30 Eylül 2012 Pazar

İSTEYENİN BİR YÜZÜ...

Herkesin derdi kendine ağır... "Elle gelen düğün bayram" felsefesiyle avunmak da seçilebilir, "elinkinden bana ne, benim derdim hepsini döver," de denebilir. Ha aynı anda başkalarını da vurduysa o dert, omuz omuza yürünür, el ele yola çıkılır ve aynı dert kazanında hep birlikte pişilir. Sonuç istendiği gibi olmasa bile beraber yol alabilmiş olmanın, dayanışmış olmanın rehaveti tadından yenmeyebilir. Bu da bir kez daha savaşmak için gereken gaza zemin hazırlar.
Ama o sıkıntı "elle" gelmediyse, düğün bayrama fırsat yoksa ve "tek"sen o dertte... O zaman ne olacak?

Stres sırasında salınan hormonlarla uğraşacaksınız, bunların etkilerinden kurtulmaya mı çalışacaksınız... (Tıbbi yaklaşım)
Kendinizi sokaklara mı atacaksınız... (Sokak süpürgesi çözümü)
Ev işlerine ve yemek yapmalara mı saracaksınız... (Domestik çözüm)
Kahveye gidip iki tavla bir pişpirik mi atacaksınız... ("Ver ordan iki çay" çözümü)
İnternete gark olup, site site zıp zıp mı oynayacaksınız... (Sanal çözüm)
Kuaföre gidip saç renginizi mi değiştirteceksiniz... ("Sarı saç bende nasıl durur?" merakı)
Rakı-roka-balık deyip keyiflerin en çakırına mı sığınacaksınız... ("Denizden babam çıksa yerim" içgüdüsüyle babaya sığınma çözümü)
Müslüm baba mı dinleyeceksiniz... ("Of ulen off!" çözümü)
4444 tane tesbihi çekip huşu içinde "amin" mi diyeceksiniz... (İlahi takviye)
Lotus çiçeği gibi bağdaş kurup, sonra da güneşe selam ritüeli mi yapacaksınız... ("Yogalara gelesen" çözümü)
Bir dostla "o kafe senin, bu kafe de benim" diyerek kafeine mi yüklenirsiniz... ("Üçü bir arada" çözümü)
Alışveriş merkezlerine demir mi atarsınız... (Modacıların en sevdiği müşteri tipidir. Maddi çözüm)

Bunların hepsi olabilir. Herkesin kendi derdiyle baş etme yolu farklı. Dedim ya kendi ne kadar ağırlık hissediyorsa yine kendi biliyor ve hafifletmenin çaresinin yolunu arıyor. Her defasında da aynı çözüm kâr etmeyebilir. Birinde yemeğe vurursunuz, diğerinde alışverişe, bir başkasında da gezmelere vs...

Ben kimseden duymadım ama kendimden biliyorum: Bazen isterim ki, biri bana gelsin (Kesinlikle Ferhat Göçer değil ama). Ama o kişi bilmesin benim sıkıntılı olduğumu, kendiliğinden gelsin. Bazen de isterim ki, bir işaret olsun (Mail zincirlerini bozmazsan gelecek olanlardan değil ama. Zaten bozmasam da bir halt olduğunu görmedim).
Bir şeyi can-ı gönülden isteyince olacağını bilirim. Babam derdi ki: "Hulusi kalple isteyenin isteği geri çevrilmez." Ama işte bazen hayat koşturması içinde kalp, hulusi değil de, metin şeklinde isteyebiliyor ancak; işte o zaman olmuyor. Hulusi önemli yani...

Kişisel gelişim uzmanlarının ya da kitaplarının kafalara çakmaya çalıştığı gibi bir söyleme girmek istemiyorum. Çünkü anladım ki, tek varılmak istenen sonuç, "iyi düşün, iyi olsun"... E biz bunu zaten biliyoruz milletçe.
Geçtiğimiz günlerde, yok mümkün değil, ne iyi düşünebildim, ne de iyi oldu tabii... İçimdeki dergâhımda çilemin dolması gerekir hep. Hükmünü bir sürmesi lazımdır (nezle gibi). Baktım ki o hüküm giyilmiş ve soyunası yok, gökyüzüne baktım, sanki dua eder gibi... Ne tam dinsel ne tam spiritüel bir dua... İstedim... (hulusi kalp de benimleydi o an, sağ olsun).

"Ben yaptım, oldu" değil... "Ben istedim, oldu". Ne sokağa vurdum kendimi ne alışverişe... Ne tavla attım ne yoga yaptım... Ne Müslüm babanın kulaklarını çınlattım ne balık ayıkladım. Sadece istedim...

Oldu...



24 Eylül 2012 Pazartesi

BİR VEDANIN İÇ SESİ

Yolcuların bekleme salonları...
Herkesin sadece gitmeyi, ama onu da bin bir türlü ruh haliyle beklediği yerler. Her bir insanın aurasından dalga dalga yayılan sinyaller gibi duygular uçuşur da hiçbiri birbirine değmez, etkilenmez. Yüzlerin kimisinde ulaşılacak yerin ya da kişilerin mutluluğu, umudu ya da hüznü, kimisinde geride bırakılanların... Kimse birbirinin duygu balonuna takılmaz. En azından mutlu olanlar mutsuzlarınkini fark etmez. Yolculuk vaktini hüzünle bekleyenler ise, etraftaki gülen yüzlerin nasıl olup da gülebildiklerini merak bile ederler.
Hüzünle bekleyenler, bu hüznün nedenini her düşünüşünde, aslında tek olumsuzluğun "uzak yaşama zorunluluğu" olduğunu yineleyince, bir yanı teselli bulup sevinir.
Ebediyete teslim ya da çaresiz dertlere gark olmadıkça, şükredilecek şeyler yüreğe su serpmez mi! Hem de nasıl!
Yine de o bekleme salonunda, 'özlem'e emanet edilen kişiyi anımsatan şeyler gözleri doldurmaz mı! Hem de nasıl! İşte tam o anda o gözlere insan muamelesi yapıp kızası gelir insanın:
"Neden doldunuz? Hani anlaşmıştık? Hani sadece güzellikleri düşünecektik? Niye bu oyunbozanlık?"
O anda yürek kabarır; neredeyse sesli ağlamaya dönüşecek olan o "göz dolması hali" telaşlanır. Dolanları geri almakla, fışkırmak arasında sıkışıp kalır...


Bekleme salonundan önceki veda:

Sanki ertesi gün yine görüşülecekmişcesine sıradan bir veda gayreti içine girilir. Bedenin diline ve mimiklere hâkim olmaya çalışılırken, "-mış gibi" kesilen rolün yavanlığına, kendinden başka inanmayanlar da var mıdır acaba? Ya da vedaya dahil olanların zaten hepsi birden aynı rolün yolcusudurlar da, herkes sadece kendiyle mi meşguldür ve diğerlerini fark edemez? Giden(ler) ile kalan(lar) birbirinin menzilinden çıkınca, inandırıcı olmaya çalışılan sahte rollerinden arınıp, asıl duyguya geçince ne olur? Özlemin fitili ateş mi alır? Mantığın diretmesi ve güdümüyle, o ateşe dalmanın saçmalığına duyulan inanç, ancak bir yılan olur denize düşünde sarılınan. Yoksa kalbin göbeğinde filizlenecek, belki de dallanıp budaklanacak o habis özlemle baş etmenin başka yolu mu var...
Kalbe sürekli "sus!" diyen beyin yorgun düşmeye dünden hazırdır. Kalbi alt etmeye kodlanan beyin saçmalama belirtileri de gösterir; özlenene bir çeşit düşmanlık peydahlayacak bahaneler bile türetebilir:
"Aman canım, sanki o beni, benim özlediğim kadar özleyecek mi?" Hah işte! Adaam sende!
"Ama ya belli etmiyorsa? Ya beni üzmemek için içine atıyorsa?" Al bakalım! Buyur buradan yak!

Bekleme salonuna geri dönen zihin:

İnsan kendi kendiyle diyaloglarına, salonun hareketiyle ara verir bazen. Kahkaha atan birinin neşesine şaşırır: "Herhalde özleme dair sorunları yok onun." Sonra yolculuk... Eve dönüş...

Ev:

Boş oda... Azıcık eşyası kalmış gardrop... Hiç olmadığı kadar düzenli oda... Ona ait ayakkabı raflarının boşluğu... Tıka basa giden ama bomboş dönen bir valiz...
Bir sonraki "bekleme salonu" vaktine kadar onu çağrıştıran her şeye nasıl davranacağını bilemezsin. "Çivi çiviyi söker," deyip fotoğraflarına dimdik bakmak mı, bir süreliğine ortadan kaldırmak mı? (Abartmadım fazla ve dimdik bakıyorum).

Eve çağırılan mantık:

İyi de bu çocuk sadece okumaya gitti; buhar olup uçmadı, nefes verip göçmedi, kızıp çarpıp gitmedi, sayıp sövüp kaçmadı.
"Gideceğim" dedi, "git oğlum" dedik. Mutlu oldu.
El verdik, destek olduk. Sevindi.
Kazandı, alkışladık.
Elimizle taşıdık, yerleştirdik. Minnet duydu, teşekkür etti.

"Yaz kızım, karar!":

Ona her gidişin bekleme salonunda da kahkaha atan ben olacağım.
Ondan her dönüşün bekleme salonunda her defasında daha az üzülen ben olacağım.
Allah'ın onu, bizden uzakta da olsa, bize bağışlamasına duacı ve şükredici olacağım.
Kaderi şekillendireMEdiğim her zamanda O'na sığınmadım mı ben... 
Kaderi şekillendirebildiğim her ânımda kendime güvenmedim mi ben...

Uzak olsun ama iyi olsun... (Bu, Türk ebeveynlerin mantrasıdır.)

(Not: İlk heves yolladığımız ilk koliye haliyle yaprak sarma da koydum. Araya hafta sonu girdi diye koliye öyle bir ulaşamadı ki, sarmalar sanırım heder oldu :( Neyse artık kekle idare edecek.)
 


18 Eylül 2012 Salı

ÖMRÜMÜN İLK TV DENEYİMİ

TRT Türk röportajım

Üç buçuk atarak gittiğim ama 'çeneme kurban' şakır şakır konuştuğum röportajım bir tık ötenizde... :)

5 Eylül 2012 Çarşamba

DÜŞÜN ÇOCUKLARIN YAKASINDAN :))

Bazı anneler putperestler gibidir; çocuğuna tapar. Onu her şeyiyle kendinin yarattığına inanıp Tanrılaşma belirtileri gösterir. Varoluşunun temelinde "sadece o" vardır. Sanki dünyada tek kendi çocuk doğurmuş gibi kendini de, çocuğunu da herkesten farklı görür. Okulda çocuğunun kavga ettiği çocuğa diklenen de, öğretmenini hizaya sokmaya çalışan da, veli toplantılarında bas bas bağıran da, her şeyi önüne servis eden de, çocuğundan başka önemli işi olmadığına inanan da, tüm hayatını ona göre planlayan da, eşini, dostunu, işini gücünü hep ikinci plana atan da hep bu annelerdir.
 
Çocuk ise belli bir yaşa kadar hoşuna giden bu durumdan, bir süre sonra sıkılmaya bunalmaya başlar; kaçacak yer arar. Büyüyüp bir sevgili ya da eş sahibi olsa da anne söz hakkı sahipliğinin dozunu ayarlayamaz; ihanete uğramış gibidir.


Çocuğunun kendi başına bir insan, bir birey olduğunun farkına varamayan ve aslında ona sevgi vereyim derken ona saygısını kaybeden annelerden olmamak için, her annenin önce kendi varoluş nedenlerini oluşturması ve tek nedene takılıp kalmaması lazım. Sevgi bahanesi ardında verilebilecek rahatsızlıkları düşünebilmek lazım. Her türden ilişki için gösterilen onca sevgiye ve özveriye rağmen karşılığının alınamamasının nedenini bir düşünmekte fayda var. "Seviyorum da yapıyorum bunları," denen bir sevgili, eş ya da çocuğun "olmaz olsun böyle sevgi," diyen iç sesini kaç kişi duyabiliyordur acaba? Severken boğulmamayı, saygı duyularak sevilmeyi ve bir nefes mesafesi bırakılmasını biz de istemez miyiz?

Sonuçta tek geldik, tek gideceğiz. Çocuklar gönlümüzün bir tanesidir ama tek tanesi olmamalıdır. Tepelerinde sürekli parmak sallayan ama bunu onun iyiliği için yaptığını söyleyen ve aslında hayatının tek anlamlı işi olarak çocuğunu gören zavallı anneler var. Kendini oluşturmayı fark edememek, becerememek belki de onların suçu değil. Bireyliğini tanıyamamış, varlığından dahi haberi olmayan ve farkında olmadan "ben yokum" diyen bir annenin, çocuğuna yüklediği şey sevgiden ziyade baskı olabiliyor ancak. O yüzden anneliği dozunda yapıp, kendisi için yaratacağı ve arada kaçabileceği bir evrende de mutlu olabilecek annelerden olmak ne güzel... Şu bloglar bile bir örnektir bence. Buralarda yazan anneleri hep takdir etmişimdir. Yani sadece "anne blogları"nın sahiplerini  değil tabii ki... Her ne konuda olursa olsun, yazma-paylaşma-etkileşim halinde olmak, bir annenin kendine sahip çıkışının kanıtıdır. 
Puta tapmayın, tapanları uyarın :) Çok biliyom ben, cık cık cık...