1996 yılının filmi olmasına rağmen, basiretim mi bağlanmıştı,
üzerine çok da düşmemiş miydim, “nasıl seyredeceğim?” diye dert edip oturup
kalmış mıydım bilmiyorum, sonunda dün “Trainspotting”i izledim. Filmin zaten
kült olmasının arkasına sığınıp, kalkıp filmle ilgili sinemasal yorumlara
girmeyeceğim; bilenler bilir, daha ne diyeyim ki ben bu filmle ilgili? Zaten
bana da düşmez. Bana düşebilecek ancak “bunca yıldır izlememiş olmama yazıklar
olsun!” diye hayıflanmaktır. Devamında benim diyeceklerim başka…
Eroin bağımlısı gencin iç sesleriyle donanmış bu film, satır
aralarında insana nasıl da ışık tutuyor. İzlerken üşenmeyip not aldığım birkaç
cümle içinden seçtiğim bir tanesi üzerinden yazacağım bu yazıyı:
“Sonunda bir iş bulmuş, kendimi kendime saklamıştım.”
“Kendini kendine
saklamak”
Uyuşturucu bağımlısı birinin ruh halleri kabaca da olsa
zaten malumumuzdur. Yeni bir sayfa arayışı ve normal (!) insanlar gibi bir
hayat sahibi olma gerekliliği/arzusu altında, kendini kendine saklamak istemesi
anlaşılır bir tavır. Yaşadığı yerden uzakta, tanınmadığı bir coğrafyada,
“temiz” olarak bir hayata başlama cesaret ve iradesini gösterdiğinde, geçmişini
kimsenin bilmesini istememesi de öyle. Ama bunu bağımlı olmayan bizler de
istemiyor muyuz bazen?: kendimizi kendimize saklamayı.
Buna gerekçe yaratan koşul ya da insanlardan kaçmak adına
kendi kuytumuza sığınmıyor muyuz? Beklentiler, hesap sorulmalar, açıklama
beklenmeler, “niye’ler, nasıl’lar, ne zaman’lar, kimle’ler” hepimizi boğmuyor
mu zaman zaman? Vıcık vıcık ilişkilerin, her şeye hâkim olma taleplerinin
altında ezilip, “bir rahat bırakın ya!” diyesimiz gelmiyor mu? Bunu talep etme
hakkına sahip olmayanları geçtim, olanlar dahi sorunca “sana ne?” demek
istemiyor muyuz? Her hücremize sahip çıkma tutkunlarının fırlattığı kementlerin
ipini hızla çekip, o iple onları ilelebet bağlamak gelmiyor mu içimizden?
Kendine güvensiz, bağımlı, kendinden bihaber insanların, bu
arazlarını başka insanlar üzerinden tamir çabasının mağduru olmak bu… Kendi
yetersizliğini başkası üzerinde tahakküm kurarak bastırma bilinçsizliğinin sahte
hükümranlığı bu…
Hadi diyelim ki, bu halinin farkında; bu defa da korkaklığı
ön plana çıkar. İnsanın kendini kendine saklama hürriyetini anlasa da anlamasa
da, o kendi hezeyanlarının esiri olmaktan kurtaramaz kendini. Ve bu noktada
saklanmak kaçınılmaz ve yerden göğe hak olur, özgüven sahipliğinin tapusu
teslim olunur.
Bir de şöyle olanlar vardır: Dışarıdan müdahale olsun
olmasın, kendini kendine saklayanlar. Bu insanlara, o yukarıdaki ‘vıcıkçılar’
hiç bulaşmazlar. Kendi dünyasının içinde kendince mutlu olduğunu düşünmesi
yeterlidir. Sosyalleşmenin gereksizliğine olan, hafif hastalıklı
diyebileceğimiz halleri, onu rahatsız etmez. Çizdiği sınırlar ve ördüğü
duvarlar dâhilinde kendini sevmek yeter ona. Ha buna da tümüyle “sevmek”
diyemeyiz. Sadece kendiyle olma aşkının altında bir patoloji de aranabilinir.
El netice:
Kendini kendine saklamaya mecbur bırakılma durumunda,
saklanmaya neden olanların sorgulanması gerekir.
Kendi arzusuyla saklayanlar ise, saklaması yüzünden
olacakların sonucunda, kendini sorgulaması gerekir.
Her iki türün de dozunu ayarlayabilecek bir şakul
tutturabilene ne mutlu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
hadi söyleyin bi şeyler :)