Sırf yeniden yazma disiplini kazanayım diye yeniden buraya yazmaya başlayabilirim. Başlamayabilirim de. Kim bilir... Ben bilmiyorum.
Kurgu yazmalısın, diyenlerin ve bu konuda öğrendiklerimin yüzü suyu hürmetine, buraya yazmadığım zaman zarfında, kafadan atmaca (kısaca kurgu) çalışmalar yaptım, bi karar yazdım. Kimisi çok bağladı beni kendine; müptelâsı oldum yazarken. İşe yarayıp yaramaması umrumda olmadı. Ben yazmanın kendisini sevdim. Kurgunun önce benim yarattığım ama sonra kendini yaratan sürprizli ilerleyişine vuruldum. Karakterlerin alıp başını gidişlerini, parmaklarımı klavyedeki tuşlara tıktıklatılışlarında gördüm. Ben kâtip oldum onlara. Ne isterlerse yaptım diyemem ama epey bir oynattılar beni parmaklarında. Akıntıya kapılmaya gönüllü oldum. Bakalım bugün neler yazdıracaklar bana diye merak ettim durdum. Kimisi ise hiiiç ilginç gelmedi. Sıktılar beni. Offf uğraşamam sizin dertlerinizle dedirttiler ve ekranda küstürdüm onları. N'apayım iyi bir yaratıcı olamadıysam onlara... "Bir filmi kendiniz yazarak izlemek" diye tanımlayabilirim o zamanları.
Hayatım da çok değişti bu zaman zarfında. Yaşadığım her şeyin, benden alınanlar gibi görünenlerinin, aslında bana kazandırdıkları olduğunu olabildiğince kabullenmiş biriyim. Çok şey öğrendim. Çok şey öğrettim. Çok büyüdüm. Daha da büyümeyeceğim ne belli... Büyürüm daha. Öğrenirim, öğretirim. Hayat bu değil mi zaten.
Neyse... Umarım yazmaya devam ederim. Hoşuma gitti. Sanki birkaç sene önce taşındığım ama geri döndüğüm bir eve geldim gibi hissediyorum.
İçimden Çağlayanlar
1 Kasım 2016 Salı
25 Mart 2015 Çarşamba
İZMİR-İSTANBUL-İZMİR tefrika no.3 ve son
Alana dörtte bir gülerek, yarım telaşla, diğer dörtte bir de “oleeey”
tarzında duhul ettim. Valizimi alçak bantlı x-ray kontrolüne sürdüm, ki
kaldırmak zorunda kalmayayım. Bagaja verilecek olması nedeniyle kontuarda
sıraya girmem gerekiyordu. “Uçağım kaçıyor!!” telaşı rolümü kestim ama görevli
sakin olmamı ve yetişebileceğimi telkin etti. İzmir’de alanda kontuarda
karşılaştığım görevli, arkadaşımın oğlu olduğu için valizime “öncelikli valiz”
kartı takmıştı ve ben ona gözüm gibi baktığım için bagajımın yine erken çıkma
ihtimaliyle mutlu oldum.
Bana kala kala 34F koltuğu kalmıştı ama orası benim için bir cennetti
artık. Uçağım beni bekliyordu. Son kontrolde daha kuyruğun başında botlarımı
çıkarıp galoşları giydim. Tüm kuyruğu çizgili spor çoraplarımın üstüne giydiğim
galoşlu ayaklarımla geçtim. Umurum değildi artık. X-ray’den çıksın diye
beklediğim çantam bir ileri bir geri gelip gitmeye başladı. “Nesine bakıyorlar
ki?” derken, görevli bana doğru o şahane aksanıyla “small sprey” dedi. İzmir’de
servisi beklerken yoldan geçen adamın da “have a nice flight” demesi gibi,
tipime bakan turist muamelesini esirgemiyordu benden. “Alla alla ne spreyi ki?”
derken, aklıma biber gazı spreyim geldi. Tecavüz mağduru olmayayım derken,
alanda spreyimi yakalattım. Hâlbuki o sprey hep çantamdadır ve hiç kimse fark
etmediği gibi, ben de akıl etmemiştim çıkarmayı. Canım spreyimi oradaki amcaya
bırakıp ilerledim.
Salona gittim. Her zamanki gibi kuyrukta sıraya girerek uçağı
kaçırmayacağını garantilediğini sanan insanlar yığılmıştı. Tanıdık var mı diye
bakınırken, arkamdan “çıt çıt” diye çınlayan bir ses duydum. Bir döndüm;
kadının biri deliler gibi sakız çiğniyor. Şahane! En kıl olduğum şey! “Bu kesin
bana yakın oturur” dedim. En ağlayan bebek, en pis kokan insan… Hep bana denk
gelir. Çekerim çünkü böyle insanları.
Uçağın tee dibine kadar yürüdüm. Koridor kenarındaki koltuğuma
kuruldum ki çıtçıtlı teyze geldi. Dedim size, gelecekti zaten. Ve arkasında bir
sürü aile efradı. Bir anne, bir baba ve iki boy çocuk; biri 7-8 aylık, biri 7-8
yaşında. Hayatta duymadığım bir dilde konuşuyorlardı; Arapça kökenli ucubik bir
dilin Macarca bir aksanının Nepalce bir lehçesiydi zannımca. Çok da
konuşkandılar. Yerleri bir türlü beğenemediler. Kim nereye otursun diye fikir
teatileri sonunda, bir anne, kucağında bebek ve diğer çocuk benim yanımdaki
koltuklara geçti. Çıtçıtlı teyze arkama, baba da diğer taraftaki orta koltuğa. Bebek
oturduğu gibi koltuk arkalarındaki PVC’li kartı alıp kafama çaktı. Sonra bir de
eliyle pat pat yapmaya başladı. Çocuk delisi olmama rağmen sinirler laçka,
kaldırmıyor. O sırada jet sosyete bir teyzenin yerini bir başkasına da
verdikleri ortaya çıkınca, yerin sahibi delikanlıyı öne aldılar, jet-sos
teyzeyi oturttular. 10 dakika sonrasında, artık yeni bir samimiyet kuracak
halim kalmamış olan hostesi dürttüm; mümkünse beni başka yere, hatta acil
çıkışı bile olabilir, almasını rica ettim. Bakayım dedi; 3 dakika sonra el etti
kalktım. Bebeğin babasına “buyurun böyle” mimikleri yaptım. Bin tane teşekkür
etti garibim, sandı ki onlar için gidiyorum. İyilik yap, denize at demişler di
mi ama! Arkama bakmadan uçağın önlerine koştum; zaten bakacak fazla bir arka da
yoktu. Hostes bana acil çıkış kapısının önünde nur topu gibi bir koltuk
ayarlamıştı. Ana! Bir gittim, demin yerini jet-sos teyzeye vererek, o
kalabalıktan kendini kurtaran delikanlı da orada. Konuşmadan anlaştık; “nasıl
da kaçtık ama!” bakışlarımızla selamlaştık. Ve o ne desin?: “this is much better”.
Benden cevap: “kesinlikle!”. Delikanlı şaşkın;
“aa Türk müsünüz?”. Hı hı… Biraz sonra maşadan yeni çıkmış zülüfleriyle bana
Musevi din adamlarını hatırlatan, rimel manyağı ettiği kirpikleriyle gözümü
alan, bol vıcık rujlu, forması darlıktan helak olmuş hostes de yanımdaki yerine
geçti. Olsun varsın, beni mutlu etti ya, istediği kadar makyaja gark olsun (Olmuyo
ama, onların kemerleri bizimkilerden daha fazla ve güvenli; bu konuyu havayolu
şirketlerine sorayım bi).
Delikanlı muhabbet aradı, bulamayacağını belli ettim. Artık 1 saati aşmayacak yolculuklarda tanımadığım
insanlarla iletişime geçmek, dertleşmek, birlikte gülüp ağlamak kızmak, isim
söylemek vs istemiyorum; istiap haddim buraya kadar be çocuum, kotam doldu. Zaten
yol açık ve geciktiğim bir yer yok. O yüzden ilişkimizi zamana bırakalım. Ama o
gene de abisinin helikoptere biniş hikâyesini anlatma ihtiyacı hissetti. Ben hayatta
okuyacak halim kalmamış olan kitabımı kucağıma aldım; hani belki “hımm kadın
işaret verdi, konuşmak istemiyor” diye anlar.
Ohh havalandık. “Hoşça mı kalırsın, n’aparsın İstanbul, ama ne
halin varsa gör ve çocuklarıma iyi davran” diyerek süzüldük. Biraz sonra ikram
başladı. Acayip içim yanmış, kola içesim var. Acayip susuz kalmışım, su içesim
var. Acayip serseme dönmüşüm, kahve içesim var. Hepsini birden isteyemem,
utanırım. O zaman koladan vazgeçmeyi seçtim. Yanına da kek. Delikanlıdan atak: “sandviçleri
de güzel oluyor.” Hı hı… Onun da içi yanmış, iki bardak su içti. Bir 10 dakika
falan susmayı becerebildi ve sonunda: “Siz Ege Üniversitesi’nde mi okudunuz?”
diyerek geri döndü.
“Evet?”
“Ben bilmem kim hocaya ortodontik tedaviye geliyordum. Siz de orada
çalışıyordunuz. Hiç değişmemişsiniz.”
Bir anda ilgimi çekti! J))) “Aaa evet oradaydım. Ben de
bakmış olabilirim size arada, çünkü bilmem kim hoca benim tez hocamdı.”
“Ya işte ben de bir süre taktım telleri ama sonra sıkıldım.” O
arada ağzını göstererek, “bakın şuradan diş çekildi.”
Ben hemen gözlüğümü takıp dikkatle muayeneye başladım. “Aa evet,
yarım kalınca tabii, boşluk kalmış orada. Arka dişlerinize ısırın bakayım. Hımm
ters kapanış var.”
“Devam edemedim, çocukluk işte. Benim teyzem de diş hekimi,
üniversitede ne o hani öğrencilere bakılıyor, orada çalışırdı.”
“Mediko mu?”
“Hah evet, orada.”
“Bir daha bakayım şu kapanışınıza… Üst çeneniz de dar.”
“Evet alt çenem de büyük.”
“Evet, ama önce genişletme lazım. Bu benim tez konumdu.”
“Ben size geleyim mutlaka.”
Bu minvalde bol muhabbetli bir uçuş sonunda, sorması üzerine adımı
ve muayenehane no.mu vermek suretiyle vedalaştık.
Valiz konusuna geri geleyim. Tüm uçak halkı olarak bantlardan
valizlerin geliyor düdüğü çalıp da hareket başlar başlamaz, ilk kimin valizi
çıktı dersiniz? Bu, İstanbul trafiği mağduru ablanızınki!!! Bekleyenlere, “bugünün
şanslısı benim” ukalalığını ilk kez yapabiliyor olmaktan duyduğum gururla,
sanki beni bekliyormuş gibi park etmiş servise doğru süzüldüm ve yola çıktık. Hani
o kısa mesafe vardı ya bizim evle servis arasında (bilmeyenler bir önceki
tefrikayı okusun anacım bi zahmet), hah işte o arayı kont gibi ve kravatlı bir şoför
beyle katettim. Şoför no.7 maceram seninle bitti. Meslektaşlarından çok çektim
ama sen çok yaşa e mi…
Bitti. Hadi hepinize geçmiş olsun J
İZMİR-İSTANBUL-İZMİR tefrika no.2
İstanbul tefrikasına devam:
En son, havalimanı servisine zar zor yetiştiğim noktada kalmıştım.
Otobüsün dışında nefesimin sakinlemesini beklerken, şoför no.6 da diyor ki “bir
an önce binin, dolmak üzere.” Bir baktım uzaktan elde valiz, gelenler var.
Hemen otobüse uçtum, oturdum. Arkamdan gelenlere yer kalmadı. Zaten o son
koltuk benim hakkımdı; olmasaydı da alacaktım, o ayrı. Yanına oturduğum genç
kız, THY hostesi idi; kulaklıkları takmış cıstak cıstak müzik dinliyordu.
Ayrıca her hostes gibi, sanki hayatı hep hostes olarak yaşıyormuş gibi,
dinamik/ temiz/ disiplinli/ asla yorulmaz/ asla uykusu gelmez/ asla acıkmaz bir
görünüm. Yola çıktıktan bir süre sonra, annesi aradı. Ona anlatışından anladım
ki, servis başka yoldan gidiyor: “Ne?? Servis de mi beni kandırıyor?” diye
düşünmedim değil :p Yeni seçtiği güzergahta da trafik felç olmaktan çıkıp,
bitkisel hayata girmiş. Bu trafik zekeratta artık, çağırın papazı,
günahlarından arınsın bari… İyi de ben niye bu ölüme tanık olmak zorundayım
arkadaş? Artık helva yemek istiyorum! Bir süre sonra ben tabii kıpırdanmaya
başladım, öf pöf halleri. E haliyle kıza bulaşmadan edemedim, ne de olsa o
sinirlerini aldırmış bir hostesti ve belki beni gevşetirdi. Yükselen basıncımı
düşürebilir, maskemi önce bana takıp, sonra da artık yanımda olmayan
çocuklarımınkini de yanıma kumanya olarak verebilirdi. Otobüsten açılacak
kaydıraklı hava yastığından ilk önce ben inmek isteyebilirdim. Denize inmek
bile çok daha sevimli olabilirdi. 20 metrelik mesafeyi 20 dakikada alınca,
hostes de kesmedi, şoför no.6’nın yanına gittim.
Ben: “17:00’de alana varır mıyız?”
No.6: “İnşallah”
Ben: (“inşallah” mı??) “Yol niye böyle?”
No.6: “Nevruz kutlamaları nedeniyle sahil yolu kapalı.”
Allah’ım! Bu şehirde, araba trafiğine açık yola “açık” diyorlar.
Peki ya ilerlemeyen trafiğe hangi sıfat?
Hostese durumu bildirdim, isterse tüm otobüse anons etme fırsatı
sundum ama istemedi. Meğer onun da Kiev uçağına yetişmesi gerekiyormuş.
Hangimizin durumu daha vahim diye düşünürken, onunki ağır bastı. Yetişemezse
siciline işleniyormuş. Gecikme durumunu bildirip, anlayış bekleme hakkı da
vermiyorlarmış. O gidemezse, nöbetçi bir dinamik hostes gidiyormuş. Akşama da
geri dönecekmiş. Kiev’i hiç görmemiş. Ama Muhittin amcası İzmir’de olduğu için
İzmir’i bilirmiş. Buralar Balat’mış. Metroyla gidilse zart diye gidilirmiş.
Bir yandan da otobüs sakinlerine bakıyorum; kimsenin telaş ettiği
yok. Yeni evli oldukları alenen belli bir çiftin, kadın olanı, kolunu kocasının
boynundan dolamış, zıt yöndeki kulağını gıdıklıyor, adam öylece duruyor, diğer
elinde de cep telefonu. Kuzey ülkelerindenmiş gibi duran soğukkanlı amcada da
en ufak bir gerginlik yok. Onun önünde bebeğiyle oynayan bir kadın. Diğerleri
sanki şehir turuna çıkmış gibi bakınıyor. Dedim, “herhalde, bu otobüsün kurbanları
biziz ve bize kamera şakası yapıyorlar.” Kameraya el sallamaya ve bunun gerçek
olmadığını duymaya o kadar hazırım ki. O
ne!! Yol açıldı!! Yaşasın! O ne!! Yol gene kapandı!! Olamazzz!! Bunun gibi 4-5
şoklama yaşadık. Hostese, nasılsa geç kalacağımızı, gidip birlikte bir kahve
keyfi yapmayı teklif edecek kadar kaynaştım. O da olmadı, gel benimle İzmir’e,
Muhittin amcanı kolaçan edersin, dedim. Kızcağız habire gülüyor. O güldükçe ben
gülüyorum. İki büklümüz artık. Bir yere geldik, insanlar insanlar insanlar…
Burası ne böyle dedim. Şirinevler dedi. Orası bence İstanbul’un nüfus patlaması
olan yeri. Ama meğerse yakında metrobüs durağı varmış. Haa tamam şimdi oldu,
bilirim metrobüs ülkesinin halkını. Ben artık kendimi tam, “tamam yahu,
napalım, ucuza kapattım diye sevindiğim biletimi uçak şirketine armağan eder,
yeni bir biletle şahane bir kazık yer, eve dönerim” diye sakinleştirmeye
girişmiştim ki, ufukta havalimanının kapısı göründü!! “Daha adını bile
bilmiyorum” romantizmiyle, birbirimize isimlerimizi bağışladık. Sarıldık,
öpüştük. Ne de olsa 1.5 saatlik bir kader ortaklığımız olmuştu. “Evladım
varınca haber et de merak etmiyim” dedim. Kız “cool hostes”likten tamamen
çıkmış bir halde gülmekte. Birbirimizden ayrılmak zor geldi ama mecburuz L Valizimi
aldığım gibi alana girişimi görenler, “bu kadını Gezi Parkı’nın orada da
gördüm, gene koşuyordu” demiş olabilirler, haklılar.
Bundan bir sonrası uçağa biniş ve yolculuk…
İZMİR-İSTANBUL-İZMİR tefrika no.1
İzmir’den İstanbul’a gitmem gerekti acilen ve başıma şunlar
geldi:
1- Ev-Havaş arası taksi: Çok kısa bir mesafe olmasına rağmen
valizle yürümek zor diye taksiye bindim. Şoför no.1, mesafe yakın olmasına
rağmen ve acelem olmadığı halde ben servisi kaçırmayayım diye en kısa yoldan
hızla beni ulaştırmakla kalmadı. "İyi yolculuklar" diledi, valizimi
indirdi bindirdi. Arkamdan bir su dökmediği kaldı (Bu suyun küçük su ile
alakası yoktur. Benden sonra döktüyse de beni ilgilendirmez). Çok yaşa e mi
sevgili şoför…
2- İstanbul'daki Havataş'tan inince bindiğim taksi: Her zamanki gibi "ya fazla dolaştırıp, beni kandırırsa" korkusuyla, ortalıktaki bıçkın değnekçinin, karşı koyamadığım, ona koysam başkasına nasılsa yakalanacağım teslimiyetiyle, bir taksiye bindim. Şoför no.2, her zamanki gibi hangi yolu tercih edeceğimi sordu; çünkü her zamanki gibi "bilmem ne yolu çok sıkışık"tı. Ben her zamanki gibi, "ya acaba alternatif yol hangisidir ki? ben sadece bu yolu biliyorum, aha gene kafalanıcam" paranoyalarına daha fazla dayanamayıp, "bak kardeşim bu İstanbul'un şoförleri beni büyük oranda hep kandırdı, bu defa ifşa ediyorum ki, ben buralı değilim, vicdanına bırakıyorum. Beni en kısa zamanda Akmerkez'in oralara götürürsen sevinirim" demek zorunda hissettim. "Aa öyle mi yaptılar?" dedikten sonrasında, adamla öyle güzel muhabbet ettik ki, şeytanın bacağını kırdığıma inanmalara doyamadım. Hayattan, çocuklardan, İstanbul'dan, İzmir'den, sigara yerine alkolün daha az zararlı olduğundan (ne alakaysa), araba kullanıyorsam hadi şimdi benim direksiyona geçmemden, yeni açılan bir takım AVM'lerden vs vs sohbetin dibine vurduk. Müziğin sesini açıp neşelenmemi sağlamaya çalışması da cabasıydı. İbo çalıyordu ve biz onun ameliyat sonrası hala uyutuluyor olmasını bile irdeledik. Gideceğim yere vardığımda, valizimi indirdi, iyi vakit geçirmemi diledi ve elimi sıktı. Allaam bu nasıl bir İstanbul şoförüydü!! Mutluluktan zıp zıp idim. Ne zamana kadar? Kızıma adamın seçtiği güzergahı ve ödediğim parayı söyleyene kadar. Allah seni bildiği gibi yapsın kalleş şoför…
3- Meslek yemeğine gidiş ve dönüş güzergâhını gayet güzel öğrendiğim için, ruhunu/duygularını/nezaketini zaten aldırmış olan şoför no.3 ve no.4 ile iletişime pek geçmedik.
4- Son gün çocuklarımla son kez buluştum. Şahane geçen zamanımızın sonunda benim Taksim'deki servise yetişmem için bolca zaman hesabı yapmamıza karşın, sahil trafiğinin ayvayı yemişliği yüzünden Rumelihisarı'ndan Taksim'e gidecek taksi bulamamak, ya da bulduğumuz tek taksinin de bizi almaması ile sohbete geçme şansım olamayan şoför no. 5, sana sesleniyorum!: Allah seni de bildiği gibi yapsın!
Bu mesafeyi "yok ya açılır yol" şeklindeki saçma, gereksiz ve fazla naif düşüncelerle ve derin nefesler alarak, yaklaşık 1.5 saatte katettim. Taksim'de indiğim yerden itibaren, servise kadar elimde iteklemekten helak olmuş valizimle bir sprinter gibi uçarak koşmaya başladım. O arada Gezi Parkı'ndan (!) geçerken, benim çektiğim ne ki, diyerek sakinlemeye çalıştım. Servisin kalkmasına 2 dakika kalmıştı. Şoför no.6 ile tanışmam o anda oldu. Adama resmen, benim nefesim sakinleşmeden otobüse binmeyeceğimi ve acele etmemesini söyledim mi, söyledim. Dinledi mi, dinledi.
2- İstanbul'daki Havataş'tan inince bindiğim taksi: Her zamanki gibi "ya fazla dolaştırıp, beni kandırırsa" korkusuyla, ortalıktaki bıçkın değnekçinin, karşı koyamadığım, ona koysam başkasına nasılsa yakalanacağım teslimiyetiyle, bir taksiye bindim. Şoför no.2, her zamanki gibi hangi yolu tercih edeceğimi sordu; çünkü her zamanki gibi "bilmem ne yolu çok sıkışık"tı. Ben her zamanki gibi, "ya acaba alternatif yol hangisidir ki? ben sadece bu yolu biliyorum, aha gene kafalanıcam" paranoyalarına daha fazla dayanamayıp, "bak kardeşim bu İstanbul'un şoförleri beni büyük oranda hep kandırdı, bu defa ifşa ediyorum ki, ben buralı değilim, vicdanına bırakıyorum. Beni en kısa zamanda Akmerkez'in oralara götürürsen sevinirim" demek zorunda hissettim. "Aa öyle mi yaptılar?" dedikten sonrasında, adamla öyle güzel muhabbet ettik ki, şeytanın bacağını kırdığıma inanmalara doyamadım. Hayattan, çocuklardan, İstanbul'dan, İzmir'den, sigara yerine alkolün daha az zararlı olduğundan (ne alakaysa), araba kullanıyorsam hadi şimdi benim direksiyona geçmemden, yeni açılan bir takım AVM'lerden vs vs sohbetin dibine vurduk. Müziğin sesini açıp neşelenmemi sağlamaya çalışması da cabasıydı. İbo çalıyordu ve biz onun ameliyat sonrası hala uyutuluyor olmasını bile irdeledik. Gideceğim yere vardığımda, valizimi indirdi, iyi vakit geçirmemi diledi ve elimi sıktı. Allaam bu nasıl bir İstanbul şoförüydü!! Mutluluktan zıp zıp idim. Ne zamana kadar? Kızıma adamın seçtiği güzergahı ve ödediğim parayı söyleyene kadar. Allah seni bildiği gibi yapsın kalleş şoför…
3- Meslek yemeğine gidiş ve dönüş güzergâhını gayet güzel öğrendiğim için, ruhunu/duygularını/nezaketini zaten aldırmış olan şoför no.3 ve no.4 ile iletişime pek geçmedik.
4- Son gün çocuklarımla son kez buluştum. Şahane geçen zamanımızın sonunda benim Taksim'deki servise yetişmem için bolca zaman hesabı yapmamıza karşın, sahil trafiğinin ayvayı yemişliği yüzünden Rumelihisarı'ndan Taksim'e gidecek taksi bulamamak, ya da bulduğumuz tek taksinin de bizi almaması ile sohbete geçme şansım olamayan şoför no. 5, sana sesleniyorum!: Allah seni de bildiği gibi yapsın!
Bu mesafeyi "yok ya açılır yol" şeklindeki saçma, gereksiz ve fazla naif düşüncelerle ve derin nefesler alarak, yaklaşık 1.5 saatte katettim. Taksim'de indiğim yerden itibaren, servise kadar elimde iteklemekten helak olmuş valizimle bir sprinter gibi uçarak koşmaya başladım. O arada Gezi Parkı'ndan (!) geçerken, benim çektiğim ne ki, diyerek sakinlemeye çalıştım. Servisin kalkmasına 2 dakika kalmıştı. Şoför no.6 ile tanışmam o anda oldu. Adama resmen, benim nefesim sakinleşmeden otobüse binmeyeceğimi ve acele etmemesini söyledim mi, söyledim. Dinledi mi, dinledi.
Servis ve uçak maceramı bir
sonraki tefrikamda yazacağım. Çok uzatmayayım.
14 Aralık 2013 Cumartesi
DUYGULARIN ETEK SESLERİ
Sırası şöyledir: Aşk, coşku, eteklerde heyecan zilleri, paylaşım, mutluluk, tanıdıkça sevinme, sevgi, coşku, paylaşım, yeni heyecanlar, eteklerde vuvuzela sesleri, mutluluk, kanıksama, alışma, sorgulama, eteklerde alarm zilleri, onaylama, reddetme, tekrar onaylama, tekrar reddetme, eteklerde kaygı çanları, mecburen onaylama, reddetmeyi unutmaya çalışma, şikayet etmeme, kabullenme, idare etme, buna alışmaya çalışma, genel alışkanlıktan kopamama, eteklerde hep aynı nakarat sesleri, bunu sorgulama, kafada kaçma isteği, endişe, telaş, eteklerde düdük sesleri, saçmaladığını düşünme, kafada geri dönme, doğruyu bulmaya duyulan sevinç, eteklerde ıslık sesleri.
Devamında, ya tekrarlayan olumsuz döngülerin kaçınılmaz sonu olarak, korkunun çaldırdığı siren ve üzüntünün çaldırdığı boru sesi gelir. Veya sular durulur, karşılıklı huzur yakalanır ve bir panflüt sesi eteklere eşlik eder.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)