımı sallayarak size ders verecekmiş gibi göründüğüme bakmayın. Ben de zamanımı şahane yönetiyorum diyemem. Aynı anda birkaç işe birden parçalanmak benim de başıma geliyor ve sonunda elde kalan yarım işler beni de sıkıyor. Yalnız bazen kendime kıyak çekip canımın istediklerini öne çekiyorum.

Benim oldum olası yapılacak işlerin bir listesini yapmak gibi bir alışkanlığım vardır. Bunlar öncelikli ya da acil olanlardır. Her birini yaptıkça yanlarına bir tik atarım. Öğrenciyken de hangi derse ne kadar çalışacağıma karar verir, bir liste yapar, bitince de sonuna imzamı atardım. Ama o imzayı atmak yok mu! Nasıl bir sevinç ve gururdu benim için. Hatta ona imza atmak değil, “kasıla kasıla imzayı çakmak” denirdi. Dersleri bitirmekten çok, o sevinci yaşayayım diye çalışırdım sanki. Ev ve iş hayatı, çoluk çocuk derken, listeler listelere eklendi. Birkaç kâğıt olacağına, konusu farklı olanların arasına bir çizgi çekerek yazmalar başladı. Ya da gün içindeki sırasına göre dizilir oldular. Arada listenin tümden kaybolma sıkıntısı olunca, minik bir defter edindim. Kadınların çantalarını bilirsiniz; her türden şey çıkar. Baktım ki o kargaşada defteri de zor buluyorum, bıraktım. O sırada cep telefonları imdadıma yetişti. Telefonun ekranına bir post-it ayarı yapıp döşüyorum ama orası da yetmiyor. E o zaman bu telefonun bir de hatırlatma ayarı var deyip, gün-saat-konu ayarı yapıp, vakti geldiğinde ötsün diye düğmesine basıyorum.

Şimdi gelelim bu listelerdeki işlerin hakkını ne kadar verebileceğimize… Bir kere ev ve işle ilgili olanları sorumluluk damarlarımızın sıkıştırması sonucu en başa yazmak şart oluyor. Ama yahu, canım bazen listenin en sonundakini nasıl çekiyor, nasıl çekiyor… “Tansaş’a yarın da gidebilirim,” deyip, o en sondaki maddeye bir sarılıyorum ki, keyfim tavan yapıyor. Yeri geliyor, cep telefonuma o hatırlatmasını yaptığımda mest olduğum ayar ötünce, onu da beklemeye alıyorum; ekranda sürekli “beni yap!” diye görünen bir mesaj kalıyor. Kalsın varsın…
Sorumluluklar zincirinin halkalarını zorlamadıkça, biraz da yaşım gereği sanırım, listeleri sırasını çok da takmadan izler oldum. İllede tamı tamına o saniye yapılması gerekmeyenleri geciktirince hiçbir şey olmuyor. Hatta bu şımarıklıkla yapılan işlerden gelen hayır daha da büyük oluyor. Bu sayede artık listelerimden korkmaz oldum. Zamanı kullanmanın kılavuzunu kendime göre yazıyorum. Abuk sabuk işler türetmeden, altından kalkılabilecek ve zamanlamasını kendinize göre yapacağınız planlamalarla her şey pek de güzel yapılabiliyor. Sevilen bir işi yaparken koşan zamanın, sevilmeyen bir işi yaparken ağır çekime girmesine de can sıkmamış oluyorum. Çünkü önce sevdiğim işi yaparsam, sevmediğimi yapmaya da motive oluyorum. Ya da tersi de olabilir; sonradan zevkle yapılacak olan iş kendinize bir hediye gibi olabilir. Canınız nasıl çekerse. Zaman yetmiyor, diye üzülmeyin, hayat hiç de kısa değil; zoraki yapılan işler yüzünden kaybedilen zevktir hayatı kısaltan. Yeter ki araya zevkli olanları serpiştirin. Mükemmeliyetçilikten dolayı kimseye madalya verilmedi şimdiye kadar. Kendi kendimize verdiğimiz madalyadan değerlisi de yok zaten. Hadi şimdi gidin bir Türk kahvesi için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

hadi söyleyin bi şeyler :)