Ben, bana "nasıl gidiyor?" denmedikçe kendimi pek anlatan biri olamadım hiçbir zaman. Dense de üstünkörü geçtiğim olur; sorana göre değişir. O kişinin sorduğu konuya gerçek ve samimi ilgisine göre, verdiğim cevapların kelime sayısı farklıdır. Merakının niteliğini, o konuya dair ilgi ve alt yapısını düşünmeden edemem. Laf olsun diye sorduğunu ya da aslında çok da ilgilenmediğini hissediyorsam, iki üç cümlelik cevaplar verir, ne kendimi ne de onu sıkmak isterim. Bazıları da alt yapısı olmasa da, özünde gerçekten de merak ve ilgi içinde olur. Onlara cümle sayısını artırırım ve naçizane bilgi olabilecek ya da bir ufuk açabilecek şekilde geri dönerim. Neyin nasıl gittiğinin sorulmasına da bağlı tabii. Burada sözünü ettiğim konular, benim yazmaya ve tiyatroya olan ilgilerimdir.
Yıllardır yazmama ve oynamama rağmen, bir yanım hep utanmıştır. Bunların değerli olduğuna hiç şüphem olmadı. Ama sıra dışı olmalarının, başkalarında uyandırdığı tepkilerinden de çekinmişimdir. Sonuçta evli barklı, çoluklu çocuklu ve meslek sahibi biri olarak, "bunlar da ne acayip uğraşlar, yapacak başka şey mi bulamamış" ya da "bunlarla uğraşırken, evini de ihmal ediyordur" gibisinden iç sesler bana malum olur. Kimseye de ne bunları savunmak, ne de evimin-işimin işlerini hiç de aksatmadığımı kanıtlamak isterim. Bir yanım aptalca eziklenirken, başka bir yanım cesurca diklenir. Utanılacak bir iş yapmadığıma olan inancımda yalnız olmadığımın ve evimi-işimi ihmal etmediğimin en sağlam kanıtı, ev halkımın bana verdiği destektir. Bu da bana yeter aslında. Ama yine de her daim ev halkımla dolaşmadığıma göre, yalnızken ruhumun bir yarısı köşeye siner, diğer yarısı Don Kişot gibi doludizgin koşar (Ruhum bir Mona Lisa).
Şimdiye kadar kimse yüzüme karşı olumsuz bir şey söylemedi. Fakat hissederim; gözlerden, nefes alışlardan, dudağın bir hareketinden, anında başka konuya geçişlerden... "N'apıyor bu kadın ya?" halleri. Öte yandan bir de, takdir ederken aynı anda içi götürmeyenler vardır. Kimileri de gıpta ederken, kendine kızar: "Benim niye hiçbir şeye ilgim yok?" diye söyler de samimice. Kimileri ise anında sözümü kesip, kendi niyetlerini saymaya başlar: "Yeni bir dil öğrenmek istiyorum, mesela Rusça. O arada bir müzik aleti çalmayı da öğrensem diyorum". Eveett!! Yapın lütfen!!
Evinizden, işinizden, eşinizden ne kadar memnun olsanız da, hiç memnun olmasanız da, bilmiyor musunuz ki aslında yalnızız şu dünyada? Biz iyisek, her şey iyi oluyor. Tersi de geçerli; hayatımızı birlikte geçirdiğimiz ailemiz veya arkadaşlarımız da aynı mantıkla yaşayınca, bize de iyi gelmiyorlar mı, o hesap. Önce kendi ruhumuzu beslersek, çevreyi doyurmamız da daha sağlıklı oluyor. Bunu herkes yaparsa, birbirimize ayna olup, gülümseyen ruhlarla karşılıyoruz birbirimizi. Fitneyle, fesatla, dedikoduyla beslenen ruhları, hormonlu gıdalar yüzünden hasta olanlara benzetiyorum. Her ne kadar çok önemli olsalar da, sadece çocuklarımız, yaptığımız yemekler, yaptığımız alışverişlerle bezeli sohbetlerden bunalıyorum.
Yaşlanmaktan korkar oldum, son yıllarda. Elimin ayağımın tutmayacağı zamanlardan... Sokak sokak gezen biri değilim aslında. Demek istediğim, evimde çok daha fazla zaman geçirmek zorunda kaldığım yaşlar gelince, kendimi oyalayabileceğim ve zaten bana çok yakın olmuş uğraşlarım olmalı. Oturduğum yerde yapabileceğim, yarenlik edebileceğim... O zaman tabii ki tiyatro olmayacak hayatımda. Yazmaya, ya da hiç olmazsa okumaya devam edebilmek isterim. Yazamıyorsam, minik bir ses kayıt cihazına kayıt yaparım belki de.
Pencere önüne konuşlanmış bir koltuk, belki dizlerimde bir küçük şekerleme örtüsü, yanımdaki sehpada sıcak ve ballı bir ıhlamur, ocakta yağsız-tuzsuz bir tarhana çorbası, düzenli aralarla almam gereken tansiyon hapları, geceleri uyku tutmadığı için ara ara aldığım bir uyku hapı, eksik uykular nedeniyle koltukta basan ağırlıkla başın düşmesi, az şekerli bir Türk kahvesi, torunlar gelirse diye sarılmış yapraklar, naftalin kokusu, boyamaya artık ihtiyaç duymadığım bembeyaz saçlarım... Kim bilir belki de kaşlarım bile dökülmüşse, yan yamuk çizdiğim kaşlarım olur. Apartman toplantılarında kaloriferin yeterince yanmadığından şikayet eder, kapıcının saat başı uğramasını isterim; maksat hareket olsun diye.
Pencere önündeki koltuğa oturup zaman zaman, annemi-babamı-ablamı, eşimle evlendiğimiz günü, çocuklarımın bebekliklerini, okul zamanlarını, mesleki koşuşturmalarımızı, borçlara girmelerimizi, ödemeleri bitirme sevinçlerimizi, eski bir aşkı, nelere anlamsız yere üzüldüğümü, ne basit şeylerle nasıl da mutlu olduğumu, kimlere kırıldığımı, "acaba şimdi n'apıyor?"ları, hak etmeyenlere gösterdiğim anlayış ve sabırları... düşünürüm. O zaman kaleme almak isteyeceklerim bunlar mı olur acaba? Bunları yapabilmemin öncelikli iki koşulu var: 1- Hafızayı tekletmemiş olmak. 2- Bedenen de sağlıklı olmak.
Demem o ki, sadece bu yaşlarımızda değil, ileride de oturduğumuz yerde yapılabilecek ve bünyemizin artık ayrılmaz parçası gibi olmuş, sonradan eğreti bir şekilde iliştirilmemiş uğraşları alışkanlık edinmeli. "Benim hiçbir hobim ya da ilgim yok" deyip duran bir arkadaşım var; üstelik yıllardır. Hem inanamıyorum hem de üzülüyorum.
İçime yerleşip beni rahat bırakmayan bu okuma-yazma arzusu için nasıl şükrediyorum... Hâlâ büyük bir enerji ve istekle koşturduğum tiyatro sevdama nasıl şükrediyorum... Ruhum her daim "yanıma kâr kalmış zevklerimi" de taşıyor olacak.
Bırakın benim "nasıl gidiyor" olduğuma kafayı takmayı.
Beni anlamayarak kaybetmeyin vaktinizi. Asıl anlamadığınız ben değilim ki.
Bana yapmacık ilgi göstermeyi ya da hiç ilgilenmiyor gibi rol kesmeyi de bırakın. Asıl ilgilenmediğiniz ben değilim ki... İçinizi öksüz bırakmışsınız, ağlıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
hadi söyleyin bi şeyler :)