
Nevay-1 devamı
Ben bir beden öğretmeniyim. Çalıştığım özel okulun aynı zamanda yüzme takımının antrenörlüğünü yapıyorum. Eskiden okulların sınırlı imkânlarıyla zar zor zevkine vardığım mesleğimin en güzel dönemlerini yaşıyorum; maaşım da iyi haliyle. Gerçi zengin velilerin ve onların şımarık çocuklarının kaprisleriyle baş etmek gibi bir zorluğu var bu işin de. Sınav ya da kağıt okumak gibi dertlerinin olmadığı bir branş… Dolayısıyla bu zorlukların sıkıntısını da okulda bırakabiliyorum. Daha önce çalıştığım taşra okullarındaki öğrencilerin eşofmansız veya spor ayakkabısız hallerine çok üzülürdüm. Şimdiyse bu Fransız kökenli okula devam edebilme şansına sahip öğrencilerimin birden çok eşofmanı ve spor ayakkabıları var ve hepsi de marka. Benim de gelirim arttığı için, kendim de marka giyiniyorum artık. Ne de olsa, öğrencilerimden ve onların şık velilerinden geri kalmamalıyım, değil mi? O yüzden seçkin spor mağazalarını çok iyi öğrendim.
Yüzücülerim için gözlük almak üzere Kemeraltı’na gittiğim o gün Ender’i göreceğim aklımın kıyısından bile geçmedi. Mağaza mağaza dolaşmaktan yorgun, sıcaktan ter içinde ve bir an önce eve dönmek adına aç kaldığım için halsiz, Konak vapur iskelesine doğru yürüyordum. İzmir’in her yıl baharı yaşamadan aniden bastıran ilkyaz sıcağına henüz uyum sağlayamamıştım. Yorgun olmasam Mennan’da bir limonata içmek hiç fena olmazdı. Sonradan düşündüğümde, iyi ki gitmemişim oraya, diyecektim. Yoksa anlık farklarla değişen kaderlerin bir örneğini benim de yaşamam mümkün olmayacaktı. Zaten bir an önce eve gitmeliydim; ayrıldığım eşimin oğlumuzu alma günüydü ve ben onu evden çıkmadan görmek istiyordum. “Umarım bu defa bir tartışma olmadan gider gelir” diye kendimce dua ederken, adımın çağırıldığını duyar gibi oldum. Bir film karesinde olsam, yönetmen o anı, eminim ki yavaş çekimde kaydetmek isterdi ve çekim planları aynen şöyle olurdu:
Dar kot pantolonlu, yarım kollu penye tişört’lü ve spor ayakkabılı, yaşı 40’a yakın, kumral uzunca saçlı, kısa boylu kadın, omzunda çantasıyla dalgın dalgın yürüyor.
Kadından yaklaşık 50 metre ötede, spor giyimli, yaşı 40’ın üzerinde, kumral, alnı hafif açılmış, dinamik görünümlü adam hızlı adımlarla yürüyor.
Birbirlerine doğru yürüdüklerinden habersizler. Mutsuz görünüyorlar. Biri Alsancak dolmuşuna, diğeri Karşıyaka vapuruna doğru ilerliyor. (Yavaş çekim başlasın):
Adam bir anda, emin olamadığı ama çok tanıdık gelen birini fark ediyor. Yaklaştıkça netleşen yüz hatlarında geçmişini yakalıyor. Kokusu ve dokusu tanıdık bir yüz bu. Gözleri büyüyor, dudakları hayret ve sevinçle aralanıyor, kalbi şaha kalkıyor. Seslenip seslenmemekte ettiği tereddüt uzun ömürlü olmuyor ve: “Nevay?!”
Kadın yerin yedi kat altından çıkarcasına dalgın bakışlarla başını kaldırıyor. Adının seslenildiği yönü arıyor. Boş bakan gözler, sırayla, ciddi (tanıdı), şaşkın (olamaz!), gülümsemeyle kısık (sevindi), teki küçük (intikam saati) ifadelerden geçiyor.
Film çekimi burada bitsin, çünkü nasıl hissettiğimi anlatabilmeliyim ki, hikâyemin sonuna kadar haklılığım devam edebilsin.
Bir zaman makinesine girmiş gibi ya da ölüm anı gibi, Ender’li geçmişimin tüm ana hatları süzüldü önümden. Sanki bunca yıl boyunca bıçak gibi bilenen ben değildim. Böyle bir rastlantıya hazır olmadığımı fark etmem bir yana, ilk yüz yüzelikte bu kadar uslu hissedeceğime ihtimal vermezdim. Sonradan, bu halimin tek nedeninin düştüğüm hayret olduğunu anlayacaktım.
1984 Aralık’taki son ve hüzünlü görüşmemizin ardından bu ilk karşılaşmamızdı. Onun da gözlerinde eski ışığı kalmamıştı. Olgun duruşunun ve görünümünün altında hayatını asılacak nedenler bulma gayretiyle sürdürmeye çalışan biri vardı; ya bana öyle geldi, ya da ben öyle anlamak istedim. Onun aciz olmasını diliyordum, ki ağımda debelenmesin, can çekişmesin, hemen teslim olsun. O bana bakınca bende gördüklerini sezmek çok kolay olmadı. Nelerden geçmiş olabileceğimi tahmin eder bir havası yoktu açıkçası ama beni görmekten haz aldığı belli oluyordu. Elime kartvizitini tutuşturana kadar geçen kısa süre içinde, ne konuştuğumuzun ayırtında değildim. Otomatiğe bağlanmış gibi bildik cümleler sıralıyordum. Sanırım, ben de ona numaramı verdim. Terim buz gibi olmuş, ürpermeye bile başlamıştım. Aklımda kalan ve belki de işime geldiği için unutmadığım tek sözü: “bir gün gel de, bir kahve içelim” oldu. Dışımdan “teşekkürler, gelmeye çalışırım” diyen ben, içimden “deli misin, kendimi hazır hissettiğim ve cesaretimi topladığım ilk anda arayıp geleceğim” diyordu.
15.20 vapuruna koşarak son yolcu olarak bindiğimde, atmosfer ve hatta dünya değiştirmiş gibiydim. Yıllardır hazırlandığı üç kişilik oyununu, sonunda sahneye koyabileceği koşulları elde etmiş emektar bir oyuncunun “beklediğime, sabrettiğime ve yılmadığıma değdi” huzuru içindeydim.
Kalp atışlarım ve tansiyonumun normale dönmesiyle hemen bir çay aldım. Güvertede tatlı bir imbat esintisi eşliğinde şekersiz çayımı içerken, gözlerim karşımda oturan adama kaydı. Elli altmış yaşlarında, mütevazı giyimli, dinç görünümlü ve bende asker emeklisi izlenimi uyandıran adamın bana şaşırarak baktığını fark ettim. Kendime onun gözleriyle bakmayı denediğimde, dudaklarımdaki gülümsemenin nasıl da yayılmış olarak kaldığını anladım. Adama göre, bir başına çay içerken bu kadar gülümseyebilen biri normal olmasa gerekti. Bense anormalliğime bir yenisini daha ekleyip, bardağımı ona doğru kaldırdım ve şerefe yaptım.
Yalan da olsa umut, kim inkâr edebilir, gerçek ve var olması halindeki gücünü? Umutsuzluğu, sadece ölümün önlenemez gelişine saklamaktan yanayım.