27 Ocak 2010 Çarşamba

Roman Müsveddesi-2


Nevay-1 devamı

Ben bir beden öğretmeniyim. Çalıştığım özel okulun aynı zamanda yüzme takımının antrenörlüğünü yapıyorum. Eskiden okulların sınırlı imkânlarıyla zar zor zevkine vardığım mesleğimin en güzel dönemlerini yaşıyorum; maaşım da iyi haliyle. Gerçi zengin velilerin ve onların şımarık çocuklarının kaprisleriyle baş etmek gibi bir zorluğu var bu işin de. Sınav ya da kağıt okumak gibi dertlerinin olmadığı bir branş… Dolayısıyla bu zorlukların sıkıntısını da okulda bırakabiliyorum. Daha önce çalıştığım taşra okullarındaki öğrencilerin eşofmansız veya spor ayakkabısız hallerine çok üzülürdüm. Şimdiyse bu Fransız kökenli okula devam edebilme şansına sahip öğrencilerimin birden çok eşofmanı ve spor ayakkabıları var ve hepsi de marka. Benim de gelirim arttığı için, kendim de marka giyiniyorum artık. Ne de olsa, öğrencilerimden ve onların şık velilerinden geri kalmamalıyım, değil mi? O yüzden seçkin spor mağazalarını çok iyi öğrendim.
Yüzücülerim için gözlük almak üzere Kemeraltı’na gittiğim o gün Ender’i göreceğim aklımın kıyısından bile geçmedi. Mağaza mağaza dolaşmaktan yorgun, sıcaktan ter içinde ve bir an önce eve dönmek adına aç kaldığım için halsiz, Konak vapur iskelesine doğru yürüyordum. İzmir’in her yıl baharı yaşamadan aniden bastıran ilkyaz sıcağına henüz uyum sağlayamamıştım. Yorgun olmasam Mennan’da bir limonata içmek hiç fena olmazdı. Sonradan düşündüğümde, iyi ki gitmemişim oraya, diyecektim. Yoksa anlık farklarla değişen kaderlerin bir örneğini benim de yaşamam mümkün olmayacaktı. Zaten bir an önce eve gitmeliydim; ayrıldığım eşimin oğlumuzu alma günüydü ve ben onu evden çıkmadan görmek istiyordum. “Umarım bu defa bir tartışma olmadan gider gelir” diye kendimce dua ederken, adımın çağırıldığını duyar gibi oldum. Bir film karesinde olsam, yönetmen o anı, eminim ki yavaş çekimde kaydetmek isterdi ve çekim planları aynen şöyle olurdu:
Dar kot pantolonlu, yarım kollu penye tişört’lü ve spor ayakkabılı, yaşı 40’a yakın, kumral uzunca saçlı, kısa boylu kadın, omzunda çantasıyla dalgın dalgın yürüyor.
Kadından yaklaşık 50 metre ötede, spor giyimli, yaşı 40’ın üzerinde, kumral, alnı hafif açılmış, dinamik görünümlü adam hızlı adımlarla yürüyor.
Birbirlerine doğru yürüdüklerinden habersizler. Mutsuz görünüyorlar. Biri Alsancak dolmuşuna, diğeri Karşıyaka vapuruna doğru ilerliyor. (Yavaş çekim başlasın):
Adam bir anda, emin olamadığı ama çok tanıdık gelen birini fark ediyor. Yaklaştıkça netleşen yüz hatlarında geçmişini yakalıyor. Kokusu ve dokusu tanıdık bir yüz bu. Gözleri büyüyor, dudakları hayret ve sevinçle aralanıyor, kalbi şaha kalkıyor. Seslenip seslenmemekte ettiği tereddüt uzun ömürlü olmuyor ve: “Nevay?!”
Kadın yerin yedi kat altından çıkarcasına dalgın bakışlarla başını kaldırıyor. Adının seslenildiği yönü arıyor. Boş bakan gözler, sırayla, ciddi (tanıdı), şaşkın (olamaz!), gülümsemeyle kısık (sevindi), teki küçük (intikam saati) ifadelerden geçiyor.
Film çekimi burada bitsin, çünkü nasıl hissettiğimi anlatabilmeliyim ki, hikâyemin sonuna kadar haklılığım devam edebilsin.
Bir zaman makinesine girmiş gibi ya da ölüm anı gibi, Ender’li geçmişimin tüm ana hatları süzüldü önümden. Sanki bunca yıl boyunca bıçak gibi bilenen ben değildim. Böyle bir rastlantıya hazır olmadığımı fark etmem bir yana, ilk yüz yüzelikte bu kadar uslu hissedeceğime ihtimal vermezdim. Sonradan, bu halimin tek nedeninin düştüğüm hayret olduğunu anlayacaktım.
1984 Aralık’taki son ve hüzünlü görüşmemizin ardından bu ilk karşılaşmamızdı. Onun da gözlerinde eski ışığı kalmamıştı. Olgun duruşunun ve görünümünün altında hayatını asılacak nedenler bulma gayretiyle sürdürmeye çalışan biri vardı; ya bana öyle geldi, ya da ben öyle anlamak istedim. Onun aciz olmasını diliyordum, ki ağımda debelenmesin, can çekişmesin, hemen teslim olsun. O bana bakınca bende gördüklerini sezmek çok kolay olmadı. Nelerden geçmiş olabileceğimi tahmin eder bir havası yoktu açıkçası ama beni görmekten haz aldığı belli oluyordu. Elime kartvizitini tutuşturana kadar geçen kısa süre içinde, ne konuştuğumuzun ayırtında değildim. Otomatiğe bağlanmış gibi bildik cümleler sıralıyordum. Sanırım, ben de ona numaramı verdim. Terim buz gibi olmuş, ürpermeye bile başlamıştım. Aklımda kalan ve belki de işime geldiği için unutmadığım tek sözü: “bir gün gel de, bir kahve içelim” oldu. Dışımdan “teşekkürler, gelmeye çalışırım” diyen ben, içimden “deli misin, kendimi hazır hissettiğim ve cesaretimi topladığım ilk anda arayıp geleceğim” diyordu.
15.20 vapuruna koşarak son yolcu olarak bindiğimde, atmosfer ve hatta dünya değiştirmiş gibiydim. Yıllardır hazırlandığı üç kişilik oyununu, sonunda sahneye koyabileceği koşulları elde etmiş emektar bir oyuncunun “beklediğime, sabrettiğime ve yılmadığıma değdi” huzuru içindeydim.
Kalp atışlarım ve tansiyonumun normale dönmesiyle hemen bir çay aldım. Güvertede tatlı bir imbat esintisi eşliğinde şekersiz çayımı içerken, gözlerim karşımda oturan adama kaydı. Elli altmış yaşlarında, mütevazı giyimli, dinç görünümlü ve bende asker emeklisi izlenimi uyandıran adamın bana şaşırarak baktığını fark ettim. Kendime onun gözleriyle bakmayı denediğimde, dudaklarımdaki gülümsemenin nasıl da yayılmış olarak kaldığını anladım. Adama göre, bir başına çay içerken bu kadar gülümseyebilen biri normal olmasa gerekti. Bense anormalliğime bir yenisini daha ekleyip, bardağımı ona doğru kaldırdım ve şerefe yaptım.
Yalan da olsa umut, kim inkâr edebilir, gerçek ve var olması halindeki gücünü? Umutsuzluğu, sadece ölümün önlenemez gelişine saklamaktan yanayım.

26 Ocak 2010 Salı

Roman Müsveddesi-1


NEVAY- 1


İntikamın son kullanma tarihi yoktu. Yirmi yıl sonra onu tekrar karşıma oturtabildiğimde, mimiklerime ve beden dilime yansıtmadığım bu düşüncemin zaferiyle dopdoluydum. Araya giren zaman, olaylar ve insanlar, bilinçaltımı kemirmiş olan bu arzumu asla törpülememişti. Hayatın kadın-erkek ilişkileri bağlamında herkes için aynı kısır döngüyle geçtiğini çözeli çok olmuştu. Karşımda oturan erkeğin buna henüz aymadığını fark ettiğimde, intikam operasyonuma 1–0 galip başladığımı anladım. İçimde çok da samimi olmayan bir merhamet duygusu da vardı. Kendime acımayı bırakabildiğim andan bu yana, bu erkek ve karısına acımaya başlamıştım; gazabımdan nasıl ve ne oranda kurtulabileceklerdi? Gözlerimin önünde, korku ve zaferin yaşam tarzı kabul edildiği “woodoo” müritlerininki gibi bir büyü ile öldürüyordum. İçimde özene bezene beslediğim büyüttüğüm, sabırla giydirdiğim ve hoşgörüden soyduğum öcümü gün yüzüne çıkarmanın zamanıydı artık. İntikam ancak sabır ve cesaretle örgütlendiğinde tadı çıkabilecek bir zaferdi. İntikam hırsımı şimdi artık cesaretimle taçlandırmam gerekiyordu ve yeterince enerjim vardı. Bunu ara ara kaybettiğimi ya da zayıfladığımı düşündüğüm güçsüz anlarımda, içimi tanımsız bir endişe sarardı. Enerjimi kaybetmek başlı başına bir hezimetken, kaybetme ihtimalinin korkusu ise taşınamaz bir eziklikti: korkudan korkmak. Yaşadığım kaosların içindeki dersi alabilmeyi becermemin tek getirisi, hıncımı yaşar kılmasıydı. Karanlıklarım ve korkularımla barıştığım oranda güçlü hissedebildiğimi fark ettikçe, aslında onlardan korkmamam gerektiğini gördüm. En kötü sonucu gerçekten göze alırsam, ruhumun da aynı oranda özgürleşeceğine inanmak istedim. Hesaplaşmamı tamamlamak adına ruhsal, duygusal veya maddi olarak çırılçıplak kalmaya da hazırdım. Bir akrep gibi, hiç nedensiz ya da gereksiz gibi görünse de aslında ölmemek için öldüren ve kendini gerçekleştiren olmaya baş koymuştum.
Yüreğimdeki kapanmayan yaranın ve düşmanlığın, vicdanıma yenik düşme olasılığını düşündükçe, bu erkeğe tükenmek bilmeyen aşkımın farkına varıyordum. Belki de aşk, kavuşulamadıkça tükenmiyordu. Kaçanın kovalandığı ilişkilerin akıbeti, kovalayanın hüsranıydı belki de. Genç kızlığımın toyluğuyla bağlandığım delikanlının, ayrılmaya neden olarak, sadece zorunlu coğrafi uzaklaşmayı sunmasına inanamadığım için, ayrıldığımızı kabul etmemiştim; ben onu beklerdim, ben ona mektuplar yazardım, ben onu ziyarete giderdim, ben onu arardım, ben onun için her şeyi yapardım. Bunları bilmiyor muydu? Anlatamamış mıydım? Yok canım, mümkün değil, biz ayrılmamıştık.
Oysa şimdi, savaş baltamı çoktan önüme koymuş ve barış çubuğunu ancak onu tekrar elde ettiğimde tüttüreceğime ant içmiştim. Hoşgörü ve sevecenliğimi yalnızca oğluma kullanmaya koşullanmış beyin-kalp-ruh üçgenim, vicdanımın ateşkes çığlıklarıyla dağılmamalıydı. Tek neferinin ben olduğum bu savaşı, bedeli ne olursa olsun kazanmaya bu kadar yaklaşmak, zaferimin yarısını elde etmiş gibi gururlandırıyordu beni. Görünmez bir hedef tahtasında çarmıha gerdiğim eski sevgilim ve karısının, oklarım, mermilerim ve toplarımla lime lime olmasına az kalmıştı. Af dilese, affeder miydim acaba? Bir düşüneyim… Ne düşünmesi? Neyin affı? Bana yaşatılan haksızlığı neden kendi ellerimle, yeni bir haksızlık biçemine dönüştürmeliyim ki? İntikamımı, işkence seanslarıyla bezememe ramak kalmıştı. İşte Ender yeniden karşımdaydı. Ona, beni, şu anda hâlâ karısı olan kadın için terk edişinin hesabını soracaktım, ama hemen değil. Önce yeniden güvenini kazanmam, bana yeniden ihtiyaç duyar hale getirmem ve onu bir kez daha çekip gitmeye cesaret edemez kılmam gerekiyordu. Her ne kadar, biliyor musun senden sonra iki sene kendime gelemedim, diyerek söze başlamak istediysem de, sabır tanrıçasına dönüşmüşlüğüme ihanet etmeyecektim. Ender’i şu an karşımda görebilmemin hikayesini anlatmalıyım önce, ki keyfim iyice yerine gelsin.

22 Ocak 2010 Cuma

Kabuksuz ve Maskesiz





İçimde biriken sevgi, hoşgörü, anlayış ve aşkı (ama her türden) paylaşamamanın ve belki de bastırılmışlığının tıkılmışlığında, nefesim yetemezken, kalbim ve ruhum çırpıyor, çırpınıyor kanatlarınca. Doludizgin saldırışlarım ve koşuşlarım, bundan mıdır, okumalara? Okuduğum ya da okuyacağım satırlarda kendimi ve tepesinden bastırılmış, kutusuna tepilmiş ruhumu mu arıyorum, ucunda da olsa bulacağımı umarak, hayal ederek? Herkesi bağrıma basabilecek denli geniş ve misafirperver yüreğim, neden beynime hükmedemiyor? Tüm insanları sevme enerjisiyle, herkese yetebilme ve gerçekten de yetebileceğime olan inancım, kendime fayda etmiyor.

En güzel yaşlarındayım hayatın.. Gerisi gelmese de yaşamımın, şu ana kadar ve şu anda gördüğüm, hissettiğim ve istediğim şeyler, bastırılmış satırlarım bana yetecek sanki. Ama çağlayanlarımı akıtamadan, paylaşamadan ve en önemlisi çiçeklerimi büyümüş görmeden gitmek de istemem.

Bir şeyler üretme değil, yaratmadan yaşayamayacağımı, asıl işte o zaman tükendiğimi hissediyorum. Yaratıp bir kenara koymak da kesmiyor; yarattığımı iyi ya da kötü, başarılı ya da başarısız, faydalı ya da faydasız, paylaşamadıktan sonra da anlamı yok.

Bedenin seyahatleri değil, ruhumun gezileri daha çok tatmin getiriyor. Ruhum gezemediği zaman kuruyorum takır takır. Zaman ve mekan kavramını yitirdiğim, saatleri unuttuğum, koşturma gerektirmeyen, vazoya konmadığım ama vahşice filizlenebildiğim, saksıda çiçek değil yabani ot olabildiğim ... sürece yaratabildiğimi biliyorum. Mutlu olmam da şart değil. Hatta belki mutsuzsam ve sorguluyorsam akışkanlığım artıyor. Bazen, mutluyken bile, yaratabilmenin yolunu, bunalımlarımı yeniden canlandırmada yakaladığım da oluyor. Sıkıntılı anların yörüngesine girerek, “o anlar”ı yeniden yaşatarak ve “o duygu”nun belleğine geri dönerek yaratmayı da öğrendim. . Hatta bazen, tıkıldığımı farkedip, satırlara uzak kaldığımı hissedince, bunalmayı özlüyorum sanki. Yaratma ihtiyacımı gideremememin sıkıntısını yaşamaktansa, yeniden eski sıkıntılara dönmeyi bile kabul edecek hale geliyorum. Daralış hali bende adrenalin salınımı etkisi yapıyor ve yeniden coşuyorum. Ama bunun olumsuzluğu, o anlardan kurtulmakta zorluk çekerek uzaklaşmak da olabiliyor.

Mamafih şu anda tam tersini yaşıyorum. Yabancı bir duygulanım bu bana. Sıkılmadığım ama tıkıldığım hissiyle başbaşayım ve gene akıyorum. İçimdeki sıcağı paylaşamadığım ve bana yetecek kadar sevemediğim için tıkıldım sanki. Çok ama çok sevesim var. Kaliteli bir sevgi sunacağımı bilmenin güveniyle açtığım kalp kapılarımı, bunu anlayamayacak insanların kapamasını istemiyorum; yani o kadar da cömert değilim. Paylaşmanın girdabında boğulurken, kapkara girip, bembeyaz çıkacağımı biliyorum. Bana fazladan sunulmuş bu enerjiyle sarhoşken, bir fincan ayılma kahvesiyle uyandırılmak ve kutuya geri tepilmek istemiyorum. Bu noktada bir ürkeklik de burnunun ucunu göstermiyor değil. Kendimi geri çekmek zorunda kalışı tecrübe edeceğime, kapımı tümüyle açık tutmaktansa, aralık bırakıp temkinli ilerlemeyi yeğliyorum.

Cisimleri aşıp geride bıraktığımı farkederken, sadece çıplak kalmamak adına giyindiğimi görüyorum. Modayı ve takip edenleri yadırgıyorum bu bağlamda; öyle önemsiz ve gereksiz görünüyorlar ki. Bedeni giydirip süsleyip, ruhunu çıplak ve renksiz bırakışları dert ediyorum. Gereksiz sözler sarfedip, kendi yoluma çekmeye zorladığım bile oluyor insanları, sırf bu yüzden. Aslında galiba onlar için üzülüyorum. Benim için insanın giysisi gözleridir, sözleridir. Hiç ama hiç hatırlamam giysileri, saatler bile geçirsem insanlarla. Aklımda ve yüreğimde kalan gözleridir ve bana ulaşan sinyalleri. Benim için insan hatırlamak demek, o kişiden bana geçen ya da geçemeyen ışıktır, işarettir, enerjidir.

Eğer ben dalga isem, limanın duvarlarına çarpıp beni geri çevireni değil, kumsaldan ilerleyip yumuşacık geri aktığım bir dalga olmalıyım. Kabul gören yönlerim kuma nüfuz etmeli, görmeyenim denize geri dönmeli sakince.

Harçla örülmüş duvarın taşı değil, sokaktaki taş olmalıyım.
Çerçeveli resim değil, tuvalde yarım kalmış fırça darbesi olarak kalmalıyım. Zar zor yürünen topuklu ayakkabı değil, “yalın” ayak olmalıyım.
Kesme şeker değil, hanımelinin gizli balı olmalıyım.
Panjur değil, rüzgarda salınan tül olmalıyım.
Gönül bağı olacaksam tabu değil, ten olmalıyım.
Seveceksem mecburiyet ve mahkumiyet değil, güven ve saygı üretmeli ve hissetmeliyim.
Öfke olacaksam, birikim değil çığlık olmalıyım.

Bizi büyüteceksem, önce 'ben' olmalıyım. 'Ben' oldukça da çoğalmaya ve çoğaltmaya da hazır olduğum bilinmeli.

Haa, taa hataya kadar hiç mi gitmedin?


Hatayı yapmadan anlamayan, genç
Hatayı yapmadan anlayan, akıllı
Hatayı yapmaktan çekinen, korkak
Hatayı 'kör göze parmak' kıvamında yapan, kıt
Hatayı görüp de dönen, temkinli
Hatayı ders kabul eden, olgun

Hatasız hayata hayat demem. Nokta.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Anneme oyuncu olduğumu söylemeyin, o beni diş hekimi sanıyor



Tiyatroyu seviyorum. Oyunculuk eğitimini daha da çok. Sonu oyunculukla bitmese bile verilen eğitimlerin hayat boyu faydasını görmek mümkün. 2001'de Ali Poyrazoğlu'nun öncülüğündeki Amatör Gençlik Tiyatrosu kapsamındaki eğitimlerle başlayan büyülü süreç, şimdi de Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde devam ediyor.

Bir öncekinde biz öğrencilere şan, dans, sahne, dramaturji, eskrim ve diksiyon derslerini tümüyle bu işlerde profesyonel ve başarılı olmuş insanlar vermişti. Sesimizi, nefesimizi, bedenimizi kullanmayı ve entelektüel birikimlerimizi dürtüp üzerine doyumsuz eklentiler yapılan yoğun bir dört ay geçirmiştik. Sonunda da elemeler yapılmış, kış boyunca iki oyunda oynamıştık. Hayatımın yorgunluk tarihinde, hemen ikinci sırayı alan bir süreçti. Birinci sırayı bebekli dönemlerim alsa da, iki yorgunluk sürecim de mutluluktan yorgunluğumu anlamadığım süreçlerdi. "Lânet olsun, çok yorgunum, pes ediyorum, havlu atıyorum artık" demedim asla.

Bir koca gün 'Hamlet'in bir satırıyla geçer mi? Geçermiş meğerse ve ben her dakikasında Shakespeare'in dehasına hayran kalıyordum. Üç kez yanyana yazılmış aynı kelime, üç ayrı ton ve hisle dile gelir mi? Gelmeliydi ve hepsi de farklı ruh hallerini yansıtıyordu.
Nefes akciğerlerin sadece üst tarafına doldurulunca nasıl da yetersiz kalıyormuş meğerse. Diyaframı dürtmeyen nefese nefes demem, demeyi öğrenmiştim. İçinde yoga prensiplerini de barındıran nefes ve beden egzersizleriyle mistik bir spor çalışması da yapıyorduk. Gittikçe daha esnekleşmiştik.
Türkçe yazıldığı gibi okunmayan bir dilmiş meğerse. "Gideceğim" diye yazılmasına aldanmamak lazımmış. "Gidicem" demek yanlış değilmiş. "Gidiyom" değil ama... "Ağır" değil "ağar", "kâğıt" değil "kâğat", "değil" değil "diil"...
Şimdi de benzer bir dönemdeyim ve yine çok zevk alıyorum. Hocalarımız sabırlı ve öğretmeye çok hevesli. Ödevler bu kadar mı eğlenceyle yapılır, yapılıyor vallahi.

Tiyatronun iki büyük insanının öğrencisi olmak bile bir onur. Keşke daha genç olsaydım da, bu işin okuluna gidebilseydim, dediğim tek meslek oyunculuk. Ama buna da şükür diyorum ve yeni ödevime hazırlanmak üzere yazıyı bitiriyorum sayın okur ;)

13 Ocak 2010 Çarşamba

Çek Bir Çay, GDO’suz Olsun




Bir öğeyi kimi özellikleri daha iyi bilinen bir toplam olarak belirleme, matematikte “açılım” olarak tanımlanıyor. Özel sonuçlardan genel sonuçlara vardığımızda tümevarıp, tersini yaptığımızda tümdengeldiğimiz matematiksel bir döngü içindeyiz sürekli. Ülkeyi, açısının köşesinden geçen bir yarıdoğruyla, ana kollara eşit uzaklıkta kalarak açıortay misali de iki parçaya ayıramayız ya… Bölme, bölünme, bölen, bölünen, kalanlar, artanlar, hep artırım, az indirim… Şu terimlere bakınca, matematik kitabına bakılarak yönetiliyormuşuz gibi. Hortumla veya çeşmeden akan suyla dolan havuzların hangi hızla boşaldığını/boşaltıldığını hesaplayabilenler fazla değil. Peki ya, A şehrinden yola çıkan Mercedes’in hızı kaçtı ki, B şehrine varamadan kamyonla çarpıştı? Ayranı var mıydı içmeye?

Asal sayı gibi hissetmek… Bir başkasının bölmesine izin vermeden, ancak kendi iç hesaplaşmaları ve çatışmalarıyla ya ‘1’e, ya da sonucunda ‘1’ çıkmak adına kendi sayı değerin kadar olan değere bölmek kendini... Bölenin bölünenin kendisi olduğu, kendini kendiyle böldüğü, artan hiçbir değerin kalmadığı, sonucunun 1 olduğu bir işlemde olmak. Kendine bu kadar acımasız davranıp, davranmayı ve sonucuna katlanabilmeyi göze alıp, yine de ilerlemeye cesaret edebilmek. Bunları yaparken getiri gibi görünenler, sular durulduktan sonra götürünün kallavisiyle baş başa bırakmaz mı?

Tüm olaylara, polemiklere, sözde yapıcı diyaloglara, hesap kitaplara, gündem çeşitlemelerine bakınca, tarafsız, fikirsiz, net ve nötr olmak istiyorum. Başka bir yeni fikir ve bakış açısı bile okumak ya da dinlemek istemiyorum. Yorulduk artık; daha da yorulmayacağımız ne malûm. Ne o tarafa, ne bu tarafa hak veresim kaldı. Ütopik hippi ekolüne geri dönüp, herkesin barış ve kardeşlik içinde yaşamasının imkânsızlığını unutmak istiyorum.

Sağlığa bakıyorum; türlü türlü değişimler içinde ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Sağlığımız bozulmasın diye  Çocuklarımı okula yollamayasım geliyor. Bağışıklığımızı yüksek tutalım diye, bol vitaminli, proteinli beslenelim diyorum, bir bakıyorum GDO uzaktan sopasını sallıyor. Elma, portakal, havuç yedireyim diyorum, bir bakıyorum hormonlar dişlerini gösteriyor. Geçen senelerde “aman tavuk yemeyin” diyenler, şimdi tavuk suyu çorbanın antibiyotik etkisinden dem vuruyor. Bir ara televizyonda bir eczacı, “ton balığı yemeye ne hacet, E vitaminlerinden için yeter” diyordu. Bir başka ara yüzümüzü yıkayamaz olmuştuk, arsenik banyosu yapmayalım diye. Çocuklar iyi bir lisede, üniversitede okusunlar diye girdikleri yarışın adı bile kaç kez değişti; sistem değişmesinden bahsetmiyorum bile: LGS, OKS, SBS, YGS, LYS… Tamam, anladık, biri bitiyor diğeri başlıyor, ama bizim her başlayışımızda bitmemize ramak kalıyor. Havamız dağılsın, biraz televizyon izleyelim diyoruz, bir bakıyoruz bir ay içinde 24 kadın öldürülmüş.

Duyarsızlaşmak ve fanusta yaşamak da istemiyorum. Tehlikelere uyanık olmak, aksaklılardan haberdar olup aydın insan tepkisini verebilmek ve küçüklerimize yol gösterirken rol modelliğimizi hakkınca yapmak dileğindeyiz, ama değişen gündem ve trafiğin mantıklı açıklamasını bile yapamaz olduk onlara. Üç maymun olmak lazım belki de. Özellikle eğitim ve sağlıkta doğru politikalarla yönetildiğimiz, her gelenin eskiyi yapboz yapmadığı ve dört işlem gibi alengirsiz bir matematik içinde yaşamak mümkün olmayacak mı?

Yumurta da kolesterolü yükseltmiyormuş, diyorlar… En iyisi gideyim de, sucuklu yumurta yapayım. Sucukta ne falso vardır kim bilir…

12 Ocak 2010 Salı

"Offf"layan Yazı



Çok griydi; ne tam beyaz, ne tam siyah, ama siyaha daha yakın. İnsanları bitmişti sanki. Yıllardır zevkle içtiğini düşündüğü, içebildiğini düşündüren ama artık buharlaşmış sıvılar gibi olmuştu insanları. Şişenin dibinde kalanlar da acıydı. Yine de içmeye çalıştı, hatır için. "İyi de, bunlar eskiden ne kadar lezzetliydi" diye düşünürken, ekşi tatla ruhu buruştu ve şaştı. Tadı alamayan o muydu, tadı kalmayan onlar mıydı?

Yıllanmış şarap zannettikleri sirkeye dönüşmüş, kendini mahzen diye bilirken, sirkeden zarar gören küp olduğunu görmüştü. Uzun süredir fark ettiği ama etmemeye çabaladığı bu kekremsi tadı yalayıp yutmaya çalıştığı ayları, hatta yılları gördü arkasında. Konduramadığı, yakıştıramadığı ve böyle algıladığı için kendini suçladığı zamanlara bakınca karşıdan alay ettiklerini gördü.

"İyi de, ben şimdi yanlış mı yaptım boğazıma dizildikçe ve dizilmesin diye yutmaya çalışmakla?" dedi onunla dalga geçen ukala zamanlara.
"Safsın oğlum sen... İlle de dilin yansın istedin. Sen arandın. 'Gelin haşlayın beni, ruhumun suyunu çıkarın' dercesine kışkırttın."
"Ama ben çöplüğe yakın yaşamam. Çöpe atmaya kıyamam sevgilerimi."
"Onlar yanlarında çöp kutularıyla gezerken bile kokusunu duymayanlardır. Yeri gelir çöptekini alır, bir daha yerler. Senin de kafanı çöpe gömüp, seni nefessiz bıraktıklarında bir yandan onlara elini vermeye devam ettin."
"Belki haklısınız, ama bana hep 'biz dostuz, seninleyiz' demeyi de ihmal etmediler hiç. Elimden geleni yapmadan yaşayamam ben. Ancak ondan sonra huzur bulurum. Evet, doğru nefessiz kaldığım oldu. O zaman da kendime döndüm baktım; belki ben de yaptım aynısını, diyerek el uzattım."
"Uzanan el tutulduğu zaman ısınır. Senin elin hanidir buz gibi."
".................."

Ruhu siyaha çalan gri, elleri buz, gözleri anlamsız, neşesi uzakta. Ölmüş sanki... Ölse bile daha çok sevgi olurdu atmosferinde. Çaresizliğin kabullenmesiyle sindi köşeye. Lâmbadan cin çıksa ve sorsa, dile ondan ne dilerse, dileyecek şeyi kalmamış. Güven, eskilerde kalmış bir duygu... Özveri, kaybettiği bir çaba... Anlayış, tükettirilen bir meziyet... Tek geldi, tek gidecek.

Geriye kalan, kaybetmek istemediği umudu. O da yeter... İleride görünen ışık her zaman Azrail'e çıkmaz ya...

9 Ocak 2010 Cumartesi

Facebook out, Blog in...


Blog açmanın bu kadar hoş olacağını bilseydim, daha önce açardım. Blog'uma kayıtlı ya da değil, tanıdığım tanımadığım güzel insanlarla yeniden ya da ilk kez iletişime geçmeme fırsat tanıması, hiç beklediğim bir sonuç değildi; bilemezdim. Yıllardır tanıdığım ve sevdiğim arkadaşlarımla farklı bir paylaşım boyutunu yakalamanın sevinci doldu içime. Daha önce buluşmadığımız noktalarda buluşmanın keşif mutluluğu içindeyim. Meğer aynı tatlardan zevk alan ama bundan haberdar olmayan/olmaya fırsat oluşmayan yıllar geçirmişiz. Olsun... O yılları telâfi ediyoruz hızla.

Ağızdan ağıza/mail'den mail'e ulaşan haberlerle oluşan kıvılcım, güzel ve samimi paylaşımların ateşini yaktı. Benzer ilgilere ve farkındalıklara sahip ruhların sanalda ya da gerçekte sarılmalarına vesile oldu. Belki asla yüz yüze gelemeyeceğim insanların kalp seslerini, ruh titreşimlerini hissetmemi sağladı. İçlerini satırlara dökme tutkunu olan ama görücüye çıkmaya "henüz" cesaret bulamayan duyarlı iç sesler için de bir ışık olmasını diliyorum bu blog'un. Biliyorum ki, önce çağlanıyor, sonra yazılıyor, en son aşama paylaşım. En güzel döngülerden biri de budur, diye gelmedim mi buraya?

İster sadece okuyan, ister kaydolup da okuyan ama çoğunlukla da bir şekilde bana geri dönen herkese teşekkür ederim. Ve zincirleme reaksiyonlarla ulaştığım bloglardan da çok büyük keyif almaktayım. Onların sahiplerine de ürettiklerinden ötürü kocaman bir tebrik!

(Oscar almış bir vatandaş konuşması gibi oldu.)

8 Ocak 2010 Cuma

İzmir Aksanlı 'Gevrek' Yazısı



Hani biz ‘gevrek’ diyoz ya, çoğu kişinin ‘simit’ dediği şeye, işte ondan bahsetmek istedim bugün. ‘Biz’ diyosam İzmirliler ve kendini İzmirli hissedenler… Hani şu son yıllarda “biz neymişiz be abi” dedirttikleri kendine has şehr-i güzel. Gevrekleri yiyoz yiyoz güzelleşiyoz. Aa evet biz böyle konuşuyoz burada. Hem gevrek diyosak bi nedeni var. Taa 450 yıl önce Kırım’ın Değirmendağı mevkiinden gelen tatar Türkleri, ki benim rahmetli babacım da onlardandır, getirmiş İzmir’e gevreğimizi. Burada yetişen sultani üzümlerinin şerbetiyle hazırlayıp, başlamışlar yedirmeye. Arasına peynir, domat, biber konulabilecek halini de yoğurmuşlar; ona da ‘kumru’ demişler. Hani bazılarının “aa siz İzmir’de kuş sandviçi mi yiyorsunuz” sorularına maruz kalan tombul gevrek. Çeşme’de arasına sucuk, salam, sosis koyunca da ‘yengen” olmuş. Amcamızın, dayımızın eşini de yiyo değiliz yani.

Olayı bilimsel bir bakış ile irdeleyecek olursak, simit ile gevrek aslında farklı hazırlanır. O yüzden tadı da farklıdır. Gevrek mayalı hamurun, kızgın pekmez dolu havuzlarda pişirilmesi, susamlanması ve tekrar fırına yollanması marifetiyle o muhteşem çıtır lezzeti yakalar. Simit ise hamurun sulandırılmış pekmez sürülmesi, susam dökülmesi ve pişirilmesi faaliyetlerine maruz kalır. Yuvarlanmaları da farklıdır. Simit bükülerek, gevrek düz yuvarlanır. Gevrek fanatiği bir arkadaş, bu iki farklı yuvarlağın birbirleriyle kıyaslanmasını, imambayıldı ile karnıyarık arasındaki kıyasa benzetip, aralarındaki uçuruma dikkat çekmiş. İzmir’de, tabelada “Simit Dünyası” yazan yerde bile, “üç simit alabilir miyiz” deyince çalışan kişi anlamıyosa, düşünün gevrek ne kadar İzmirli. Ya da İstanbul’da “ver ordan bi gevrek” deyince, adam “hı? ha? ne?” der gibi bakıyosa, düşünün simit ne kadar İzmirsiz.

Gevrek-peynir-çay üçlüsünü bi de Pasaport’ta, vapurlar ve martılar eşliğinde yiyip içiyosanız, ölmeden önce yapılcaklar listenizden bi maddeyi çıkarmanız kaçınılmazdır. Bu keyfi hâlâ bilmiyosanız, kendinize ya hemen İzmir’den bi arkadaş edinin, ya da üşenmeyin tek başınıza/çift başınıza gelin öğrenin. Sıkılırsanız mutlaka tavla oynayacak birilerini bulursunuz orda. İzmirli rehavetlidir; işe koşarak gitmez. Hele somurtarak hiç gitmez. Aynı güzergâhta akşamüstü iş çıkışı bi de köpüklü kaave içer, öyle döner eve. Otururken geçen güzel İzmirli kızlar da bonusu. Evine gideceği araca ulaşmak için de paytona biner kurula kurula. Ohh iyi ki İzmirliyim!

6 Ocak 2010 Çarşamba

Doğanın Kadınlara Kıyağı


Anne olmanın ne demek olduğunu anlamak ancak yaşanırsa mümkün. Şimdi bu tabii ki çok klasik bir yargı, kaldı ki çoğu şey için geçerli. Yaşamımız boyunca birçok role bürünüyoruz, birçok deneyim yaşıyoruz, aklımıza hayalimize gelemeyecek ne çok olayla karşılaşabiliyoruz. Hepsinde de yaşanmışlığın, onu isteyerek ya da istemeyerek deneyimlemiş olmanın "kulağı kesikliğini" hissediyoruz ve pek doğaldır ki yaşanmış her şeyde bir "kaşarlanmışlık" komponentiyle, bir sonraki benzer olaya bıyık altı gülüşü ile merhaba diyebiliyoruz. Yaşadık ya bir kez, "biliyoruz ve zaten heyecan yapacak bir şey de yok". Ne de kolay ve hızla o, belki de çok uzun zamandır beklenen olaydan, sesimizde coşkunun tınısı kalmadan söz edebiliyoruz.

Yaşamımızda gerçek anlamda heyecan yaratan ve bilinçli olarak anımsanabilen olaylardan biri ilkokula başlayışımızdır. Yıllarca "o" gün beklenir. O özel formayı giyip, çanta, kalem, defter vs. sahibi olmayı, okuyup yazabilmeyi istemişizdir. Hatta ödev yapmaya bile özenenler olur bazen. Fakat asla, bir kez yaşandıktan sonra, öğrenci olmanın sevincini, yaşamadan önceki doza çıkarabilmek mümkün olmaz, ne yazık ki. Bir kez elde edildi mi, yaşanıp da tazeliği, heyecanı tüketildi mi ilk günün hazzına geri dönülemez.

Sonra erkekseniz, sünnet olmayı deli gibi istersiniz, kızsanız âdet görüp büyüdüğünüzü kendinize ve arkadaşlarınıza kanıtlamak istersiniz. Çevremdeki yaşıtım erkeklerden biliyorum, coşkuyla beklerlerdi sünnet gününü. Eski yıllarda bu işler daha acılı olurdu, bu yüzden de sünnet sonrası coşku falan kalmazdı. Bu da "sönmüş bir heves" sınıflamasına katılırdı. Peki ya âdet görme isteğine ne dersiniz? Daha ikinci ayda "öff yine geldi!" demedik mi? (Gerçi gelmesine sevindiğimiz durumlar da var ama o yaşlarda değil.)

Lafı çok uzatmayacağım, çünkü söz etmeyi istediğim "annelik" konusunu daha fazla bekletmek ayıp oluyor. Ben de birçok kız çocuğu gibi büyüyünce anne olmayı düşledim. Oynadığım bebeklerime sarılıp, "ya benim çocuğum olmazsa" diye tasalandım. Ama aynı anda da kendime bir söz verdim o küçücük yaşımda: "çocuğum olmazsa, mutlaka evlat edineceğim!". Daha çocuk olduğum çağda, bir başka çocuğun sıcaklığını ve kokusunu hissetmeyi özledim.
İsteyerek ya da istemeyerek fark etmez, çocuk sahibi olmak, hissettirdikleri açısından, çok istenen ve elde edilen başka bir amacın vereceğinden kat be kat daha fazla değere sahip. Hatta kıyaslanabilecek bir eşdeğeri bile yok. İstenmeden dünyaya gelmiş yavrular bile, çok büyük maddi sorunlar yaşanmadıkça, nasıl bağıra basılırlar. Mecburiyetten mi? Asla...
Babalara haksızlık etmek istemem ama (buna birçok annenin de onay vereceğini biliyorum) anne olmak başka türlü bir şey. Dokuz ay karnında taşımak, emzirmek vs. klişelerine girmeyeceğim bile. Ki ben, şanslı bir anneyim, çünkü çocuklarımızın en zor yıllarında eşimin desteği hep yanımdaydı. Ona rağmen, hissettiklerimizin, fark ettiklerimizin ve öngörülerimizin "kalite" farkı yadsınamazdı. Bu doğanın bize bir kıyağı, lütfen erkekler beni yanlış anlamasın. Bu kadar değerli olup, yırtınsan da, en yüksek rüşveti teklif etsen de elde edilemeyecek nadir ve belki de tek değer annelik. Ve yukarıda üzerine bastığım, şu sahip olduktan sonra "heves kaçması" yaşatmayan tek duygu annelik. Hayatınızın aşkını bile "rivayete göre 3 yılda" yitirdiğiniz söz konusu iken, son nefesinizde evladın en hayırsızını dahi sevgiyle andıran tek duygu annelik. Hayatınızı karartan erkeğe bile evlat uğruna dayanma gücünü veren tek duygu annelik. Ömrünüzde olmadığınız kadar sinirlenip ne yapacağınızı bilemediğiniz anların hemen ardından en büyük pişmanlıkları yaşatan tek duygu annelik. En başarılı çocuk doktorlarının bile, kendi çocuğunun hastalığında en aciz hissettiren tek hasta: Çocuk..

Peki ya ikinci çocuk? Hani bir kez yaşandıktan sonra "kaşarlanma" hissiyatı vardı ya, onu annelikte bulamazsınız. Emzirmede, altını almada, ilk süt dişinin çıkışında, ilk adımını bekleyişte zamanı tartma ve el çabukluğu konusunda deneyim sahibi olmanın lüksünü yaşarsınız ama ya katmerlenen duygular? İşte onların sınırı yoktur. Deneyim kazanan ellerinizdir, ayaklarınızdır; hızlanmışlardır, titremezler ama yüreğiniz bu duyguyu hiç tatmamışcasına çarpar. Heves kaçması sendromu yaşanmaz ya da hevesi canlandırma çabası gerektirmez.

Anne olmayanlara ya da olamayanlara nisbet edercesine yazma densizliğine vardırmamaya, daha bu yazıyı yazma ilhamı geldiği an karar vermiştim. Tıp artık eski yıllarda yaşanan dramlara çok da fazla izin vermiyor ama buna karşın anne olamamak da var işin ucunda. Ama doğuran anne olmak şart mı? Maddi ya da diğer sorunlar yüzünden anne babasını yitirmiş ve hatta sokağa düşmüş yavrular var. Onlara sahip çıkmak neden akla gelmez? O yüzden "Anneler Günü"nü sevmem: Çocuksuz anneler için değil sade, annesiz çocuklar için önce.
Hadi bir kez düşünün, siz hiç, bir çocuğun kokusunu ciğerlerinize doldurdunuz mu? Terlerinin ne güzel koktuğunu bilir misiniz? Paris'teki parfüm üreticilerinin bunu başarabileceğini düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. "Haydi çocuklar aşıya" dönemi bitti, "haydi büyükler çocuğa" dönemine ne dersiniz?
Anneme sevgilerimle..

5 Ocak 2010 Salı

Unutulan Ben (Radikal 2 yazıları)



Aynı anda evlat, eş, profesyonel, arkadaş ve en önemlisi anne olabilmek… Her birine ayrı enerjiyi yaratabilmek ve karşılığında beslenebilmek… “Sadece eş ve anne” olmanın tarihçesine girmeye hiç gerek yok; yüzyıllardır süren “evli kadın” klişelerinden. Eğitimden kadınlar da pay almaya, ekonomik ve modern hayat bunu gerektirmeye başladığından bu yana da, “evli kadın+anne+çalışan kadın” üçlemesini dirayetle yürütmeye çalışıyoruz.
Bebeğimi emzirirken, bir yandan da doktora tezimi yazmak için, dünyamıza yeni yeni giren ‘modern daktilo’ bilgisayarın tuşlarına tıklardım. Taslak metinlerimi basıp hocama okutabileyim diye, zamanın nokta vuruşlu yazıcısının cırlayan sesi bebeği uyandırır endişesiyle, kapı kapı üstüne kapatırdım. Geç saatlere kadar tezimle uğraşmamın üzerine, sabaha kadar da neredeyse saat başı uyanan yavruya sütümü ikram eder, beşiğine yatıramadan, o kucağımdayken uyuyakalırdım. Çocukcağız, o zamanlar henüz pelesenk olmamış malum “kariyer de yaparım, çocuk da” cümlesinin en yakın tanığıydı.
Sabahları gözlerimde biberli kum, başımın içinde cılk bir beyin ve adım atmaktan bile aciz ayaklarımla üniversitedeki işime giderdim: 1) Taslak hocaya verilecek. 2) Öğrencilerden yoklama alınacak. 3) Ders gereçleri hocadan alınıp ya da oluşturulup, amfiye taşınacak. 4) Pratik derse girilip, eski ödevler toplanacak, yenisi anlatılıp, öğrencilere yardımcı olunacak. 5) Randevulu hastalara bakılacak. 6) Nöbet günüyse, “hasta alamıyoruz, çok sıra var, yıllarca beklersiniz, o zaman da tedavi yaşı geçer, o yüzden kurumunuzdan dışarı sevk almanız gerekiyor” dediğim anda, isyan eden hasta velisi sakinleştirilecek. 7) Hocanın verdiği tercümeler yapılacak. 8) Akademik çalışma, araştırma için vakit yaratılacak… Ve öğle arasında, “evdeki bakıcı acaba bebeğime iyi bakıyor mu?” diye aklımın bir kenarında vınlayan düşünceleri ha bire bir yana itip, 3 aylık bebek emzirmeye gidilecek; o da vaktinde çıkabilirsem. Ha çıkamazsam, emzirme vaktine benden önce kodlanmış olan süt kanallarım daha fazla dayanamayıp, kazağımın dışına kadar sütünü salıp beni rezil edecek. Ola ki öğle tatilinden önce işim biterse, ya dürüst olunup hocalardan izin alınacak, ya da çaktırmadan kaçılacak. Liste uzar gider…
Doktora tezimi sunduğumda, birinci çocuğum 7 aylıktı; emzirmeyi 11 aylıkken bitirdik, o da kendi tercihiydi. Doçentliğe hazırlanmak zor bir süreçtir, deyip ikinci çocuğumuzu da, birinci 27 aylıkken dünyaya getirdim, ki doçentliğe kadar meydana çıkmış olsun. Bilimsel toplantılara art arda gelen hamilelik sorunları, doğum, emzirme ve “bebeklerle büyükleri yormayalım” dönemleri nedeniyle bir süre katılamadım. Birinciyi doğurduğumda ücretsiz izin hakkım verilmedi. Doğum izni ve raporlarla ancak uzatabildiğim evde kalma süremle, bebeğim 3. ayını doldurduğu gün işimin başındaydım. 3 ay az bir süre midir? Belki değildir; 40 günlükken işe gitmek zorunda kalanları da duyduk. Buna da şükür demek lazımdı belki ama, doğru olan bu değildi. Ülkemizde en azından o dönemde ne hükümet, ne de hocalarımız gereken duyarlılığa sahip değildi. İkinci çocuğumda ise durum farklıydı. Kliniğin kıdemli ve hatırlı bayanlarından ikisi, benden hemen önce doğum yaptıkları ve ücretsiz izin kullanmış oldukları için, bana emsal babında, bu hakkımı kazandım. İyi ki doğurmuşlar (!)
Ateşli hastalıklar, diş çıkarmalar, gripler, ameliyatlar, ishaller, kusmalar, düşmeler, emzikten kurtarmalar, tuvalete alıştırmalar, kulak ağrıları, bademcikler, geniz etleri, bakıcı kaprisleri, anaokulu, müsamereler, patates baskıları, oyun hamurları, Legolar, yarış arabaları, oyuncak bebekler, ilkokul, fişler, abaküsler, boy boy toplar, duvara çakılmış oyuncak basket potası, tweety, action man, pokemon, pikatchu, power rangers, tasolar, dört tekerlekli bisiklet, oyuncak makyaj seti, ördekli deniz simidi, kaydırak, oyuncak kova-kürek-tırmık, gök gürültüsünden korkmalar, hayat bilgisi, OKS ve SBS… derken kariyer savaşlarının içine doğmuş çocuklarım 13 ve 15 yaşına geldiler. Ben onlarla daha fazla ve “izin” almaya gerek olmadan ilgilenebileyim diye, kariyere “bay bay” diyeli çok oldu ama, mesleğimi hiç bırakmadım. Hobilerime vakit ayırabilmeye başlayalı fazla bir süre geçmedi; artık kendimle de ilgilenmem lazım. Evlilik, çocuklar ve bir sağlıkçı olarak iş hayatı, “eş, anne, doktor olmayan ben”i unutmama neden oldu sanırım uzun süre. Unutturulmasında benim de payım olmadı değil, tabii ki; her şeye hakim olacaktım ya..
Kendimi bir yerlerde kaybetmiş gibiyim; niyetliyim bulacağım mutlaka. Sadece “çalışan, evli, anne” olmak için doğurmadı annem beni. Bir gün, hep hayalini kurduğum kitabı(larımı) yazacağım, en sevdiğim hobim/kurtarıcım olan “yazmak” adına. Yaptığım miktarıyla beni kesmemiş olan oyunculuk da beklesin, geleceğim bir ara, mutlaka. Adımı unutmayın: “söylemişti, yaptı da” dersiniz. Türbana kapanmadan, kitabım sakıncalı bulunmadan, düşüncelerim suç sayılmadan, oğlumu askere gönderip “geri dönecek mi acaba?” kaygılarına düşmeden yapmam lazım. Yoksa bu sıkıntılara dayanmak mümkün değil. Ne dersiniz başbakanım, komutanım, hâkim bey?

4 Ocak 2010 Pazartesi

Burun Farkıyla Kader Kumarı


Siyah uzun saçlı, reklamcılık sektöründe yönetici olan, çekingen ve özgüveni az Helen, bir gün işini kaybedince, gün ortasında eve dönmek zorunda kalır. Trene son anda binmek ile burun farkıyla binememek arasındaki büyük fark, hayatını değiştirebilir ya da aynı tasları aynı hamamda tıngırdatmaya devam ettirebilir.

Kader ile şans arasındaki bağın sorgulandığı bir film olması ve "an"ların tüm bir hayat sürecini nasıl değiştirebileceğini göstermesi beni çok etkilemişti. Haberimiz olmadan, farkına varamadan ilerleyen dakikalarda bizi nelerin beklediğini bilseydik hayat daha mı kolay olurdu? Hâkim olunamayan, olunması imkansız rastlantıların peşi sıra sürüklenip yaşadığımız olaylarla kâh sevindik, kâh daraldık. Bu bir "keşke" ile "iyi ki" sınavı.

2 Ocak 2010 Cumartesi

"Unutturamaz kimse seni, unutulsam da ben"



Unutmak isteriz ya hani bazen... Acısıyla yürek deşen olayları, anıları, kişileri... N'apar insanoğlu? Zamana bırakır genelde. Zaman da en iyi ilaç olmaktan yorulmadı mı acaba? Hepimizin yüküyle nasıl baş edecek? Kendi adıma, zamana bırakmaktan başka çaremin kalmadığı çıkmazlarda, 'zaman'dan özür dileyesim geliyor: "Kusura bakma, elimden geleni yaptım. Ama olmuyor işte, tamir edemiyorum içimi, içimin çığlıklarını ya da köşeye sinmişliklerini. Yolun bittiği yere geldim. Orada sen çıktın karşıma yine. Yine ilacım olur musun? Hoşgörüm, sabrım, boşvermişliğim, gücüm geri dönene kadar yanımda kalır mısın? Çok sıkmayacağım seni, söz.."

Zaman şöyle mi diyordur acaba: "Benim gönlüm geniş, yüreğim mangal. İşim çok benim. Çabalayanı, çabalamayanı, direneni, vazgeçeni, pes edeni... Her türlüsü var benim içimde. Bunları reddetme seçeneğim yok ama ne kadarına faydam dokunuyor, bilemiyorum. İşleri bana bırakanlardan tekrar tekrar geri dönenler de var. Onların geçmiştekilerden ders almasını beklediğim olmuyor değil. Bazen izliyorum; bazılarının bana başvurmadan önceki hallerini... O kadar içtenlikle ve gayretle uğraşıyorlar ki, müdahale edip 'tamam yeter didindiğin, gerisini bana bırak artık' diyesim geliyor. Konuşmanın, çözmeye çalışmanın, sabretmenin, beklemenin, iyi bir şeyler olsun diye ümitlenmenin faydasız olduğu safhalara gelmiş olanlara 'heyyy, durun biraz, ben varım burada. Salın hücrelerinizi, koyverin kastığınız kaslarınızı, size nefes üfleyeceğim" demek istiyorum. Ya hiç debelenmeden kendini de, sorunları da kulak ardı edenlere ne desem ki... İçinde üç beş savaş sonrası yılgınlığa düşenlere... Unutmak için beyinleri 'reset'lemek gibi bir şansınız yok ki. Hem zaten beyin unutsa, kalp hatırlar. Nöronlardaki sinaptik bağlantıları kestirseniz de, duygular dürtebilir."

"Eternal Sunshine of the Spotless Mind" (Sil Baştan)
Aşka teslim olmak istemeyen bir beyin/kalp çığlığının, susturulmak için başına gelenleri anlatan bir film. Clementine (Kate Winslet), gerçek aşkı bulmanın imkansızlığına olan inancı, onu bulduğunda dahi korumasına ve sahip çıkmasına engel oluyor. Kendini ve yaşanacak her şeyi değersiz bulması sonucu, bu değeri hak eden bir ilişkiyi bile hiçleme yoluna gidiyor. Joel (Jim Carrey) için ise aşkı bulmak ve korumak değerli. Aşkın emek gerektirdiğine inanıyor, ondan korkmuyor. Her ne kadar kadını anlamak adına aynı yönteme başvursa da aşkın değerini kaybetmemiş bir bünyenin sancılarıyla kıvranıyor. Bilincine hâkim olma yolunu seçip, geri dönüş sürecine girmek istemesi de, bu aşkı kaybetmemek adına çaba harcamasını gösteriyor.

http://www.vidoemo.com/yvideo.php?i=eVRhaHUxcWuRpaE5TOUk&eternal-sunshine-of-the-spotless-mind-falling-slowly

Zaman demez mi: "Neden acele ettin? Nerede kaybettin sabrını ve inançlarını? Yüzleşmek bu kadar mı zor? Bana bıraksaydın kendini, ben sana güzelliklerin bazen kalıcı olabileceğini gösteremez miydim? Gelecekten kaçmak ya da yaşamadan yok saymak korkaklık değil mi? Cesaret, geleceğe koşabilme enerjisidir. Hayat silgi kullanmaya izin vermiyor."