28 Mayıs 2013 Salı

ANLAMA CESARETİ


Bir seminerde, ünlü yazarlarımızdan biri: “Edebiyat, roman, kendine benzemeyen insanları anlamayı öğretir,” demişti. Çok doğru ama bence eksik: Aynı zamanda kendini tanımayı, anlamayı ve irdelemeyi de.
Günlük hayat içinde yaşadığımız, konuştuğumuz, tepki verdiğimiz şeyleri düşünmeye, ne zamanımız ne de farkındalığımız yeter. Bunların içinden ancak o an için işimize yarayanları çeker çıkarır, yolumuza devam ederiz. Bir zaman bulup ya da yaratıp kendimizle kaldığımız anlarda kaçına kafa yorabiliriz ki? “Oturup kukumav kuşu gibi her birini düşünün, kafa patlatın, aman ha sakın es geçmeyin!” önerisinde bulunmam mümkün değil zaten. “Hatta yapmayın” diyorum size. Sadece sanata vakit ayırın, diyorum size. Roman, şiir, deneme, anı kitapları, sinema/film, tiyatro… Canınız ne çekiyorsa, hangisine daha yakınsanız. Mutlaka kendinize ve etrafınıza dair ipuçları yakalayacaksınız.
Bir roman ya da deneme kitabı içinde yazılanlarla ve karakterlerle özdeşleşebildiğiniz oranda, hem kendinize hem size benzeyen/benzemeyen insanlara ulaşacaksınız. O yazılanlardaki karakterler de anlaşılmayı beklerler. Gerçek kahramanlar da olsalar, hayalî de olsalar, bunu bizden istediklerini bilmeden, biz de onları anlamayı ve içlerinde kendimizi yakalamayı isteriz. Yazarın kendi gözlem ve kurgusundan demlenerek bize sunduğu dünyada, kendimize bir yer bulmaya gönüllüyüzdür. Belki de bu özdeşleşmeyi yaşayamadığımız kitapları, tam da bu yüzden ya zorla okuyoruzdur ya da yarım bırakıyoruzdur. Çünkü bilinç, içiyle de dışıyla da hep bir merak halindedir ve hem kendimizi hem etrafımızı kovalar durur. Bulduğumuz zaman da seviniriz/şaşırırız, yazarına bağlanırız, karaktere ısınırız.
YA DA; hiç bilmediğimiz konular ve yaşamlar içindeki karakterleri okuyarak, onları anlamaya başlarız. Kesin bir kural olarak söyleme iddiasında bulunamam ama daha çok okuyan/izleyen insanların, gerçek hayattaki insanları anlama başarısı daha yüksektir. Tabii ki okuduklarından manevi kazançtan çok, okuduğu kitap sayısını artırmak hedefi güdenler ayrı: onlara bir ‘skorboard’ veya tebeşir hediye edelim de çetelesini iyi tutsun.
Örneğin, bir katili, zimmetine para geçiren birini, eşini aldatanı, çalıp çırpan bir hırsızı, çok çalışmaktan ailesine zaman ayıramayanı ya da bir uyuşturucu bağımlısını anlamayı/tanımayı çok da düşünmeyiz. Ama okuduklarımızda/izlediklerimizde bu karakterlere yaklaştıkça, onları benimsediğimiz, hatta hak verdiğimiz hiç mi olmadı? Gerçek hayatta hiç merak etmeyeceğimiz, belki bucak bucak kaçacağımız birinin benzerini bir romanda anlamaya çalışmaktan çekinmeyiz. Bu da başkalarını anlamak için bir vesile, kendi sınırlarımızı genişletmek ve duvarlarımızı kırmak için bir fırsat olabilir. Bir hırsız ya da katili vs bağrınıza basın demek istemiyorum tabii ki; bunlar sadece, kendimize ve çevremize giden yoldaki çalı çırpıyı elemeyi, ışığı artırmayı ve biraz daha ayırt edici bir gözle bakmayı sağlayacaktır. 
Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza"sındaki baş kahraman Raskolnikov, bir katildir. Onun psikolojisine tutulan büyüteçle, işlediği cinayet için neredeyse "eline sağlık" diyesiniz gelir. Size sunulan analizlerden varacağınız sentezlerle, siz artık aynı siz olamazsınız. Bir katilin ruh halini anlayarak kötü bir insan da olmazsınız. Yeni bir bakış açısı ve ufuk sunmamış olabilir. Bazen bildiklerimizin onaylanması da iyi gelir. O karakteri anlamaya çalışırken, onun gibi düşünmeye çabalarken, ciddi bir empati mesaisine girmişsinizdir. Sonunda onun cephesinde ya da karşı cepheden çıkmak, fark etmez. Bilmediğiniz birini yakından tanımış olursunuz. Hangi kültürün ya da ülkenin karakteri olduğunun da, bir yerden sonra önemi yoktur. Goethe'nin de dediği gibi: "Amerikan edebiyatı, Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı diye bir şey yok. Sadece o dillerde yazılmış eserler var. Çünkü hepsi insanı anlatıyor." 
Edebiyat, tiyatro, resim, müzik, sinema… Sanat, gerçek hayattan daha gerçek ve cesurdur. Eser sahibinin imgelem, yaratıcılık, birikim, beceri ve cesareti çerçevesinde bilemeyeceğimiz yaşamlara girerek, önce kişisel sonra çevresel tanıma haznemiz gelişir. Eseri yaratanın hayal, gözlem, ikna ve inandırıcılık gücü oranında çapımız genişler. Kendine ve çevresine değer veren herkesin bu yola çıkması gerekir. Bunlarla yüzleşecek cesaretiniz, bu tanımayla baş edecek gücünüz oranında sanata yaklaşır ya da uzaklaşırsınız. Yaklaşamayanları, yaklaşıp da vazgeçenleri, “vakti olmayan insan” olarak değil, ancak “korkak” diye nitelendirebilirim.
Geldiğimiz gibi gitmemek adına, kişisel evrimimizi gerçekleştirmek yolunda devrimden korkmamak,
Kulaktan dolmaların esaretini kırma cesaretini göstermek,
Bir hayal ürünü içinde yakalanabilecek çok büyük bir gerçeğin ışığında aydınlanmak.
Kendini bilmek ve bulmak, her şeyden vazgeçmek değildir.

5 yorum:

  1. şükür odun değilim diye sevindim

    YanıtlaSil
  2. zaten çok az blog okuyorum, onları da okuyorum, aşkolsun

    YanıtlaSil
  3. Tek geçerim... Suat Merdane

    YanıtlaSil

hadi söyleyin bi şeyler :)